• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Ingeborg Bachmann

ve dilin imkânsızlığı

“Çocuk yaşlardan itibaren ailesinde, ülkesinde ve Avrupa kıtasında faşizmle karşı karşıya kalan ve ertesinde dil felsefesi okuyan bir insan, başta kendi anadili olmak üzere bütün dillerden kuşku duymakta haksız mıdır acaba?”

Ingeborg Bachmann, 1962. (Fotoğraf: Heinz Bachmann, Ingeborg Bachmann Eine Hommage sergisinden, Literaturmuseum, Viyana, 2022.)

SEFA KAPLAN

@e-posta

KRİTİK

27 Haziran 2024

PAYLAŞ

1.

Bu kez yola çıkmama ya da daha doğru bir ifadeyle yoldan çıkmama vesile teşkil eden, bir gece yarısı Boston Review’da karşılaştığım o bildik fotoğraf ve çarpıcı bir yazıydı. Hani Attilâ İlhan, içinde işkence kelimesi geçmeden işkenceyi bütün ürperticiliğiyle anlatan ve bütün bunlar olup biterken yaşamanın anlamsızlığını suratımıza çarpan Sana Ne Yaptılar şiirinde, “o sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi / bir bıçağın ağzında yürür gibiydin / demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında / gözlerinde karanlığı dar hücrelerin / seni görür görmez özgürlüğümden utandım” der ya bütün mahcubiyetiyle, ben de Ingeborg Bachmann’ın bütün yaralanmışlığını okunur kılan fotoğrafını görür görmez, uzunca bir süredir Malina’yı ihmal ettiğimi hatırlayıp kendimden utandım.[1]

Oysa, yağmur damlalarının toprağa ve gül yapraklarına yakıştığı, rüzgârın, fırtınanın ya da lodosun birbiriyle yarıştığı o eski menevişli zaman dilimlerinde, her ilkbahar ya da sonbahar bir tür Malina şenliği veya depremiydi benim nazarımda. Caddebostan ile Suadiye arasında dolanırken mesela, yahut beklenmedik bir kararla Bostancı’dan vapura atlayıp Heybeli korusunda nefes alıp verirken, söz yazarı Yahya Kemal, bestekârı Münir Nurettin Bey olan şarkılar eşlik etmeye başladığında yürüyüşlerime, (“Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde / Sen nerdesin ey sevgili yaz günleri nerde…”) gidip bir kez daha Malina’nın kapısını çalacağım bilinirdi. Ayaklarım yıllardan değil de, yıllar ayaklarımdan yorulmuşsa eğer vaktin öte yakasında, gönül pencerelerini bir kez daha Malina’ya yakın tutma zamanının geldiği bilinirdi.

Zira bilinirdi ki, hiçbir şeyin değilse bile, Seferberlik Şiirleri’ne epilog kılınan şu paragrafın hatırına Ingeborg Bachmann ile yeniden buluşmak, Malina ile bir kez daha yüzleşmek kaçınılmazdı:

Yalnızca zamanı belirtirken uzun uzun düşünmek zorunda kaldım, çünkü insanların her gün ‘bugün’ demelerine, dahası demek zorunda kalmalarına karşın, benim için ‘bugün’ diyebilmek neredeyse imkânsız; örneğin insanlar bana –yarın bir yana– bugün ne yapmak istediklerini bile anlattıklarında, çoğunlukla sanıldığının aksine, dalgın bakmaya değil, ama ne yapacağımı bilemediğimden, çok dikkatli bakmaya başlıyorum; ‘bugün’ ile aramda işte bu denli umutsuz bir ilişki var (...) Burada ‘bugün’le neyin anlatılmak istendiğini en iyi bilen, hayatında bir kez olsun ölesiye yalvaran bir mektup yazmış, ama sonradan onu yırtıp atmış olan insandır (...) Çünkü Bugün sözcüğünü kullanma hakkının aslında yalnızca kendini öldürmek isteyenlere ait olması gerekir.[2]

İlk okuduğum günden bu yana, Malina ile “aramda işte bu denli umutsuz bir ilişki var…”

2.

