[Editörün Notu]
K24'ten haberler, yayın dünyasına dair değiniler, tartışmalar, yorumlar, okur mektuplarına cevaplar, Kıraathane İstanbul sergileri, K24 yazıları için notlar, editöryal gevezelikler ve çeşitli mutfak işleri...
22 Kasım Cuma
Bir P24 tefrikası: Jül Vern
Kıymetli okurlar… Jül Vern Seyahat Acentesi tefrikasını kitap olarak takdim ederim. Artık kitaplaştığına göre tefrikaya bu son yazı ile veda ederim. Bu vesile ile P24 Blog teşkilatına bana tanıdığı imkânlar için teşekkür ederim.
Jül Vern Seyahat Acentesi’ni popüler anlatı ve “edebi eskiz” olarak kabul ederseniz sevinirim. Bu kabul hem hatalarımı örter hem de eskizleri severim.
Sevgili İlhami Algör, P24 Bağımsız Gazetecilik Derneği’ne ait P24blog’da 38 hafta süren Jül Vern tefrikasının bittiğini ve tefrikanın kitap olarak yayımlandığını 9 Kasım 2024'te bu şekilde duyurmuştu.
Son iki cümle, geçen hafta İletişim’den çıkan Jül Vern Seyahat Acentesi’nin başında da yer alıyor: “…hem de eskizleri severim.”
Algör bu eğlenceli ve lezzetli kitabın başına ayrıca şunu da eklemiş, muhtemelen teşekkür babında: “Jül Vern dosyası kitaplaşana kadar çok sayıda arkadaşım maddi manevi katkı verdi. Yayınevi emeği dahil.”
Kadirşinaslık buraya kadar. Kitabın hiçbir yerinde, bu metinlerin tam 38 hafta boyunca online bir sitede tefrika edildiği yazmıyor, P24blog’un ve blog editörünün adı geçmiyor.(Oysa Aziz İnsanlık'ta yazıların P24blog'da yayımlandığına dair bir not ve Elif karalar ile P24 editörü Mesut Varlık'a teşekkür vardı.)
Yayıncılar daha önce başka bir yerde çıkmış ya da düpedüz tefrika edilmiş metinleri ayıplı sayıyorlar, bunu bir de okura duyurmayalım diye düşünüyor olabilirler. Ya da düpedüz umursamıyorlardır, bilemiyorum. Pek ihtimal dahilinde görünmüyor ama editör (bu örnekte Emre Bayın) online tefrikadan tamamen bihaber bile olabilir. Tüm bunları yine yayıncılara (bu örnekte, İletişim Yayınları) sormalı. Telif deyince kastettiğimiz şey sadece telif sözleşmelerinden ibaret değil diye biliyorum ben.
Öte yandan, kitabı satın alan okurlar için yazıları sondan başa listeleyen şu link eğlenceli bir fırsat: Gazete tefrikasıyla basılı romanı karşılaştırıp aradaki farklara dikkat çeken edebiyat tarihçileri gibi, Jül Vern Seyahat Acentesi’nin iki versiyonunu karşılaştırma imkânı, tefrika denen şeyin bir halka açık prova olduğunu hatırlatan.
K24 de P24’ün bir parçası, o nedenle iğne-çuvaldız kısmına gelebiliriz: Memlekette gazetecilikle ilgili problem ve tartışma kıtlığı mı vardır da Bağımsız Gazetecilik Derneğinin blogu, 38 hafta boyunca Jül Vern tefrikası yayımlar? İnanın bir fikrim yok.
21 Kasım Perşembe
Yapılamayan konuşma
Yayıncı, reklamcı, kültür insanı Nazar Büyüm'ü maalesef kaybettik. Çok üzgünüz, hepimizin başı sağ olsun. Son kırk yılda Türkiye'nin kültür hayatına damga vurmuş biri olarak –başta Ana Britannica ile Adam Yayınları– pek çok sanat-kültür ve yayıncılık girişiminde öncü rol oynamıştı. Kendisiyle Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nde yayıncılık hatıralarına ve tecrübelerine dair bir konuşma yapmayı planlamıştık. Maalesef mümkün olmadı. Nazar Büyüm'ü Dila Keleş'in güzel ve incelikli yazısıyla uğurlamak isteriz: "Çağdaşını tanıklığa çağırmak: Nazar Büyüm’ün Agos yazıları". Dila Keleş'in "bir tatlı söz ustası" diye tanımladığı Büyüm'ün, yine Keleş'in ifadesiyle "bir tanıklığa çağırma kitabı" olarak tasvir ettiği eseri umarız kısa sürede yeniden basılır.
24 Ekim Perşembe
"Açık Radyo açık kalmalı"
Geçen Perşembe. Her zamanki gibi sabah yediyi yirmi geçe yola çıktık, her zamanki gibi beş dakika rötarla. Canan her zamanki gibi kahvaltısını yarım bıraktı. Arabaya biner binmez emniyet kemerlerimizi taktık, her zamanki gibi. Motoru çalıştırdıktan sonra her zamanki gibi radyonun düğmesine bastım. Her zamankinin aksine, sadece bir cızırtı…
Oynayan bir film durdu. Öfkelendim, kötü bir sürprizle karşılaşmış gibi gerildim. Oysa Açık Radyo’nun bir gün önce kapandığını biliyordum, basın açıklaması için Depo’nun avlusunu dolduran kalabalığın içinde ben de vardım, ayrıca aylardır konuşulan, tartışılan bir meseleydi bu… K24'te haftalardır dönen Açık Radyo banner'larını görmüşsünüzdür mutlaka.
Ne olursa olsun, ne kadar hazırlıklı olursanız olun, otuz yıllık bir alışkanlığın bozulması kolay değil. İnternet yayınından önce, İstanbul dışındayken haftalarca radyo dinlemediğimiz oluyordu, ama biliyorduk, yayın devam ediyordu, oradaydı. Açık Gazete tatildeyken de bir boşluk olurdu evde, ama onun çok çok bir hafta olduğunu bilirdik.
Canan’ı okula bırakıp döndükten sonra evde de sessizlik. Otuz yıldır dinlediğim –sadece bir buçuk yıl hariç, o süre zarfında bizzat stüdyodaydım zaten– Açık Gazete yoktu! Biz de ne yaptık, Açık Radyo’nun sitesinden bir podcast açtık, onu dinledik… Sonradan, bunu anlattığım pek çok kişinin de tıpatıp aynı şeyi yaptığını öğrendim. Hepimizin konforu ve siniri bozulmuştu.
Bu hafta Behçet Çelik ile Güven Güzeldere’nin Açık Radyo’ya dair yazılarının yanı sıra Deniz Koloğlu’nun dev soruşturması var K24’te. 33 kişilik bu soruşturmada radyoya dair söylenmeyen pek az şey kalmıştır sanırım… Onun için Açık Radyo’nun önemini, hayatımızda işgal ettiği yeri bir de ben anlatmaya kalkışmayacağım. Diyeceğim – ki bu da söylenmedik bir şey değil– mademki konfor alanımızdan çıkarıldık ve bu konuda sesimizi yükseltmeye kararlıyız, bu beladan kendimize dersler de çıkaralım. Sadece çok sevdiğimiz, alıştığımız bir şey zorbalıkla elimizden alındığında sesimizi çıkardığımız için kendimizi biraz suçlu hissetmemeli miyiz? Hiç dinlemediğimiz radyolar, okumadığımız yayınlar kapatılırken de şu anda hasbelkader yapabildiklerimizi yapmalıydık, değil mi? (Hem şimdi idmanlı olurduk!) Sadece konfor alanımızı tehdit eden müdahalelere karşı durup başka her şeyi kulak arkası edince o konfor alanının hızla daraldığını bilmiyor olabilir miyiz? Salgın geçeli çok olmadı, pandemi terimleriyle konuşabiliriz: Umalım ki Açık Radyo en kısa zamanda canlı yayına ve hayatlarımıza geri dönsün ve azıcık can acıtan bir aşıdan, “arı sokmasından” ibaret kalsın RTÜK’ün kapatma girişimi. Bu türden dayatmalara karşı bağışıklığımızı güçlendiren bir uyarıcı olsun. O saldırılar kime, nereye, ne amaçla yapılıyorsa yapılsın.
Bu hafta K24'te birbirini çok andırdığını düşündüğüm iki yazı var. O nedenle de yan yanalar. Yazıların konusu değil benzeşen: Cem Tunçer’in yazısı Sally Rooney ve son kitabı İntermezzo hakkında, Gökçe Gündüç’ün yazısıysa Alice Munro’ya dair… Yazıları birbirine yakınlaştıran, bence Gündüç’ün de Tunçer’in de ele aldıkları kitaplarla ve yazarlarla didişmeleri, okudukları metinle ve o metnin yazarıyla problemli olmaları ve daha önemlisi bu problemi, yani yaşadıklarını konu etmeleri… Kitaplarla ve yazarlarla kurduğumuz ilişkiyi kurcalamaları. Bakalım siz de kışkırtıcı bulacak mısınız? K24’te kitap tanıtımı ve eleştirilerinin yanı sıra bu türden denemelerin artmaya başladığını fark ettiniz mi peki?
18 Ekim Cuma
Dosya: Filistin Edebiyatı ve Direniş
Uzun zamandır hazırlamakta olduğumuz Filistin Edebiyatı ve Direniş dosyası bu hafta yayına girdi… Ama bu hafta okuduğunuz yazılar, editörlüğünü Yasemin Çongar’ın üstlendiği dosyanın sadece ilk yarısını oluşturuyor. İkinci yarı da birkaç hafta sonra yayına girecek. Dosyanın isminden belli oluyordur, yine de altını çizmeli: Konu edindiğimiz, bir bütün olarak Filistin Edebiyatı değil, işgale karşı mücadeleyle yoğrulmuş bir “direniş edebiyatı”… Rana Issa’nın yaptığı şiir seçkisi, 1940’lardan 1970’lere, oradan günümüze Filistinli şairleri kapsıyor: “Biz ezelden beri buradayız!”
Yasemin Çongar, “Edebiyatın ‘biz’ duygusu”nda Filistinli kadın yazarları ele alıyor: Selma Dabbagh, Suad Amiry, Susan Abulhawa, Etaf Rum, İbtisam Azem, Hala Alyan, Huzama Habayeb, İseballa Hammad, Adania Shibli.
Mehmet Fatih Uslu Remi Kanazi’nin öfkeli şiiri ve spoken word trendine dair yazdı: “Yemekten sonra tango yapacağımız söyleniyor ama ayak bileklerimiz zincirli”. Kanazi’nin şiirleri “okunmaktan çok seslendirilmek ve dinlenmek için” yazıldığından, yazıdaki YouTube linkleriyle Kanazi’nin ve Filistinli öteki şairlerin performanslarını da izlemenizi hararetle tavsiye ederim…
İştar Gözaydın’a göre “Edward Said’i okumak”, “bize her yerde baskıya karşı durmanın, eyleme dönüşen etik bir pozisyon keşfetmenin ve partizanlıktan önce şüpheciliği benimsemenin gerekliliğini hatırlatıyor.”
Behçet Çelik’in “Nekbe’den yüz yıl sonrasını hayal etmek” başlıklı yazısında ele aldığı Palestine +100, bilimkurgunun muazzam potansiyelini ortaya koyan bir öykü derlemesi. Tahayyül edilmiş ve bilinmeyen bir geleceğin gözlerinden bugünü ve geçmişi, Nekbe’yi görebilme imkânı. Çoğunlukla yeni kuşak yazarlardan oluşan derlemenin Filistin edebiyatı denince akla ilk gelen şeylerle hiç ilgisi olmaması da ayrı bir konu.