Muhtemelen menevişli günler memleket ufuklarını terk edeli beridir, (Yahya Kemal olsa, “Duyulan gökte kanat yerde top sesleridir” vezninde devam ederdi bezgin yürüyüşüne!) bu defa Boston Review yetişti imdadıma işte ve elimden tutup Bachmann ve Malina kıyılarına sürükledi beni. İyi ki de öyle oldu, yoksa nasıl katlanılırdı ki çarmıhını bile yadırgayan bunca çileye? Yıllar önce yazdığım bir yazının başlığını, “Mahrumiyet mevsimlerinde Malina’dan medet ummak” koyuşumdan da anlaşılacağı üzre, bir tür teselli arayışı kimi zaman bu; kimi zaman da, “Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda / Şimdi hanûmansız bir serseriyim kendi öz diyarımda” çığlığı. “Ne farkı var ki birbirinden” diyenlere itiraz etmeye yeltenmeyeceğimi de bilsin Kandilli’nin inişleri ve Mihrâbât’ıni yokuşları.[3]

Ingeborg Bachmann

Oysa Peter Filkins’in “Ingeborg Bachmann’ın Dil Rüyası” başlığını taşıyan yazısı, böyle parçalı bulutlu bir atmosferde gezinmek yerine, son derece derli toplu, hatta kravatlı denebilecek bir sakinliğin ve akademik terbiyenin karasularından taşra çıkmıyor. Esasen akademik terbiyeye yabancı olmayan Bachmann’ın, yazının güzergâhından yahut seyir şeklinden bir miktar tedirginlik duyabileceğini sezsem bile, Filkins’e haksızlık etmenin hiç mi hiç gereği yok. Zira hayli emek verilmiş bir metin var karşımızda. Kaldı ki, Filkins de netice itibariyle bir şair. İngilizceden Türkçeye şiir çevirisinin iki önemli isminin Şavkar Altınel ve Roni Margulies olduğunu hatırladığımızda, Almanca-İngilizce ekseninde de Peter Filkins benzer bir fonksiyon üstlenmiş gibi görünüyor. Zira, Bachmann tercümeleriyle hem Amerikan Çevirmenler Birliği’nden, hem de Avusturya’dan Seçkin Çeviri Ödülü almış bir isim söz konusu olan. (Ahmet Cemal bu diyarları terk etmemiş olsaydı da, Almancadan bir başka dile şiir aktarmanın ne türden uçurumlar barındırdığını sorabilseydik kendisine.)[4]

Ingeborg Bachmann’ın 1972’de yani yeryüzüne veda etmeden bir yıl önce yaptığı bir konuşma, nitelikli yazarların kıstırılmışlığıyla birlikte varolma biçimini de ortaya koyması bakımından hem trajik hem de dramatik bir çaresizlikle baş başa bırakıyor insanı: “Yalnızca yazarken var oluyorum. Yazmadığım zaman ben bir hiçim. Yazmadığım zamanlarda kendime yabancıyım, kendimden düşmüşüm. Ve ben yazarken sen beni görmüyorsun, kimse görmüyor.” Buradaki asıl önemli ifade, “Yazmadığım zaman ben bir hiçim” kadar, “Ve ben yazarken sen beni görmüyorsun” detayı olmalı kanaatimce. Şüphe mi var, sağlam bir felsefe eğitimi alan Ingeborg Bachmann da biliyordu, en azından bu anlamda esasen bir ‘hiç’ olmadığını. Asıl üzerinde durulması gereken, onu bu uçurumun kıyısına getiren badirelerdi. Öyle anlaşılıyor ki, bunun arkasında, “ve ben yazarken sen beni görmüyorsun” diye seslendiği kişi / kişiler mevcut. Paul Celan mı, Ivan mı, Malina mı, yoksa Max Frisch mi? Kuvvetle muhtemeldir ki, hepsi birden![5]

3.

Postmodern devirlerin yol açtığı alışkanlıklara, davranış kalıplarına ve nihayet özendirdiği yaşama tarzına itiraz edip direndim kendi çapımda bunca yıl, ancak yaşanan değişimin kimi zaman bir nimete dönüşebileceğini suratımın tam ortasına raptiyeleyen, YouTube’da bütün çarpıcılığıyla karşıma çıkıveren dört dakikalık bir Ingeborg Bachmann söyleşisi oldu. Malina ile kelimenin gerçek anlamıyla ilk kez boğuştuğum netameli mevsim dönümlerinde, yazarıyla yapılmış bir konuşmayı bilgisayar ekranından izleyebileceğimi söyleseydi birisi, çarpık bir dudak kıvrımıyla gülüp geçerdim büyük ihtimalle.