“İsabella Hammad’ın İcatları”nda Hazal Özvarış, “edebiyatın sınırları,” diyor, “şiddetin kesintisizliğine karşı Hammad’ı ve diğer Filistinli yazarları yeni yollar bularak yazmaya mecbur bırakmaya devam ediyor.”
Fatih Altuğ kapsamlı ve eleştirel bir Gassan Kanafani portresi çiziyor: “Kanafani’nin âlemi”
Asım Öz’ün tam 50 yıl önce ilk baskısı yapılan Filistin Şiiri antolojisine dair yazdığı yazı, dosyada –Filistin’de ve Türkiye’de– 1970’lerin atmosferini yansıtan bir başka yazı… Filistin’de ve dünyanın dört bir köşesinde direniş edebiyatının aldığı yeni biçimleri örneklerle ele alırken, 1960 ve 70’lerle bugün arasındaki bağları ve farklara dikkat çekmeye çalıştık.
Çevirileri ve desteği için Mehmet Hakkı Suçin’e çok teşekkür ederiz.
11 Ekim 2024
Han Kang'ın Nobel alması vesilesiyle
Nobel ödülünü kazanmasıyla birlikte Han Kang üzerine basında epey yazı çıktı, daha da çıkacaktır. Ödüllerin iyi taraflarından biri bu; yazara ve kitaplarına yeni bir ışık tutulması. Söz konusu ödül Nobel’se bu ışık sahne spotlarına denk düşüyor tabii. Han Kang’a ve Nobel’e dair yeni yazılarımız çıkana kadar arşive bir bakalım dedim. K24’ün uzun zamandır dikkat çektiği yazarlardan biri olduğu için Han Kang hakkında epey yazı var arşivimizde. Şöyle bir hatırlayalım:
Yasemin Çongar 8 yıl kadar önce (evet, arşivimiz 8-10 yıl öncesine gidiyor!) The Vegetarian ve Human Acts üzerine yazmıştı: Tatmin ve teskin etmeksizin.
“Huzur vermiyor bu romanlar,” diyordu Çongar, “okuduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edemiyorsunuz hayatınıza. Han Kang, karakterleriyle birlikte okurunu da geri dönüşsüz bir yere taşıyor.”
Yankı Enki de “Kara toprağın öyküleri” başlıklı yazısında Vejetaryen’i “Gotik olduğu kadar güncel, fantastik olduğu kadar da sosyal bir roman var karşımızda. Bir arayış hakkında olduğu gibi, cevapların kara toprakta filizlendiğini gösteren bir roman” olarak tasvir ediyordu.
Sanem Sirer “Mutfak üçgeninde manzara: Çiğ, pişmiş ve çürük” yazısında Vejetaryen’e de değinmiş, Melike Koçak ise kitabı Sineklerin Tanrısı’yla birlikte okumayı denemişti: “Bir zorbalık matruşkası olarak insan”.
Cansu Canseven Vejetaryen Türkçede basılır basılmaz romanı Korece aslından çeviren Göksel Türközü’yle metnin dilsel ve anlatısal özelliklerini, Kore kültürünü, dilini ve edebiyatını konuşmuştu: "Vejetaryen’in pek çok yerinde kendimizden bir şeyleri görebiliriz."
Bir ay kadar sonra K24’ten Elif Bereketli’nin sorularını cevaplayan Han Kang, “Vejetaryen'i yazarken bir ülkeye değil, insanlığa dair bir soru sormak istedim” diyordu, “İnsanoğlu içinde barındırdığı şiddeti tamamen reddedebilir mi? Normallik ve delilik tanımlarımız, etrafımızdaki insanları anlamayı nasıl mümkün kılar? Yahut nasıl imkânsızlaştırır? Bu tür sorular evrensel olduğundan, yalnızca bir ülkenin kültürel unsurlarıyla sınırlandırılabileceğini düşünmüyorum.”
Kang’ın Beyaz Kitap’ı üzerine de Adalet Çavdar’ın yazısı var arşivde: “Beyazı prizmadan geçirmek”. (Haberleri ve Tadımlık parçaları saymıyorum.)
Şimdi de sıra Nobel sonrası yazılarda… Ama belki hemen değil: Gelecek hafta geniş ve kapsamlı bir Filistin Edebiyatı dosyası yayına girecek çünkü.
8 Ekim Salı
Bir K24 derlemesi
Everest Yayınları’ndan sevgili Mahmut Temizyürek’in son kitabı Şiir Unutmaz geldi. Kitap çıkmadan bir Tadımlık yayımladığımız için metnin en azından bir bölümüne aşinaydım. Sayfaları şöyle bir karıştırınca aşina olduğum kısımlar hızla artmaya başladı, denemelerin çok büyük bir çoğunluğunu önceden (hem de birkaç kez) okuduğumu hatırlayıverdim. Kitaptaki birbirinden güzel 19 denemenin 15’inin düzeltilip redakte edilerek K24’te önceden yayımlanmış olduğu hesaba katılırsa, işin bu kısmında hayret verici bir durum yok.
Kalıcı olabilmek önemli. K24 yazılarının kitaplara girmesi bize hayret değil gurur verir. (Aklıma Behçet Çelik’in ve Orhan Koçak’ın kitaplarındaki K24 yazıları geliyor örneğin.) Burada hayret verici olan, Şiir Unutmaz’ın hiçbir yerinde yazıların kaynağının belirtilmeyişi – üstelik 19 denemenin 15’i K24’te önceden yayımlanmışken! Orhan Koçak’ın yine Everest’ten çıkan Virgül Yazıları gibi bu kitap da K24 Yazıları diye adlandırılabilecekken… (Böyle daha iyi olmuş, o ayrı; kitabın ismi pek güzel.)
Yayınevlerinin dergilerde yayımlanmış yazıları kitap haline getirmeden önce, o dergileri –nezaketen de olsa– bilgilendirmesini kimse beklemiyor. Kaynak göstererek emeğin hakkını teslim etmelerini umabiliriz hiç değilse, değil mi?
Unutkanlık mı desek? Evet, iyisi mi hüsnüniyetle öyle diyelim, yine de böyle bir şeyin nasıl unutulabileceğini açıklamak kolay değil. Hoş, açıklama yapması gereken ben değilim.
Umalım ki Şiir Unutmaz kısa süre içinde yeni baskı yapsın da Everest bu vahim unutkanlığı düzeltme şansı bulsun.
17 Eylül Salı
2024 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Necati Tosuner’in
Metin Celal, Nilüfer Kuyaş, Murat Yalçın, Behçet Çelik, Jale Özata Dirlikyapan, Ayşe Sarısayın ve Faruk Duman’dan oluşan seçici kurul, 2024 Erdal Öz Edebiyat Ödülünü “ilk öykü kitabı Özgürlük Masalı’ndan bu yana 60 yıldır, edebiyatın farklı türlerindeki yapıtlarında, toplumsal hayatın açık ve saklı baskıları karşısında bireyin yaşadığı zorunlu ve seçilmiş yalnızlıkları, sancıları, Türkçenin ve yazının olanaklarını her yeni kitabında daha ileri taşıyarak kaleme alan” Necati Tosuner’e vermiş. Ödül töreninin yeri ve tarihi henüz belli değil.
Eski yayıncılarından biri olma şansına erdiğim usta yazarımız Necati Tosuner’i kutlarım. Kanat Kitap’tan çıkan Kasırganın Gözü de 2008’de Attilâ İlhan Roman Ödülünü kazanmıştı. (Tosuner’in verimli ve uzun yazarlık serüvenindeki çok sayıda ödülden sadece ikisini anmış olduk böylece…)
Bu vesileyle Necati Tosuner'in son kitabı Daldaki Kuş'a dair Behçet Çelik'in K24'te yayımlanmış yazısına göz atabilirsiniz: "Daldaki Kuşun Kımıltıları". Tosuner'in pandemi öykülerini ele alan "İç Dünyanın Salgındaki Seyrüseferi" başlıklı yazı da yine Çelik'e ait. Necati Tosuner'le K24'ün ilk yılında Kerem Görkem'in yaptığı kısa bir söyleşiyi okumak isterseniz: "Eleştiriler olur, sen önceleyin kendini eleştireceksin..."
Bu arada Tosuner'e 1978'de Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü getiren ilk romanı Sancı..Sancı.. Everest Yayınları tarafından daha bu hafta basıldı. Türkçenin bu usta yazarıyla hâlâ tanışmamış olanlar varsa, ilk okunacak kitap.
28 Temmuz Pazar
Ferit Edgü ve Afşar Timuçin’in ardından
Geçen hafta Ferit Edgü’yü kaybettik. Hepimizin başı sağ olsun.
“Sözün Kırılgan Yüzeyi: Ferit Edgü’nün Romanları” başlıklı yazısında Fahri Öz “Onun yazdıkları lirik şiiri çağrıştırır, bir öznenin iç konuşmalarını, sayıklamalarını” diyordu: “Lirik şair nasıl sözlerinin, sanatının kifayetsizliğinin farkına varıp kendisine karşılık veremeyeceği nesnelere ve kavramlara başvurursa, Edgü’nün anlatıcısı ya da konuşan öznesi de okurunu durup soluklanmaya, anlatılanları sorgulamaya çağırır.”
Kendisi de, K24’te Adalet Çavdar’la söyleşisinde “Bizler, 1950’lerde kalemi elimize aldığında, dilimize sarıldık,” demişti, “en büyük önemi dile verdik. Günümüzün genç yazarlarında –hoş, yalnız genç yazarlar değil– diline karşı bir sevgi, saygı eksikliği görüyorum.”
Ferit Edgü’nün ardından, yine 1950 kuşağından usta yazarımız Adnan Özyalçıner’in denemesini yayımlayacağız, kendisinden söz aldık…
Geçen hafta bir başka kaybımız da Afşar Timuçin’di. Felsefeci, şair, romancı ve öykücü Afşar Timuçin’e dair Behçet Çelik’in yazısını da önümüzdeki günlerde K24’te okuyacaksınız…
Sessiz sedasız yeni bir kategori açtık K24’te: Gastronomi. İlk yazıyı ünlü gazeteci, yazar ve şikemperver Andrew Finkel kaleme aldı. Andrew Finkel ile Hülya Ekşigil, aylık gastronomi yazılarıyla K24’te olacaklar. Tabii K24’teki futbol yazıları nasıl sadece futbolla sınırlı değilse (bkz. Tanıl Bora’nın yazıları), gastronomi yazıları da yeme içmeyle sınırlı olmayacak.
Sürprizbozanlara ara verelim, geçenlerde tefrikalardan söz etmiştim. Bu hafta yayımladığımız Özgür Taburoğlu’nun İhsan Oktay Anar’a dair yazısı gizli bir tefrikanın parçası aslında. İlk yazı “İhsan Oktay Anar’da Makine Fantezileri” idi. “Minyatür ve Tahkiye”den sonra İhsan Oktay Anar üzerine Taburoğlu’nun iki yazısını daha yayımlayacağız. Bu tam bir tefrika sayılmaz tabii; bir yazarın eserlerinin farklı yönlerine değinen, dolayısıyla o eserler üzerinde derinleşmeyi hedefleyen dört yazı… Gazetecilikteki fikrî takibin karşılığı bir nevi…
Uzun bir aradan sonra Deniz Koloğlu’nun bir söyleşisini yayımlıyoruz – Cemre biraz büyüdüğü için. Koloğlu’nun söyleşilerini bundan böyle düzenli olarak K24’te görebileceksiniz umarım.
Çok ama çok uzun yazan sevgili bir yazarımıza biraz daha kısa yazması ümidiyle “insan evladı okuyor bunları!” diye serzenişte bulunduğumda, “okusunlar!” diye cevap vermişti (neyse ki yazılar biraz kısaldı sonrasında), aslında ben daha çok kendim için şikayetçiydim. Nihayetinde okur, güzel de olsa çok önemli de olsa sıkıldığı an bir yazıyı yarıda kesebilir, okumak mecburiyeti yoktur. Oysa editör dediğiniz, her King masasında ve her elde mecburcu olan bir oyuncudur, bütün yazıları, baştan sona, dikkatle okumaya mecburdur. Tabiatıyla.
İşte bu yazıların hepsiyle bir ilişki kurarsınız. Tıpkı insanlarla olduğu gibi, kimisini daha çok seversiniz, kimini daha az. Az sevdiğiniz ya da sevmediğiniz yazıları basmamak gibi bir lüksünüz olmaz, daha doğrusu ölçüt sizin sevip sevmemeniz değildir, reddetmek için her zaman nesnel ölçütler gerekir.
Şikayetler bir yana, bu iş gayet zevkli bir iş. Çok sevdiğiniz, hani hislerinize tercüman olmuş bir yazıyı yayına hazırlamaksa bambaşka bir zevktir. Geçen haftadan bir örnek vermek gerekirse; Ayhan Geçgin’in “Komün Varlıkları: Köpekler, Kediler” başlıklı yazısı. K24’e göz atmayı unuttuysanız ya da hâlâ Haftalık Bülten’e abone olmadıysanız (ücretsizdir!), lütfen okuyunuz, hatta okutunuz.
13 Temmuz Cumartesi
Tefrikalar, diziler, köşeler
Bu haftanın yazıları arasında süreklilik arz edenleri var. Şükran Yiğit'in "Ágota Kristóf’un izinde" üst başlığını taşıyan dizi yazısının ilk bölümü "Sürgünde bir hayat" adını taşıyor, önümüzdeki haftalarda dizinin öteki yazıları da yayımlanınca ortaya bir Ágota Kristóf dosyası çıkacak. İrvin Cemil Schick'in Min Nevâdiri’l-Kütüb ortak başlığı altında toplanan yazıları bu hafta 25'i buldu. (Müjde: Akademik çalışmaları dolayısıyla yazılarına uzun süre ara vermiş olan İrvin Cemil Schick Tûtînâme'ye dair bu yazıyla birlikte K24'te tekrar düzenli yazmaya başladı.) Şükran Yiğit'inkinden farklı olarak Schick'in yazıları bir dizi sayılmaz, daha çok nadir kitaplara ayrılmış bir köşe. Süreyyya Evren'in bu hafta üçüncüsünü yayımladığımız Değini Günlükleri de böyle bir köşe; belli bir bağlamda bir araya getirilen kitap ve film değinilerinden oluşuyor. (Her hafta on kitabı seçerek tavsiye ettiğimiz Vitrin'i bir yazı olmadığı, tanıtımlardan oluştuğu için saymıyorum elbette.) Dizilerin gerekçesi, yazıların fazla uzun olması. Uzun yazıdan şikayet eden okurlar oluyor, en şikayetçi olması gereken editör olmalı, çünkü okurun tersine editör bütün yazıyı baştan sona (birkaç kere) okumak zorunda; yazıyı yarıda bırakma lüksü yok onun. Ama bazı konuların, bazı yazıların kısacık olamayacağını da kabul etmek zorundayız. (Orhan Koçak ile Taner Akçam'ın kulakları çınlasın!) Ayhan Geçgin'in geçen yıl yayına giren ve 9 bölümden oluşan Karanlık Oda dizisi bir kitap boyutlarında ve derinliğindeydi. Sevengül Sönmez'in 12 bölümden oluşan İtalik Öneriler dizisi de öyle...
Bazen mecbur kalsak da, yazıları ikiye üçe bölmeyi pek sevmiyoruz. Bunun yerine, uzun yazının –bazen yazarı tarafından yeniden organize edilerek– her biri belli bir konu ya da temaya odaklanan birkaç metin haline getirilmesini tercih ediyoruz. İsteyen, dizi yazının herhangi birini tek başına okuyabilsin diye.
Bütün bunlar, site istatistiklerinden buralarda olduklarını bildiğimiz, ama doğrusu bu ya, kendilerinden pek sık haber alamadığımız okurlarımızın okuma rahatlığı için. (Okurlarımızla iletişime geçmek, onların fikirlerini öğrenmek için yakında küçük anketler düzenlemek de planlarımız arasında.)
7 Temmuz Pazar
Editörün nesi olur?
Yarım baş ağrısı dışında, K24 gibi bir kitap dergisinde –edebiyat dergisi olmayan, belli bir akımın, eğilimin öncülüğünü üstlenmeyen bir platform yayınında– editörün nesi olur? Başyazısı olmaz, manifesto hiç yakışık almaz, editoryal yazısı da olmaz, "bu sayıda" yazılarına, yazı ve dosya takdimlerine de gerek yok bence, hele hele haftalık basın bülteni yayımlandıktan sonra... (Sırası gelmişken: Haftalık Bülten'e üye oldunuz mu?)
Süper güçlerden görünmezlik dışında hiçbir şeyi seçmemesi gereken Editörün, olsa olsa birtakım notları olur. Yazıların içinde de, dışında da... Sadece meraklısının tıklayıp bakacağı, öteki yazılar arasında yer işgal etmeyen bazı notlar ve hatırlatmalar. İşte bu sayfa, o notlara ayrılmış durumda. [Editörün Notu]
Şubat ayında Şükrü Hanioğlu'nun Atatürk: Entelektüel Biyografi adlı kitabı üzerine Ayhan Aktar'ın bir eleştirisini yayımlamıştık: "Şükrü Hanioğlu'nun kapsamlı ve kalıcı eseri: Atatürk – Entelektüel Biyografi ".
İlk bölümü geçen hafta, ikinci bölümü de bu hafta yayımlanan Taner Akçam'ın uzun ve kapsamlı yazısı, Hanioğlu'nun kitabına dair Aktar'ın eleştirilerini daha da derinleştiriyor. Bu çok önemli kitap hakkındaki yazıları burada özetlemeye gerek yok. Meselenin Cumhuriyet'in kuruluşuna ilişkin yüz yıllık tabulara dayandığını, bu tabuların tartışılarak aşılması gerektiğini söylemek yeterli.
Tam da bu sırada, Açık Radyo'nun yine aynı tabular sebebiyle, bir programda Ermeni soykırımı dendiği gerekçesiyle RTÜK tarafından cezalandırılmak istenmesi, tabuların aşılmasının o kadar kolay olmadığını gösteriyor.
Bu hafta reklam alanlarımızın bir kısmını fark etmiş olduğunuz gibi kendi ürettiğimiz kamu spotlarına ayırdık. Açık Radyo'nun açık kalmasını kuvvetle arzuladığımız için.
Türkiye'de hayli popüler olan Annie Ernaux üzerine daha önce Alper Yalım'ın, Erdem Özgül'ün, Fatih Özgüven'in, Özcan Yılmaz'ın yazılarını yayımlamıştık. Başka yazarların yanı sıra Ernaux'ya da değinen yazılar da var ayrıca, arama kutusundan siz de bulabilirsiniz. Türkçeye henüz tek bir kitabı çevrilen Yuko Tsushima ise henüz pek tanınmıyor. Bu iki yazarın yıllar önce yapmış olduğu ve yeniden hatırlanan uzunca söyleşi, hem üzerine çok konuşulan Ernaux'ya yeni bir gözle bakmamızı hem de pek bilmediğimiz bir yazarı tanımamızı sağlayabilir. Söyleşiyi çeviren Eylül Görmüş'ün dediği gibi “20 sene önce yapılmış bir söyleşinin kadınların edebiyat dünyasındaki var oluşlarıyla ilgili kısımlarının hâlâ geçerliliğini koruyor olması biraz üzücü de olsa”...
Tomris Uyar'ın ölüm yıldönümünde yayımladığımız, Melike Koçak'ın Uyar'ı bir flâneuse olarak ele alan kapsamlı yazısı da aynı şekilde bazı sorunların yıllardır hiç değişmeden kaldığını hatta daha da derinleştiğini göstermiyor mu?
Bu haftayı büyük oranda kadın yazarlara ayırdığımız söylenebilir: Behçet Çelik Vigdis Hjorth'un Postane Günlükleri'ne, Fatih Özgüven Patricia Highsmith'in Ripley dizisine dair yazdı... Geçen hafta da Sefa Kaplan'ın Ingeborg Bachmann'a dair denemesini yayımlamıştık.
Tadımlık bölümünde yer verdiğimiz Araf'ta Düet üzerine de önümüzdeki günlerde bir yazı yayımlacağız, önceden haber verelim. 2 Temmuz dolayısıyla Feza Kürkçüoğlu'nun kaleme aldığı “Madımak Katliamı Hafıza Merkezi” yayında yazısının da devamı gelecek; Sivas katliamını ele alan "Çok Kötü Bir Şey Oldu" belgeseli üzerine Ümit Kıvanç'la geniş bir söyleşi de planlıyoruz.
Geçen haftanın haberlerinden biri, Mircea Cărtărescu'nun Solenoid adlı, henüz Türkçeye çevrilmemiş romanıyla Dublin Edebiyat Ödülü'ne layık görülmesiydi. K24'te Özgün Özçer Şubat ayının başında yayımlanan yazısında ödülü öngörmüştü: "Geleceğin Nobel adayı Mircea Cărtărescu ve Solenoid: Alice Harabeler Diyarında" Kitabın çevrilmesini beklemeksizin, sadece Solenoid'e dair olmayan, Türkçeye çevrilmiş kitaplarından hareketle bir Cărtărescu kılavuzu niteliğindeki yazıyı okuyun derim.
Geçen hafta Leviathan'ın Can Yayınları tarafından basılması üzerine, K24'teki eski birkaç yazıyı hatırlatmalı: Mehmet Cevat Yıldırım, dört yıl önce yayımlanan "Dar Koridor: Liberalizmin liberal ıslahı" başlıklı yazısında Daron Acemoğlu ile James A. Robinson'un Dar Koridor adlı kitabını eleştirmiş, Hobbes'un Leviathan'ını da kapsayan bir eleştiri kaleme almıştı. Kitaplar kitaplara yol açar, yazılar da yazılara: Geçen yıl yayımladığımız Sevilay Sönmez'in yazısı da "Leviathan’dan Neoleviathan’a: Hep mi bir ‘kurtlardan koruma politikası’?" adını taşıyor ve Ezgi Duman'ın Leviathan’dan Neoleviathan’a: Suç, Ceza, Hapsetme adlı kitabını ele alıyordu. "Bizi devlet kurtarmayacak" adlı yazıya ve Climate Leviathan adlı kitaba, konuyu dağıtmamak için girmiyorum. Ama yine de yazıyı anmış oldum, çünkü günümüzde asıl konu artık bu...
24 Haziran 2024
Bayramdan sonra
Uzun tatil sona erdi. Bayram tatilinde yayına ara vermeyi düşünmüştük, tatil editörlere de lazım, hatta bu sebeple Feza Kürkçüoğlu'nun eski Bayram gazetelerini hatırlatan yazısını yayına hazırladım, sonra tatil kitapları için küçük bir soruşturma yaptık, tatilde tatil kitabı önerileri okunur mu okunmaz mı tartışmasını karara bağlamadan onu da yayına aldık; bu arada Hülya Ekşigil'in Sofranız Şen Olsun yazısı da tam bayramlık gibi göründü gözüme... Bu kitap üzerine altı yıl kadar önce Nilay Örnek'in yazısını yayımlamıştık, şimdiki yazı kitabın 20. yılını devirmesi sebebiyle kaleme alındı.