Ingeborg Bachmann
Malina
çev. Ahmet Cemal
YKY
1. baskı, Mayıs 2004
16. baskı, Mart 2024
288 s.

Oysa, işte karşımda çehresini bütünüyle sarıp sarmalayan mısır püskülü saçlarıyla kırgın tebessümlerin kıyısında gezinen, gözbebeklerindeki hüznü klavyesiyle oynadığı daktilonun hangi köşesine yerleştireceğini bir türlü bilemeyen insan Ingeborg Bachmann’ın ta kendisiydi. Eline tutuşturulan soruları tekrarlıyor izlenimi veren ve hakikaten lüzumsuz bir gazeteci görünümüne bürünen muhatabına direniyordu zaman zaman hırçınlaşan bir ses tonuyla. Tedirginliği kendisine bu kadar yakıştıran kaç insan vardır yeryüzünün kara tarafında, bilmiyorum fakat daktilonun klavyesine dünyanın en doğal işiymiş gibi dokunan parmakları kanaatimce umutsuzluğunu da sergiliyordu bütün cepheleriyle. Hani Adalet Ağaoğlu günlüklerinde tashih mi, yoksa tevafuk mu olduğu bütünüyle belirsiz bir şekilde “çatışma masası” diye tanımlar ya “çalışma masası”nı, Bachmann da öyle bir masanın gerisindeydi işte. Ancak bu kez masayla değil, karşısındaki gazeteciyle çatışıyordu anlaşılan o ki! Zira sergilediği güven, erken gelmesine rağmen hazmedilmiş bir şöhretin izlerini taşıyordu. Gazeteci arkadaşımız bunun farkında değildi ne yazık ki…

Yıl 1964. Bachmann özenle giyinmiş besbelli ki ya da her günkü sıradan kıyafetinin bir parçası bu. Bilmiyoruz. “O da benim gibi Avusturya dil ikliminden geliyor” diyor Georg Trakl ile ilgili bir soru üzerine. Muhabir cevabın mahiyetini anlayıp algıladı mı acaba? Bilmiyoruz. Muhabirin, gene sıradanlığın karasularında gezinen, “İtibarınızı şiire borçlusunuz, düzyazılarınız o kadar ilgi çekmedi, asıl yeteneğiniz düzyazı değil de şiirmiş gibi görünüyor” pervasızlığına cevaben söyledikleri son derece çarpıcı: “Bir yazarın yeteneğinin ne olduğu bu kadar erken tartışılamaz, nihayetinde yıllardır şiir yazmıyorum ben ve yazmayacağım. Okurları ve eleştirmenleri düş kırıklığına uğratma pahasına, bir sonraki kitabımın bir roman olacağını düşünüyorum.” Masadaki abajur, raflardaki kitaplar, o sevecen ama inadına kırık tebessüm ve hâlâ klavyede gezinen parmaklar direniyor belli belirsiz. “Doğayı şiirlerinize mi yansıtmak istiyorsunuz?” gibi hakikaten tahammülfersa bir soruya, inanılmaz bir sabırla, “Hayır, kesinlikle istemiyorum. Doğa ya da şiirle bağlantılı olarak doğadan ne kastedildiği hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Üç çeşit çiçeği zorlukla ayırt edebiliyorum birbirinden” cevabını verebilecek başka kim olabilir ki?

Muhabir ve kamera biraz geriye çekiliyor daha sonra. Kendisine hayli yakışan incecik parmaklarıyla önündeki daktilonun tuşlarına rastgele dokunan Bachmann’ın çalışma / çatışma odasını görüyoruz bütün yalınlığıyla. Duvarda bir ayna, kanepenin önünde kitaplarla dolu bir sehpa, biraz önce söyledikleriyle çelişmesi için bilhassa konmuş izlenimi veren bir vazo dolusu çiçek, bir abajur, tül perdeler ve tavana kadar uzanan bir kitaplık. Kalkıp bir kitaba uzanıyor Bachmann, kamera kütüphaneye yaklaşıyor. Kalın ciltlere eşlik eden, yan yatmış daha ince kitaplar. “Ve daha incelikli, daha kısa bir hayat.” (Bu son cümle söyleşide yok!)[6]

4.