Böyle böyle K24 ölçüleriyle hafif ve seyreltik bir Tatlı Perşembe yapmış olduk... Tanıl Bora'nın Euro 2024 dolayısıyla yazdığı, her zamanki gibi sahanın içini sahanın dışıyla harmanlayan, "futbol sadece futbol değildir" sözünü her satırında ispatlayan yazısını da pazar günü yayımlamamak olmazdı! Güncellik sebebiyle bazı yazıları bekletemezsiniz. Kaldı ki Bora Euro 2024'ün bitiminden sonra da bir değerlendirme yazısı yazacak K24'e. "Editörün kendi tatilinden çalması" olarak adlandırılabilecek bu durumun bir gerekçesi daha var: Ara verdiğiniz takdirde yazılar birikiyor, bazı yazıların bekleme süresi birkaç ayı bulabiliyor.
Kıraathane'de Rezzan Gümgüm'ün sergisi, bayram arasından sonra devam ediyor: Kırmızı çizgiler/im. Sanatçının 2019 yılında Ankara'da gerçekleştirdiği uzun süreli performansın kayıtlarını video, fotoğraf ve mekâna özgü yerleştirmeler olarak bir arada görebilirsiniz. Bu arada sergi Temmuz sonuna kadar uzatıldı, onu da hatırlatayım...
3 Haziran 2024
Yıldönümleri
Bugün Kafka’nın ölümünün 100. yılı. Bugün aynı zamanda Nâzım Hikmet’in ölümünün de 61. yıldönümü. K24 arşivinde Kafka’ya dair yazılmış, ya da Kafka’nın eserlerine değinilmiş yazılar epey bir külliyat oluşturuyor, buradan bakabilirsiniz. Aynı şekilde Nâzım Hikmet’e ve şiirine dair de çok sayıda yazıyı şu linkten okuyabilirsiniz. Hoş, bu linklere o kadar da ihtiyacınız yok, K24 ana ekranındaki arama kutusuna Kafka ya da Nâzım Hikmet Ran yazdığınızda bütün yazılar listelenecek zaten.
Evet, ikisi için de çok yazı çıkmış, daha da çıkacak. Çünkü her ikisi de, artık bütün bir kültüre mal olmuş, birer nirengi noktası haline gelmiş temel figürler. Yıldönümlerine çok fazla önem vermeyişimizin bir sebebi bu: Nâzım’ı ya da Kafka’yı hatırlamak, ele almak için ölüm yıldönümlerini ya da doğum günlerini beklemek saçma olurdu. Onun için Ayhan Geçgin’in Kafka’ya dair yazısını da Kafka’nın ölüm yıldönümüne denk getirmeye çalışmadık, bu hafta yayına girecek yazı zaten Geçgin’in “Mümkün Dünyalar Üzerine” başlıklı yazı dizisinin bir parçası…
Ama bu tarihler, özellikle yuvarlak olanları, mesela Kafka’nın 100. ölüm yıldönümünde Avrupa çapında bir dizi festival yapılmasına, hiçbir zaman gündemden düşmemiş olsa da Kafka’yı tekrar gündeme getirmeye yarayabiliyor.
Öte yandan yıldönümüne odaklanmanın, söz konusu kişiyi, eseri ya da olayı bağlamından koparıp kültleştirmek gibi bir tehlikesi de var. Geçen gün Gezi’nin yıldönümüydü; Gezi’ye dair bir yazı yayımlamadık, ama fotoğrafçı Fatih Pınar’la yapılan söyleşinin girişini, onun Gezi’de çektiği fotoğraflardan birine ayırdık. Çünkü Gezi, söyleşideki öteki fotoğrafların, Silopi, Cizre, Onur yürüyüşü, Soma… fotoğraflarının oluşturduğu resmin bir parçası. Hani, bazılarımızın çok meraklı olduğu “büyük resim” var ya…
25 Mayıs 2024
Haftalık bültene abonelik
Geçen haftalarda K24 sitesi yenilendi ve altyapıda irili ufaklı bazı değişiklikler oldu. Bunların bir kısmını zaten görmüşsünüzdür. Bir kısmını hiçbir zaman fark etmeyeceğiniz bu geliştirmeler sayesinde siteyi daha rahat kullanabileceksiniz. Fark etmenizi özellikle istediğimiz değişikliklerden biri; haftalık bülten.
Buraya tıkladığınızda K24 ana sayfasının en altına inmiş olacaksınız. E-mail adresinizi kutucuğa yazdığınızda bundan böyle haftalık düzenli e-mail'ler posta kutunuza gelecek.
Bülten üyeliği duyurusunu, K24'ü her açtığınızda ekrana geliveren bir pop-up ekranla da yapabilirdik, görmemeniz mümkün olmazdı, böylece bu sayfadaki duyuruya da gerek kalmazdı. Ama bu durumda, bültene abone olsanız bile K24'ü her açışınızda aynı şeyle karşılaşacaktınız. (Bıktırıcı olurdu, değil mi?)
Reklamları da pop-up yapan pek çok site var, ama temel kurallarımızdan biri, bu tür duyuruları ve reklamları, K24 metinlerine erişimi zorlaştıracak, onları geri planda bırakacak, akışı bölecek şekilde kullanmamak. Tahmin edebileceğiniz gibi yayının devamlılığını sağlamak için reklam almak zorundayız; ana ekranda, arama sonuçlarında olduğu gibi, yazıların başında ve sonunda da reklamlar yer alıyor artık. Yazının içine, metni bölecek şekilde yerleştirilmiş, yazıyla reklamın birbirine karışmasına yol açan, okurken dikkat dağıtan reklamlar yok ve olmayacak. K24 reklamlarının halihazırda yayınevleri, galeriler ve kültür kurumlarıyla sınırlı olduğunu, yani reklamların içeriği desteklediğini de not etmeli.
Yücel İnce'nin yazısını Erpenbeck'in Booker ödülünü almasının hemen ardından yayına alışımızın sırrını ifşa edeyim geçerken: Yazıyı Booker ödülleri sonuçlanana kadar bekletmek. Booker Erpenbeck'e değil, başkasına verilseydi de, yazı K24'te yayımlanacaktı elbette; bir ödül –ne kadar büyük olursa olsun– yazara dikkat çeker, ama ödülü alıp almaması onun değerini değiştirmez. Önemsediğimiz ve değer verdiğimiz bir yazar olduğundan, K24 arşivinde küçük bir Erpenbeck dosyası oluşmuş bile...
Çok geç kalmış yazılar da var bu hafta K24'te: Mesela Orhan Koçak'ın Cemil Kavukçu'ya dair uzun ve derinlikli yazısı bunlardan biri. Gölgeli Muhabbetler bu yılın başında yayımlandı, dolayısıyla bu kitap için gecikmiş sayılmayabiliriz. Ama arşive baktığımda, daha önce usta öykücümüz Kavukçu ile yapılmış kısa bir söyleşi ve iki haber görüyorum sadece. Gecikmişlikten kastım bu.
Paul Auster'ın ölüm haberini alınca, ilk refleksim tabii ki K24 veritabanını taramak oldu. Paul Auster etiketli epey sayıda yazı var, ama bunlardan sadece 3-4 tanesi doğrudan Auster'a dair. Yine de Paul Auster'ın ardından aceleyle yazılmış bir anma yazısı yerine, 2007'de Yasemin Çongar'ın Auster ile yaptığı uzun ve güzel söyleşiyi yayımlamayı tercih ettik. Eninde sonunda veritabanındaki nicelik değil, yazıların niteliği daha önemli. Haftaya Paul Auster'a dair –doğrudan yazdıklarına değilse de, meşhur hikâye derlemesi Babamın Tanrı Olduğunu Sandım'a dair– Fatih Özgüven'in yazısına yer vereceğiz.
Bültene abone olunuz, yoksa bu yazılardan bazılarını kaçırmanız işten bile değil.
21 Mayıs 2024
“Darmadağın”
“Pandemiden, depremlerden, maden kazalarından, 1 Mayıs ve Onur Haftası kutlamalarının engellenmesinden kamusal alanda tanık olduğumuz şiddet ve baskılara işte manzaramız bu: Darmadağın.”
Özlem Altunok’un Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde halen devam etmekte olan “Darmadağın” sergisi üzerine Nalan Yırtmaç ve İlhan Sayın’la yaptığı söyleşiden bir alıntı. Ama söyleşiyi okuyunca ya da sergiyi görünce anlaşılacağı üzere, sergiye tonunu veren anahtar kelimeler, yılgınlık ya da ağıt değil, telafi ve ironi...
Yırtmaç ile Sayın'ın işleri darmadağınıklıktan çıkış yolları aradığı gibi manzara ne olursa olsun deyim yerindeyse “tadını çıkarma”ya davet ediyor bizleri: İlhan Sayın kırık tabaklarla dağılmış manzarayı bir araya getiriyor, Nalan Yırtmaç uçak kazasından sonra suya düşen yolcuları resmetmiş, uçağın kanadında halay çekerlerken…
Uzun bir aradan sonra K24’e dönen Özlem Altunok’un düzenli yazı, söyleşi ve röportajlarını önümüzdeki günlerde okuyacaksınız. (K24’te “Eski İstanbul’un lezzet dünyasından…” başlıklı yazısıyla ilk kez imzasını gördüğünüz Hülya Ekşigil de düzenli olarak yazmaya devam edecek.)
K24’te sadece sergi yazılarına değil, sanata dair tartışmalara da yer vermeye çalışıyoruz. Örneğin, bu hafta yayımladığımız Hasan Bülent Kahraman imzalı “Güzellik Güncel Sanatın Neresinde?” böyle bir tartışmayı açmaya yönelik. Kahraman’ın “Türkiye’de ‘Kurulamayan Müzelerin’ Koşulları üstüne” yazısı da Cumhuriyet’in modernlik anlayışıyla modern sanatın çelişkileri üzerine bir polemik başlatmaya yönelikti.
Geçen aylarda bu minvalde çıkan birkaç yazıyı da bu vesileyle hatırlatayım: Ekmel Ertan’ın “Kurum Eleştirisinden Çoklu Tartışmaya” adlı yazısı İstanbul Bienali çevresinde gelişen olaylar üzerinden sanat kurumlarının tartışılmasına ve eleştirisine bir davetti. Bu davete Asu Aksoy, Bienal krizini sanat kurumlarının oto-sansürüne dikkat çekerek icabet etti: “’Büyük Oyuncuların’ Büyük Sorumlulukları.”
K24’te çeviriye neden az yer verdiğimizi soran, çevirdiği bir metni gönderip yayımlamamızı isteyen okurlarımız var. Hiçbir metni yazılı izin almaksızın, telifini ödemeksizin çeviriye vermiyoruz, yayımlamıyoruz. Tabii, bu da K24’teki çeviri oranını epeyce düşürüyor. Bir başka ilkemiz, çok önemli bir istisna olmadıkça (henüz olmadı) daha önce başka bir yerde yayımlanmış herhangi bir metni tekrar yayımlamamak. (Tabii, eski metinleri hatırlattığımız, bazılarını gün ışığına çıkarttığımız Evvel Zaman bölümü ayrı.) Yaygın kopyala-yapıştır kültüründen uzak durmaya çalışıyoruz. Taze bir örnek: Alice Munro'nun ölümü üzerine, yazarımız ve yayın kurulu üyemiz Behçet Çelik'in Munro'ya dair başka mecralarda yayımlamış olduğu yazıyı basabilirdik (biliyorum, basmıyoruz, yine de böyle demek hoşuma gidiyor), ama hayır. İlke ilkedir: “Kısa Öyküye Adanmış Bir Hayat", Çelik'in önceki yazılarından parçalar da kullanarak yeniden kaleme aldığı bir yazı.
24 Nisan 2024
23,5 ve 24 Nisan
24 Nisan, 1915'teki Ermeni soykırımının, tehcirin, Büyük Felaketin yıldönümü. Mark T. Mustian’ın Jandarma romanı dolayısıyla Behçet Çelik'in kaleme aldığı “Lakin ölüyorlar” başlıklı yazıyı yayına hazırlarken K24 arşivine bir göz attım (Siz de bir bakın, tavsiye ederim), zaman içinde bu konuya ilişkin ciddi bir külliyat oluşmuş sitede.
Yavuz Baydar'ın "Yok Ediş"in Toplu Dökümü başlıklı yazısı, Raymond Kévorkian'ın 2006 yılında Fransa’da, 2015'te Türkiye’de İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Ermeni Soykırımı adlı yapıtına dair. 1915'teki doğrudan, birinci el tanıklıklardan yola çıkan kitaplara dair yazılardan bazıları şunlar: Nazan Maksudyan'ın, Avedis Cebeciyan’ın günlüğünden yola çıkarak “Soykırım yıllarında bir Ermeninin subay olması ne demekti?” sorusuna cevap aradığı makalesi; Rober Koptaş'ın, Yervant Odyan'ın soykırım anılarına dair yazdığı "Felaketin Ortasında Bir Komik" başlıklı yazısı gibi... Lanetli Yıllar'a ve yazarı Odyan'a dair ayrıca Serdar Korucu'nun da bir yazısı var arşivde...
Bu korkunç tarihe edebiyatın merceğinden bakan yazılar ve kitaplarsa, haliyle çoğunlukta: Mehmet Fatih Uslu, Rober Haddeciyan’ın Türkçeye çevrilmiş tek eseri Tavan'ı, Behçet Çelik Hagop Gobelyan'ın Kızgın Buhardaki Koza'sını ve Pete Najarian'ın romanlarını ele almışlardı; Ayhan Aktar'ın 1915 destanlarını ele aldığı Ermeni Evine Figan Kuruldu kitabı üzerine Bilgehan Uçak'ın yazısı var, ayrıca Mesut Varlık'ın Aktar ile yaptığı kapsamlı bir söyleşi. Eray Ak, Ali Özgür Özkarcı’nın kitabı Dört Köşeli Kambur'una dair, Nilüfer Kuyaş ise Arzu Başaran'ın “hâlâ…orada” isimli sergisine dair yazdı: "Zamanın Ruhu, Kefaretin Güzelliği". Nermin Yıldırım, Gürsel Korat'la Unutkan Ayna üzerine söyleşti. Erhan Altan "Avangardın Eksikliği" yazısında, "edebiyatın genelinin" soykırımlar, pogromlar ve tehcirler konusunda neden genellikle dilsiz kaldığını soruyor ve ideolojik açıklamaların yanında edebi gelenekteki radikallik eksikliğine dikkat çekiyordu.
Yakınlarda Taner Akçam'ın Yüz Yıllık Apartheid adlı kitabı üzerine Adnan Ekşigil'in eleştirisini yayımlamıştık, Taner Akçam'ın bu eleştiriye verdiği cevap da kısa süre sonra yayımlandı: "Apartheid Kavramı ve Uluslararası Hukuk". Akçam'ın eleştiriye cevabının ikinci bölümü "Yüzyıllık Apartheid ve Ötesi" adını taşıyordu.
Kuruluşundan bir yıl sonra, 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı'ndan Nayat Karaköse, Neslihan Koyuncu ve Hrant Dink Vakfı Danışma Kurulu üyesi, akademisyen Ayşe Gül Altınay ile Mesut Varlık'ın yaptığı söyleşi hâlâ güncelliğini koruyor: "23,5 bizi o karanlığa yürek gözümüzle bakmaya, her neredeysek orada mumlar yakarak başka bir gelecek yaratmaya davet ediyor..."
Nuray Mert'in "Yaralı Canavarlar: Unutmak, Hatırlamak ve Affetmek Üzerine" başlıklı yazısı ise "tarihle yüzleşme"nin sorunlarına dikkat çekiyor ve soruyordu: Tarihle olduğu kadar bugünle de yüzleşebilmek için, gerektiğinde hatırlamak kadar unutmak da mı gerekli?
Üniversite yıllarına kadar Ermeni soykırımından nasıl bihaber olduğunu anlatan İrvin Cemil Schick "İsimlendirme Fetişizmi: Bunun Adı Soykırımdır" adlı denemesinde şunları yazdı: "İnsanlık bu konuda zımnen de olsa şöyle bir karar vermiştir. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar söz konusu olduğunda geriye dönük kanunlar işler. Eğer bu ilkeden feragat edilirse, gelecekte işlenen ve bugüne kadar hayal bile etmemiş olduğumuz korkunç suçlara karşı savunmasız kalacağız. Bunu göze almaya değer mi?"
11 Nisan 2024
Tatil...
Eskiden Ramazan ve Kurban bayramlarında günlük gazeteler çıkmaz, onun yerine bütün gazetelerin ortaklaşa çıkardığı Bayram gazetesi basılırdı. Bayram tatili dolayısıyla biz de küçük bir mola verdik, bu hafta Perşembe günü K24'te yeni yazı yayına girmedi. Tabii Vitrindekiler hariç. – Çünkü sürekli yeni kitap yayımlanıyor ve her hafta kaçırılmaması gereken kitapları seçip listelemeye devam ediyoruz. Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz. Sevgiler, iyi bayramlar, iyi tatiller...
15 Mart 2024
Gündem beklemez – ama hangisi?
Bir kitap/eleştiri dergisinin güncellikle nasıl bir ilişkisi olmalıdır? Mesela dünya kaynıyorken Türkiye’de hippilik üzerine yazı yayımlamak güncellikten uzağa düşmek değil midir?
Sosyal medyanın da kışkırttığı böyle amansız bir güncellik hastalığı var; yeni bir konu popüler olunca, iki gün öncesindekiler hızla unutuluyor, unutulmasa da geri planda kalıyor. Böyle bakarsak aslında yoğunlaşma gerektiren herhangi bir konuya hiçbir zaman sıra gelmeyecek demektir. Burak Kumpasoğlu’nun ilk bölümü geçen hafta, ikinci bölümü de bu hafta yayımlanan uzun yazısı, Türkiye’de çiçek çocuklarının neden ‘açamadığını’, 1968’in Türkiye’de nasıl farklı ‘işlediğini’ ortaya koyması açısından ilginç. Bu arada referans verdiği kitaplar dolayısıyla, 68’i tekrar tartışma imkânı da yaratıyor.
Güncellik; ama hangisi? İki ünlü yönetmenimizin birbirleriyle ağız dalaşına girmesi sosyal medya için kıymetli olabilir, ama K24 için bir konu değildir. İntihal davasında kutuplaştırıcı diskur içinde yer almak da öyle. Fatih Özgüven’in “İki Yazarımız” başlıklı yazısında olduğu gibi, yönetmenlerimizin değerini –belki kendilerinin de bilmediği kadar– bilerek, işlerini tartmak; intihal meselesinde Cem Akaş’ın yaptığı şekilde tartışmaya açık olmayan şeylere dikkat çekmektir bu yayının görevi. Her halükârda, serinkanlı olmak.
Unutmamalı, K24 gibi bir yayının kendi güncelliği var; yayın ve sanat dünyasına doğrudan bağlı olan. Örneğin Huzur’un eleştirel basımına dair önceden Sefa Kaplan’ın bir yazısını yayımlamıştık, bu hafta da Fatih Altuğ eleştirel basımı başka yönleriyle ele aldı. Ayhan Geçgin’in Dünyalararası da yeni yayımlandığı için mercek altında; Hülya Bayram’ın yazısı ilk değil, daha önce Şule Çiltaş’ın denemesini basmıştık. (Basmadık elbette, ah şu ağız alışkanlığı! “Rotatifler beklemez!” klişesi de sık sık geliyor dilimin ucuna, ama onu kullanmak daha zor, ya genç kuşak anlamazsa?) Neyran Günüçer’in üzerine yazdığı İtalo Calvino 100+1 Yaşında! sergisi de, K24’ün gündeminde – sadece Kıraathane İstanbul’da yapıldığından değil tabii…
2024, ölümünün 100. yılı dolayısıyla Kafka yılı ilan edilmiş. Söylenmedik, yazılmadık bir şey kaldı mı Kafka’ya dair? Kaldıysa da pek az… Yazılıp çizilenleri düzeltmek de az iş değil! Kafka’ya dair basmakalıp ve yanlış izlenimleri düzeltmeye çalışan Kafka biyografisi yazarı Reiner Stach ile Aynur Kulak söyleşti…
Tabii, dünyanın ve Türkiye’nin gündemi, hem K24’ü hem de yayın dünyasını, üreten, yazan, yaratan herkesi etkiliyor. Bu nedenle de Filistin’e dair bir yazı dizisi başlattık. Ahmet Ergenç’in yazıları 15 günlük periyotta devam edecek. Behçet Çelik’in mülteciliğe ve göçe dair kitapları ele aldığı yazılar da, ismi konmamış bir dizi aslında. Gelecek haftaki yazı, Sofya Kurban'ın öykülerine dair...
Gündem dışı söz alanlara da kapımız hep açık: Silgiler yayımlanalı, filmi yapılalı yarım yüzyılı aşkın bir zaman geçmişken, Alain Robbe-Grillet ve yeni roman hakkında ilginç bir şeyler söyleyen bir yazıya örneğin.
K24’te son zamanlarda çıkmış bütün yazılara tek tek değinmek imkânsız. Zaten siz, aşağıda ayrıntısıyla anlatıldığı üzere, YAZILAR sekmesinden hepsine ulaşabilirsiniz.
Ben işimin başına dönüyorum şimdi: Rotatifler beklemez!
24 Şubat 2024
Serendipli okumalara davet: Aradıklarınız ve aramadıklarınız
Bazı konulara dair yazıları verdiği tek bir haftada bir araya getiriyoruz, zaten yayına girdikten sonra bu yazılar arşivde Dosya kategorisinde bulunabiliyor. En son hazırladığımız Bilge Karasu dosyasında olduğu gibi…
Sitede dosya sekmemiz var ama doğrusu ben dosya yerine tema demeyi tercih ediyorum, çünkü “Filan dosyası” deyişinde bir tüketicilik; kapsayıcılık iddiası var. Oysa Bilge Karasu’yu ileride –belki başka bir bağlamda–, başka açılardan yeniden ele alacağız; Karasu K24 için kapatılmış bir dosya değil, tekrar ele alınacak bir tema. Tıpkı öteki temalar gibi; sık sık uğranacak bir durak.
Bazı konular ise, haftalara, hatta aylara dağılıyor. Cumhuriyetin 100. Yılı dolayısıyla çıkan kitaplara dair yazılar gibi… Bu yazılar devam edecek.
Son zamanlarda biyografi türünde bir canlanma olduğu söylenebilir. En son Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk: Entelektüel Biyografi’si üzerine Ayhan Aktar’ın değerlendirmesini yayımladık, sırada Yüz – Cumhuriyet tarihinden 100 Portre var…
Aynı şekilde, sanat kurumlarına dair tartışmalar da zamana yayılıyor. Hasan Bülent Kahraman’ın “Türkiye’de Kurulamayan Müzelerin Koşulları Üstüne” yazısından epey önce İstanbul Bienali dolayısıyla Ekmel Ertan’ın “Kurum Eleştirisinden Çoklu Tartışmaya” başlıklı yazısını yayımlamıştık, onu Asu Aksoy’un “‘Büyük Oyuncuların’ Büyük Sorumlulukları” yazısı izlemişti. Bir dosya halinde toplanmamış bu yazılara ulaşmak için arama kutusuna “sanat” yazmanız yeterli. Takdir edersiniz, K24’te görünenden çok fazla yazı var, ana sayfada yakınlarda eklenmiş en fazla 20 kadar yazıyı görebiliyorsunuz, oysa 4500’den fazla yazı arşivde okunmak üzere bekliyor! Dosyalardan yazılara ulaşmak mümkün tabii, ama dosya sayısı da 100’e gelip dayanmış durumda. Aslında en kolayı, değişik etiketlerle yazılara doğrudan ulaşmak… Bir yazarı, bir kitabı ya da bir konuyu arıyor olabilirsiniz. Site yeni adresine taşındığından beri arama fonksiyonu çok iyi ve hızlı çalışıyor.
K24’te yayımlanan güncel yazıları takip etmekte güçlük çektiğini söyleyen okurlara (“çok yazı var”, “sık güncelleniyor”, “birkaç hafta önceki yazılara nasıl ulaşacağız?”) menüdeki Yazılar sekmesini tıklamalarını tavsiye ediyorum, burada da tekrarlayayım.
Böylelikle en sondan en başa, bütün yazıların sıralı bir listesine ulaşacaksınız. Sitedeki yazılara linklerle ve sosyal medya bağlantılarıyla ulaşılabiliyor tabii ki, ama benzerleri gibi bu site de bir dergi; bence bir dergiyi okumadan önce karıştırmalı, aramadığınız şeylere rastlayıp serendipliliğin tadını çıkarmalı, okumayacağınız yazılara bile şöyle bir göz atmalısınız. Dijital dünyada aradıklarınızı bulmanız güç değil, ya aramadıklarınız?
Dijital dünya demişken, önümüzdeki hafta dijitalliğe ayırdığımız üç yazılık küçük bir tema olacak K24’te. Filistin’e dair bir yazı dizisine başladık, devam edecek. Sefa Kaplan’ın bu hafta yazdığı yazıdan sonra önümüzdeki günlerde Huzur’un edisyon kritiği üzerine bir yazı daha yayımlayacağız. Bazen yazılar birbirini çağırabiliyor. Ya da tamamlıyor.
18 Şubat 2024
Calvino’yu niçin okumalı? Ve nasıl: Calvino 100+1
Yazı’nın sanatı çağırdığı da oluyor: Tıpkı Kıraathane İstanbul Edebiyat Evinin, Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın "Herkes Heyecanlanır Sanmıştım" sergisinden sonra ev sahipliği yapmaya başladığı yeni karma sergi gibi: Calvino 100+1.
Kurgusu, tasarımı ve yapımı Bilge Bal, Orhan Cem Doğan ve Sevil Enginsoy Ekinci’ye ait olan serginin katılımcıları: Ali Artun, Bilge Bal, Ci Demi, Aslıhan Demirtaş, Sevil Enginsoy Ekinci Ve Gülsen Şenol [+ Ege Özmen], Fırat Erdim [+ Micah Berger, Run-Qiang Lın, Luke Mcdonell, Peter Mıller, Samarth-Vish Vachhrajanı], Gökçen Erkılıç, Folkolektif [Elif Kendir Beraha, Ceren Balkır Övünç, Nilay Yurtsever], Murat Germen, Ilgın Hancıoğlu, Evrim Kavcar, Onur Kutluoğlu Ve E S Kibele Yarman, Waseem Ahmad Sıddıquı, Ertuğ Uçar, Levent Şentürk [+ Ayşenur Telli, Ali Yasin Altıparmak, Emine Atılgan, İrem Başülmez, Filiz Baykal, İsmail Gökhan Çatal, Dilay Dinç, Ömer Ege Güvendi, Ece Güvercin, Özge Karaman, Earta Pıreva, Hatice Sarıkaya, Metehan Şahin, Havva Begüm Yılmaz, Ayça Yiğit].
Sergiye Calvino ile yaratıcı diyaloğu sürdürmeye, bakışları çoğaltmaya, paylaşılabilir deneyimleri çoğullaştırmaya davet eden iki konuşma/söyleşi ve üç atölye çalışması eşlik ediyor: 24 Şubat’ta, Ayşenur Telli yürütücülüğünde, “Calvino’nun Görünmez Kentler’inden Bir Kart Oyunu” atölyesi; 5 Mart’ta, Elif Kendir Beraha'nın moderatörlüğünde Aslıhan Demirtaş ve Armağan Ekici’nin katılımıyla “Calvino / İnsandan Başka” konuşması; 9 Mart’ta Barış Arman’ın yürütücülüğünde, “Calvino’dan Performatif Okumalar: Ses Beden Mekân” atölyesi; 11 Mart’ta Sevil Enginsoy Ekinci’nin moderatör, Fırat Erdim ve Ertuğ Uçar’ın katılımcı olduğu “Calvino/Görünmez Kentler’i Tekrar Tekrar Okumak” konuşması; 16 Mart’ta, Bilge Bal ve Ilgın Hancıoğlu tarafından yürütülecek “Boğaz’ın Bir Kısa-Kesitini Calvino ile (D)Okumak” atölyesi.
"Yazarın eserlerine giriş" niteliğinde bir Calvino 101 sergisi değil tabii ki bu. Calvino’nun metinlerinden, özellikle de Görünmez Kentler’den yola çıkan, mimarlık ve tasarım ağırlıklı işlerden oluşuyor. Sergiye bir ön hazırlık (ya da tadımlık) olarak Arredamento Mimarlık dergisinin Ocak-Şubat 2024 sayısını okuyabilirsiniz. Sergi kadrosunun çoğunun yazılarının yer aldığı derginin bu sayısıyla Kıraathane’deki serginin birbirini bütünlediği söylenebilir.
Ayrıca K24’te Armağan İlkin’in Calvino’nun 100. doğum günü için kaleme aldığı “Bak, bütün gözlerinle bak” adlı yazısını, Neyran Günücer’in Calvino’nun ünlü eserinin resmedilişine dair kaleme aldığı “Görünmez kentleri görünür hale getirmek” adlı denemesini okuyabilirsiniz. Yine K24’te Elif Tanrıyar’ın Calvino’ya hitaben yazdığı mektubu da bu minik okuma listesine ekleyebiliriz: “Bir ‘kalem sincabı’: Italo Calvino.”
Okumaktan söz edince: Calvino 100+1 sergisi, yazarın unutulmaz metinlerine dönüp yeni bir gözle tekrar bakmak için de bir fırsat. Kendisi Klasikleri Niçin Okumalı’da ne diyordu:
“Klasikler, gerek unutulmazlıklarıyla varlıklarını duyurduklarında, gerek kolektif ya da bireysel bilinçdışı kılığına bürünüp belleğin katmanları arasında gizlendiklerinde, özel bir etki gösteren kitaplardır.”
Sergi sayesinde Calvino’yu keşfedecekler olacağı gibi, Görünmez Kentler’e ya da Ağaca Tüneyen Baron’a tekrar dönmeyi arzulayanlar, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun labirentinde tekrar kaybolmak isteyenler de çıkacaktır.
Bu sergi, Calvino’nun bir klasik olduğuna dair işaret fişeklerinden biri.
14 Ocak 2024
Kaybettiklerimizin ardından: Süreyya Berfe, Ayla Algan
Yeni yılın ilk günlerinde sevgili Süreyya Berfe’yi kaybettik. Hepimizin başı sağolsun. Berfe gibi bir şairi anmanın en iyi yolu, elbette şiirlerini tekrar okumaktır, ya da onun şiirine dair yazılanları. K24’te Asuman Susam’ın “Berfe Şiirine Anlardan Bakmak: Şiir Çalışmaları”, ya da Orhan Koçak’ın “Olmayan Sürüklenen Örtülü” başlıklı yazıları mesela… Berfe’yle çok önceden uzun bir nehir söyleşi yapmış olan yakını Mehmet Kâzım’ın anma yazısı da (“Süreyya Berfe’nin tabiatında ölüm var mıydı?”) dünden beri yayında.
Bu arada, Orhan Koçak’ın söz konusu yazısındaki küçük bir hatayı düzeltmek üzere bize yazan bir okurumuzun, Oğuz Eraslan’ın düzeltisini de yazının sonuna Okur Notu olarak ekledik, kendisine teşekkür ederiz. Hatanın küçük ya da büyük olması çok önemli değil, kopyala-yapıştır çağında hızla yayılması tehlikesine karşı tetikte durmalı. K24 arşivinin olabildiğince hatadan arınması için okurlarımızın da katkılarını bekliyoruz. Sosyal medyadansa doğrudan iletişimi daha çok tercih ederiz… Fırsattan istifade tekrarlayayım: Eleştirilerinizi, uyarılarınızı, yorumlarınızı bizden esirgemeyiniz.
Yeni yılın ilk günlerinde kaybettiğimiz sevgili Ayla Algan’a dair Kıraathane’de gelecek ay bir sohbet gecesi düzenlemeyi planlıyoruz. Şimdiden haberini vermiş olayım.
“Herkes Heyecanlanır Sanmıştım”
Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın şu anda Kıraathane’de devam eden “Herkes Heyecanlanır Sanmıştım” adlı kişisel sergisini de kaçırmamanızı tavsiye ederim. Dikbaş’ı tanıyanların bildiği üzere, salonda yüzlerce küçük resim karşılayacak sizi, yanlarına iliştirilmiş cümlelerle. İliştirilmiş deyince, metinlerin resimlere ek olduğu sanılmasın, portrelerle metinlerin birlikteliği esas burada – ve hatta bazen, kelimeler ön planda. Duru, kolay anlaşılan, ama belki hemen nüfuz edilemeyen, çoğu ironik, tümü gözlemlere dayanan metinler.
Dikbaş’ın eski bir söyleşisinde vurguladığı gibi: Bu işler “Gülten Akın’ın sözleriyle durup ince şeyleri anlamaya” çalışmanın, “gözlem sürecini yavaşlatmaya ve algılama ve kavrayışın gerçekleşme hızına müdahale” etme çabasının ürünleri.
Defter sayfalarının sanatçı tarafından çevrilip okunduğu video bile gayet ‘analog’. Dikbaş’ın işleri küçük boyutlarıyla giderek daha büyük, daha gösterişli, daha teknolojik, daha ‘çarpıcı’ olmaya yönelen bir sanat âleminde son derece istisnai bir yer tutuyor. Koltuk değneklerine (teorilere, teorisyenlere vb.) ihtiyaç duymuyor bu küçük boyutlu işler – ben bir tek Giorgio Hocamben’i gördüm, o da sayılmaz!
Mizahı, ironiyi belli bir sınırda tutabilmek, politik işler yapıp slogancılığa bu kadar uzak durabilmek, hatta anti-slogancı olmak yine sanatçının kendi sözleriyle “aşırı yüklü bir söylem üretme tuzağına düşmemek” içgüdüsünün bir sonucu belli ki.
“Herkes Heyecanlanır Sanmıştım”, 16 Şubat 2024 tarihine kadar (Pazar günleri hariç) 11:00-19:00 saatleri arasında açık… Dikkat: Yarım saatte gezebileceğiniz bir sergi değil bu!
4 Ocak 2024
2024’ün ilk günlerinde
Yıl sonları ve yılın ilk günlerinde, âdettendir, bir önceki yılın muhasebesi yapılır. K24’te 2023 boyunca tam 471 uzun yazı (kritik, deneme, söyleşi, tartıma, portre vb.), 109 kitap tanıtımı yayımlamışız. Toplamda 580 yazı eder, ayda ortalama 48’den fazla yazı… Ayrıca her hafta Vitrindekiler köşesinde çok yeni çıkmış 10 kitabı salık veriyoruz, 2023 içinde öne çıkardığımız kitap sayısı toplamda 520.
Sayılar sadece çalışkan olduğumuzu kanıtlayabilir. Peki ya içerik? Ele aldığı kitaplarla başka kitaplar ve konular arasında bağlantılar kurmaya, bir bağlam oluşturmaya çalışan, açık seçik, berrak ve iyi yazılmış yazılara yer vermeye çalışıyoruz, bazen üzerlerinde çalışıp metinleri bu doğrultuda değiştirmek, yoğurmak gerekse de. Sonuca dair hüküm vermek, içeriğin bir muhasebesini yapmak bize değil, K24’ün aziz okurlarına düşer: K24’ten memnun musunuz? Ne tür yazıların daha fazla olmasını isterdiniz? Beğendiklerinizi ve beğenmediklerinizi bize iletebilirsiniz…
Yazmak demişken, doğrudan K24’e yazı da yollayabilirsiniz. 2023 boyunca çok sayıda yeni yazarımız oldu. Daha da çok olması bizi memnun eder. Buraya herkes yazabilir: Kimin yazdığından çok, yazının bize ne söylediği önemli olan. Tartışmasını ne derece açık seçik yürüttüğü. Ve söylediğini nasıl söylediği: “Lezzet her zaman baş tacımız.”
Galiba aynı şeyleri tekrarlamaya başladım, burada kesiyorum.
Her yılbaşı umutlar, dilekler havada uçuşur, ama havai fişekler ve konfetilerden sonra dünyaya ve Türkiye’ye bakınca gördüğümüz, iç açıcı ve ümitvar bir manzara değil. Küresel iklim değişikliği, savaşlar, katliamlar, soykırım girişimleri, ırkçılık, politikanın yozlaşması, insan haklarının ve ifade özgürlüğünün tüm dünyada yara alması… Bu liste böyle uzayıp gider.
Bir kısmımız, “eller aya biz yaya” diye diye de olsa, nihayetinde uzay çağında büyümüş insanlarız. Sonraları –zamanın cumhurbaşkanının dediği gibi “biraz İngilizce, biraz bilgisayar”ın yeterli olduğu– iyimser bir bilgi çağından geçtik, ama post-truth’lardan, küresel iklim krizinden sonra artık güzel bir isimle anılmaz oldu yaşadığımız günler.
Havalı isimlere (post-endüstriyel çağ gibi) isme sahip o eski günler de toz pembe değildi, ama şimdinin karanlık olduğu hususunda hemen herkes hemfikir. (Nilüfer Kuyaş, birkaç yıl önce K24'te "Felaket Estetiği" başlıklı yazısında 1920'lerle bugün arasında paralellikler kurmuştu. 20'lerden sonra 30'ların geldiği hepimizin malumu...) Holocene ile jeolojik çağların bittiği, artık insan eliyle biçimlenen (ya da hızla bozulan) Anthropocene içinde yaşadığımız söylenmişti; yaşadığımız döneme “korkunç 20’ler”in (terrible twenties) yanı sıra, “assholocene” ismi de yakıştırıldı 2023’ün son günlerinde… Gerekçe, karanlık ve kaotik olması bir yana, bu yeni çağın rasyonaliteden, etikten ve dürüstlükten yoksun oluşu… Bir uzmanına (mesela Susma24’e) sormak lazım, assholocene’i Türkçeye “küresel yüzsüzlük çağı” diye çevirsek otosansür mü yapmış oluruz?
İsimler, etiketler bazen müphem olanı daha belirgin, görünmeyeni de elle tutulur bir hale getiriyor, ama sonuçta bir etiket, yine de bir etikettir ve vurguladığından daha fazlasını da gizleyebilir bazen; işleri –ister istemez– olduğundan daha basit göstererek.
Aceleci etiketler kadar, şiir de bir yol olabilir. Mesela geçen gün yayımladığımız zarif yazısında Mahmut Temizyürek şair Aydın Afacan’ın zamanımıza dair söylediklerini şöyle aktarıyor bize:
“Peki, öyleyse neden şair için “dünya çok uzak”? Afacan şiiriyle yanıtlıyor bu soruyu: “Karanlık zaman” diyor yaşadığı zaman için, “sırrını erdiğin yerde kaybolan” bir zaman bu; “mezarlıklar çağı”, “yakarılar” çağı; “gri” bir çağ, “köprüleri yıkılmış”; anlamlar değerini hızla yitirmiştir; “buradaydı az önce”, onu “almışlar”dır; “şehirler “kopuk”, “sokaklar uzak bir ülke” gibi ya da “kilitli”dir; “en büyük ağacı” koparılmış siyah bir “gece”de yaşanıyordur. Sorar şair; “nereye dayamalı dünyayı bu boşlukta?”, “altına şarkılar sakladığım merdiven nerede?” Dünyaya ruhunu veren “melek nerede?”
Yaşadığımız çağı seçemiyoruz, ama küsmek olmaz; onu bir parça olsun daha iyi hale getirmek için bunca acının, yoksulluğun, şiddetin, riyakârlığın ortasında çalışabiliriz – yaptıklarımızın bir işe yarayacağına inanarak.
“2023’ün kitabı” dosyası gelecek hafta sona erecek. Ocak ayının ikinci yarısında bir Bilge Karasu dosyamız olacak, dosyanın bazı yazıları hazır, bazıları henüz gelmedi. ‘Dışarıdan’ yazı göndermek isteyenler için de hâlâ vakit var.
2024 için en iyi dileklerimle... Hepimize umut, sabır ve irade temenni ediyorum en çok.
21 Aralık 2023
Soruşturma: “Bence 2023'ün kitabı...”
Bu yılı da giderayak kitaplarla analım istedik. Ve K24'ün düzenli yazarlarına şöyle bir davet mektubu gönderdik:
“Bu yılın kitabı sizce hangisidir?
K24’ün “2023 yılının kitabı” dosyası için sizden en az iki en fazla beş A4 sayfalık bir yazı yazmanızı rica ediyoruz. (5.000 ila 12.000 vuruş).
Bu yılın kitabı sizce hangisidir? Bu soruya cevap verecek, tabii ki öznel seçiminizi yansıtacak ve temellendirecek bir yazı. Kitabın kurgu ürünü ya da kurgu dışı, Türkçe ya da başka bir dilde olması fark etmez, önemli olan ilk baskısının (ya da Türkçe çevirisinin) bu yıl içinde yapılmış olması. Seçtiğiniz kitabın sizin için neden bu kadar önemli olduğunu ve benzerlerinden nasıl farklılaştığını anlatan yazınızı en geç 12 Aralık 2023 tarihine kadar gönderebilirseniz seviniriz.”
Yazı sayısı fazla olduğu için yayımı üç haftaya yaydık; 21 Aralık, 28 Aralık ve 4 Ocak. Yazıları bize geliş sırasına göre yayımlıyoruz. Yeni yılın ilk haftasında 2023'ü ve 2023'ün kitaplarını değerlendirmeyi bitirmiş olacağız. Tabii, soruşturma dışında da yazılar yayına girecek bu süre zarfında; bugün olduğu gibi.
Geçen yıldan bir alıntı yapmama izin verin:
“Listeler, dosyalar, soruşturmalar: Eninde sonunda bunların hepsi daha çok sayıda kitaptan söz etmeye, kitapları tartışmaya, tartmaya, karşılaştırmaya yarayan birtakım vesilelerden başka bir şey değil. Biz de yıl sonlarında bu vesile etme fırsatını kaçırmıyoruz: Söylemeye gerek var mı, her zaman olduğu gibi, bu dosyada seçilen ve üzerlerine yazılan kitaplar yazarlarımızın öznel seçimleridir. Ama her bir seçimin ne kadar ikna edici, ne kadar iştah açıcı olduğuna yazıyı okuyunca siz karar vereceksiniz. Amacımız bir kitabı empoze etmek değil, o kitaba davet etmek.”
15 Aralık 2023
Behçet Çelik'le birlikte “Kum Tanecikleri Anlatıcısı Tomris Uyar” sempozyumuna dair
Bursa Nilüfer Belediyesince düzenlenen Tomris Uyar sempozyumu 15 Aralıkta başlıyor. Aslında bütün bir 2023 yılı boyunca devam eden “yılın yazarı Tomris Uyar” etkinliklerinin kapanışı da demek bu.
Bursa Nilüfer Belediyesi, 2013 yılından bu yana her yıl bir yazarı yılın yazarı ilan ederek yıl boyunca o yazarla ilgili etkinlikler düzenliyor. Bugüne kadar Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sevgi Soysal, Nezihe Meriç, Fakir Baykurt, Gülten Akın ve Sait Faik yılın yazarı olarak belirlenmişti. 2023 yılında da bu gelenek Tomris Uyar ile devam etti.
Yıl boyunca gerek Nilüfer’deki kütüphane, okul, fabrika ve köylerde gerekse çevrimiçi olarak düzenlenen etkinliklerde Tomris Uyar’ın öyküleri tanıtıldı, tartışıldı ve çeşitli etkinliklerde sanatçılar tarafından seslendirildi. Bunların yanı sıra liselerarası kitap kapağı tasarımı yarışması ve ülke çapında katılıma açık bir öykü ödülü düzenlendi. Yıl boyunca süren bu etkinliklerin son ayağını ise 15/16 Aralık günlerinde düzenlenecek olan “Kum Tanecikleri Anlatıcısı Tomris Uyar Sempozyumu” oluşturacak.
İki gün sürecek olan ve sempozyum açılış konuşmasını Sema Kaygusuz’un, sempozyum kapanış konuşmasını da Yekta Kopan’ın yapacağı “Kum Tanecikleri Anlatıcısı Tomris Uyar Sempozyumu”nda müzikli okuma tiyatrosu ile yıl içinde düzenlenen yazı atölyelerinin değerlendirileceği etkinliğin ardından öyküleri, yazıları, günlükleri ve çevirileriyle edebiyatımızda çok özel bir yeri olan Tomris Uyar’ın edebiyatçılığı dört oturum halinde çeşitli akademisyenler ve yazarlar tarafından tartışılacak. Sempozyumun son oturumunda da Tomris Uyar’ın yakın çevresinde bulunmuş arkadaşları Uyar’la ilgili tanıklıklarını izleyicilerle paylaşacaklar.
Yılın Yazarı Tomris Uyar Proje Danışmanı (aynı zamanda K24 yazarı ve yayın kurulu üyesi) Behçet Çelik sempozyum için şunları söylüyor:
“Tomris Uyar’ın edebiyatımızda çok özgün bir yeri var. Onun edebi ve düşünsel emeğinin tamamını okumak bunu yapan kişiye sadece bir öykücünün yapıtlarını yakından tanıma imkânı vermez, bu yöndeki okumalar çok daha geniş alanlara açılacak kapıları aralar. Nilüfer Belediyesi Kütüphaneler Müdürlüğündeki arkadaşlarla beraber bu seneki yılın yazarı sempozyumunun kapsamını belirlerken Tomris Uyar’ın edebi ve entelektüel emeğinin farklı görünümleri ile onun gündelik hayattaki duruşunu aktarmayı, özellikle de yeni kuşaklara popüler mecralarda sunulan Tomris Uyar imgesinin ne kadar yanlış, eksik ve hatalı olduğunu göstermeyi amaçladık.”
13 Aralık 2023
Diz Boyu Papatyalar
Sevdiğiniz her öykücünün özellikle unutamadığınız bir öyküsü, her romancının favoriniz olan bir romanı mutlaka vardır. Tomris Uyar söz konusu olduğunda benimkisi, "Diz Boyu Papatyalar". Belki ilk okuyuşumda değil, ikincisinde: Sevgili Sumer (Atak), öykünün hikâyesini [öykünün hikâyesi!] anlattıktan sonra Papatyalar'ı tekrar okuduğumda, hem öykü bir parça değişmişti gözümde hem de öyküde izleri olan sevdiğim iki kişi. Değişme de değil aslında, başka bir ışık altında görünmeye başladılar, diyelim.
Hikâye şöyle: Bir gazetede Sumer görmüş Diz Boyu Papatyalar ilanını. Sanırım güneyde bir yerde bir arsa ya da tarla için verilmiş bir gazete ilanı. (Hani eskiden, basılı gazeteler vardı, o gazetelerin de seri ilanlar sayfaları...) Sumer'in çok hoşuna gitmiş bu ilan, herkese de anlatmış (ya da göstermiş). "Tomris bunu kullanabilir miyim diye izin istedi," diye anlatmıştı, "izin de ne demek" demiş Sumer de –haliyle...
Öyküde Sumer ile çok erkenden kaybettiğimiz sevgili İskender'in izleri gayet belirgin: Şermin operada kemancıdır, oğlu Ahmet de "ansızın büyüyen ellerini kollarını nereye koyacağını" kestiremeyen bir ergen. Öykünün onları anlattığını söyleyemeyiz yine de, olsa olsa ana-oğul, ikisinin hayatlarından bir kesit var.
Tomris Uyar sempozyumu için Behçet ile konuşurken aklıma düştü, Diz Boyu Papatyalar'ı aradım, tabii ki bulamadım evde, ama Coşkun (Ak) imdadıma yetişti her zamanki gibi. Onun sayesinde tekrar okuyabildim. Aynı metnin farklı yaşlardaki okumaları arasında uçurumlar olabilir; bir klasik olsa da zaman içinde az çok metin değişmiştir (edebiyat eseri dediğimiz şey zamana karşı direnir, ama zamandan hiç etkilenmez değil; yıpranır, gelişir, farklı yanları ortaya çıkar vb.) ama esas olarak biz değişmiş, yaş aldıkça başka biri olmaya başlamışızdır. 70'lerin sonuna –ve ergenliğime– denk gelen ilk okuyuşumdaki izlenimlerimi hatırlamıyorum pek. İkincisini, yani 80'lerin sonunda Sumer'den öykünün hikâyesini [bak, yine!] dinledikten sonraki okuyuşum gayet net gözlerimin önünde. Hatırladığım öyküye bir belgesel olarak yeniden merakla bakışım: İskender'in genç bir adam olarak silueti! Bugün, biraz önce okuduğum ise, –'aydın' kelimesine takılmış olmak gibi önemsiz şeyler dışında– artık bambaşka, hüzünlü bir öykü: Her şeyden önce İskender Savaşır ve Tomris Uyar aramızda değil artık.
Birkaç gün içinde mutlaka Sumer'i ziyaret etmeli, birlikte keşkül yeriz, ekrandan bir şey okuma alışkanlığı yoktur onun, bu yazdıklarımı sesli olarak ona okumalı... Hoşuna gider, bir iki yanlışımı düzeltir mutlaka, konuşur avunuruz.
11 Aralık 2023
Küratörü Necmi Sönmez'den Tomris Uyar sergisi üzerine
Nilüfer Belediyesi 2023 yılını Tomris Uyar’a adamıştı. Yıl boyu yapılan etkinliklerden sonra, şimdi de yazarın çalışma ve yaşam alanını Nilüfer’e taşıyan bir Tomris Uyar sergisi 15 Ocak 2024 tarihine kadar izleyicilerini bekliyor. Serginin küratörü (aynı zamanda K24 yazarı) Necmi Sönmez, kısaca sergiyi anlattı:
– Bu tür sergilerde çok uzun süreden beri yazarların hayat hikâyelerine odaklanan kuru bir anlatım hakimdi. Bunu aşmak için Tomris Uyar'ın bir ada olmadığını, etrafında, diyalog içinde olduğu kişilerle şekillenen yaşama biçimi üzerine yoğunlaştım. Kısmen tanıklığını üstlendiğim bu yaşama tarzı hiç kuşkusuz onun yazılarını etkiliyor, dünyaya olan bakış açısını da ortaya koyuyordu. Serginin odağına bunu dolaysız olarak aktarması için onun oturma odasını, resim koleksiyonunu taşımayı düşündüm. Oğlu H. Turgut'a bu fikri açtığımda son derece olumlu karşıladı. Zaten onun evin tüm eşyasını ve annesinin, babasının arşivini eksiksiz olarak koruması fikirlerimizin uyuşmasına yardımcı oldu.
– Resim koleksiyonunu ele alırken Tomris Uyar'ın tamamı yakın arkadaşı olan sanatçılarla kurduğu bağlar da ortaya çıkıyordu. Çünkü profesyonel yazı çalışmalarında 1970'lerden itibaren ressamlarla, fotoğrafçılarla ortaklıklar kurmuş, bunu ele aldığı birey dünyasının bir parçası olarak yorumlamıştı. Turgut'la bu resimleri tek tek elden geçirirken, onları kitaplarının kapağına, içeriğine taşıyan özellikleri de dikkatimizi çekti. Serginin omurgasını da yazınsal ve görsel ortaklıklar üzerine kurguladık. Çünkü hem bu resimlerin, hem de eşyaların kitaplarındaki gölgeleri belirgindi. Sergi kuru bir biyografik anlatım yerine birbirini etkilemiş olan imgesellikleri ön plana çıkarıyordu.
– Kişisel olarak günlüklerini de sergide bir katman olarak değerlendirmek istiyordum. Turgut bu konuda da yardımcı oldu ve 1991'de tutmuş olduğu bir güncesini gösterme iznini verdi. Bu günlüğü okurken, izleyicilerin de onun yazış biçimini, ritmini kavramaları için serginin duvarlarına aktarmayı düşündüm. Defter sayfalarını büyüterek sergi duvarlarına aktardığımızda kısa cümlelerle kurguladığı anlatım son derece etkileyici biçimde ortaya çıktı. Böyle oluşturduğumuz duvarların ilk bölümünde özgün kitaplarını, ikinci bölümünde ise çevirilerini rafların üstünde sergiledik. Böylece çok katmanlı bir sergi oluştu.
– Kişisel olarak sonuçtan memnunum.
4 Aralık 2023
Sansür ve linç
“Başlığında ‘Türkçe edebiyat’ ifadesi kullanıldığı için hedef gösterilen etkinliği İBB iptal etti.”
Geçen haftaki Susma24 haberlerinden biri buydu.
Sosyal medyadaki havanın giderek zehirli bir hale gelmesini, karalama kampanyalarının, ‘linç’ girişimlerinin yaygınlaşmasını herkes kanıksamış olabilir – bunların bir kısmının maaşlı troller tarafından başlatılmasını ve körüklenmesini de. Ama sosyal medya gürültüsü nedeniyle büyük bir kurumun bir etkinliği iptal edilmesi, doğrudan zorbalığa ve şantaja boyun eğmektir.
Mesele “Türk Edebiyatı – Türkçe edebiyat” tartışması: “Her edebiyatçı kendi zaviyesinden bakmakta özgürdür,” diyor hedef gösterilen Senem Timuroğlu; “biri Türk edebiyatı der, diğeri Edebiyatın vatanı dildir, Millet ya da Irk değildir diyerek Türkçe kullanımını seçer.” Üstelik, bence aynı kişi bazen birini bazen de ötekini kullanabilir, bu iki terim birbiriyle tamamen örtüşmediği için.
Bu vesileyle tam üç yıl önce K24’te bu tartışmanın enine boyuna yapıldığını, her iki taraftan da argümanları içeren dokuz yazının bir dosyada toplandığını hatırlatalım. Tabii, tartışmaya ve diyalog kurmaya niyeti olanlar için…
K24’teki Türkçe edebiyat tartışması Mesut Varlık’ın yazısı ile başlamış, neredeyse 30 yıl kadar önce bu tartışmayı açan ve tesadüf, geçtiğimiz hafta bir şiir kitabı yayımlanan (Eeen Güzel Şey) Kıbrıslı şair Mehmet Yaşın’ın mektubu alevlendirmişti. Dosyadan Mesut Varlık, Mehmet Yaşın, Ahmed Nuri, Taçlı Yazıcıoğlu, Ahmet Ergenç, Korhan Altunyay, İrvin Cemil Schick ve – yakın zamanda kaybettiğimiz– Roni Margulies’in yazılarını okuyabilirsiniz…
Bu arada, İthaki Eeen Güzel Şey’in yanı sıra Mehmet Yaşın’ın yayıma hazırlanan yeni romanı Selam Metin Ben Berceste’yi, 2014’de Fransızca olarak yayımlanan kitabının ilk Türkiye baskısı Sapfo ile Rumi’nin Karşılaşması’nı ve Şiirin Yaşama Israrı’nı da yayına hazırlıyor. Herhangi bir mantık silsilesi izlemedikleri belli olan kampanyacılara yine de nafile bir soru: Türkçe edebiyat demek ‘yasaklanırsa’ Mehmet Yaşın’ı Türk Edebiyatı’nın içine mi almalıyız, yoksa tamamen yok mu saymalıyız?
15 Kasım 2023
Bilge Karasu'nun kendi sesinden: Gece'den bir parça
Bilge Karasu'nun ses ve görüntü kaydı neredeyse yok denecek kadar azdır. İnternet öncesi dünyada, bugünkünün aksine ses ve görüntü kaydı nadirattandı. Aynı zamanda dijitallik öncesi dünyadan söz ediyoruz, yapılan amatör kayıtlar da uzun ömürlü olamıyordu. (Örneğin kendisiyle 1990'ların başında yaptığım ve kaydettiğim –yarım kalmış haliyle ölümünden sonra yayımlanan– uzun söyleşi, manyetik ortamın azizliğine uğrayıp kısa süre zarfında, ses teknisyenleri tarafından bile kurtarılamayacak ölçüde hışırtılı ve anlaşılmaz bir hale dönüşmüştü...)
Bu nadir ses kayıtlarından birini Yuşa Kılıç internette bulmuş, kendisine çok teşekkür ederiz. Gece'ye Pegasus ödülünün verilmesinden sonra Mobil Corporation ile New York Üniversitesi tarafından düzenlenen bir etkinliğe ait olan kayıtta Karasu'nun yanı sıra Gece'nin -yazarın kendisiyle birlikte- çevirmeni Güneli Gün, Talat Sait Halman, Mary Lee Settle ve Mona Simpson yer alıyor. Karasu'nun Gece'den kısa iki bölüm okuduğu etkinlikte, romanın yanı sıra Türk Edebiyatı ve çeviri sorunları da tartışılıyor.
5 Nisan 1994 tarihli etkinlik kaydının tamamına Pen America'nın arşivinden erişebilirsiniz.
Bir buçuk saat süren bu kaydın sadece Bilge Karasu'nun sesini içeren küçük bir kısmı da şuradan dinleyebilirsiniz: Gece'nin 56. ve 57. bölümlerini (Metis Yayınları, 8. baskı, Mart 2013, s. 123-126) kendisi seslendiriyor.
Bu arada, Metis Yayınları ile Sanat Kritik tarafından düzenlenen Bilge Karasu Günleri 17-18 ve 24 Kasım 2023 arasında yapılıyor. Etkinliklere paralel olarak düzenlenen sempozyum sergisi ise 15 Kasım-15 Aralık tarihleri arasında açık...
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 48
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Ateistler için Din / Biliyorum, Ama Yine de… / Dolanık Beyin / Kâğıttan Kaplan / Kızıl Meşe / Sanat Eserine Dönüşmek / Sanat ve Anlamın İnşası / Tatil Kitabı / Tipografi / Türkçe İkilemeler Sözlüğü