Şair, kısa öykü yazarı, romancı, denemeci Ingeborg Bachmann, 20. yüzyılın ikinci yarısında Almanca yazan en önemli birkaç yazardan biri. Bu tutkulu yazarın muhtelif çalışmaları arasında genellikle şiiri daha ön plana çıkartılır her zaman. Sadece İngilizce okuyanların hâlâ yeterince Bachmann’ı yok ama (Filkins’in) nitelikli çevirilerinden oluşan bu cilt Bachmann’a başlamak için mükemmel bir fırsat. Çevirmenin kitabın girişindeki mükemmel makalesini ve notlarını da ihmal etmeyin.

Susan Sontag,
1979.

Peter Filkins’in ilk Bachmann çevirisinden övgüyle söz eden isim hiç de yabancımız değil: Susan Sontag. Filkins 1994’te belki de ilk kez İngilizce konuşulan dünyayla buluşturmaya kalkıştığında Ingeborg Bachmann’ın şiirlerini, bu sözlerle değerlendiriyor Uçuştaki Şarkılar’ı Sontag. “İngilizce okuyanların yeterince Bachmann’ı yok” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, söz gelişi Malina henüz yeterince kanatlanmamış koca kıta üzerinde. Oysa Türkiye’de kitap okumaya meraklı azınlık, daha 1985 yılında, Ahmet Cemal ile BFS’nin çabaları neticesinde ‘maruz kalmıştı’ Malina depremine! Ahmet Cemal’le kitap hakkında birkaç kez konuştuğum için, kimi zaman bir cümle üzerinde günlerce nasıl titizlendiğini de biliyorum bir miktar. Malina’nın sonraki yıllardaki Can ve YKY baskıları, BFS ile mukayese edildiğinde daha kaliteliydi hiç kuşkusuz ama bunun sebebi BFS’nin özensizliği değil, yayın dünyasının sermayeyle doğrudan yüz yüze gelmesiydi bana kalırsa. Yoksa Ahmet Cemal aynı Ahmet Cemal’di, Malina aynı Malina:

Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek, belki de gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Eğer inanmazsam, artık yazamam.[7]

5.

“Dilin esasen insanın ve düşüncenin hapishanesi olduğunu ve bütün o yazma çabalarının bu tutsaklıktan kurtulma amacı taşıdığını ilk fark eden isimlerden birisi Ingeborg Bachmann’dır” dersem fazla abartmış sayılmam herhalde! Bachmann’ın, “bize aktarılan kusurlu dil” ifadesiyle hangi çevre ve çerçeveye işaret ettiğini tam anlamıyla kestirmek güç olsa da, belirlenmesinde hiçbir günahımız bulunmayan bir dilin ya da dillerin ülkesine sürgün edildiğimiz ortada işte. Malina’da, “Sana korkunç bir sır vereceğim: dil bir cezadır” deyişinin gerisinde de bu bilinç yatıyor besbelli ki. Yazarak o sürgünden kurtulacağını en az bizim kadar Bachmann da tahayyül etmişti muhtemelen. Oysa hapishanenin duvarları her zamankinden daha sağlamdı. “Kuşkusuz cinayetti” çığlıklarına rağmen umutsuzca çırpınanları sadece duvarlarla yahut uçurumlarla yüzleşmek zorunda bırakan bir sürgün ülkesi.[8]

Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”[9] Michel Foucault, İsveç’te yaşarken kısa bir süre ayrı kaldığı Fransızca hasretiyle söylüyor bu sözleri. Her ne kadar Fransa’nın sömürgelerde anadillerinden mahrum bıraktığı insanlara pek değinmese de, eminim ki Foucault gibi düşünenler hiç de az değildir. Fazıl Hüsnü’nün, “Türkçem benim, ses bayrağım” dizesini hemen hatırlayabiliriz mesela, yahut şair Bejan Matur’un, “Anadil insanın cennetidir” çığlığını da iliştirebiliriz yüreğimizin solgun bir köşesine.[10] Oysa ister içine doğmuş olalım, isterse sonradan öğrenmeye soyunalım, kimi zorunlu, kimi gönüllü bir sürgündür bu. Aksi takdirde, Bachmann’ın, “Sözümüz olsaydı, dilimiz olsaydı silahlara ihtiyacımız kalır mıydı?” direnişini bu kadar benimseyebilir miydik durup dururken?[11]

İnsanın ana vatan, ses bayrağı ya da cennet olarak gördüğü dilin esasen bir hapishaneden ibaret bulunduğunu, nihayetinde temel fonksiyonlarının arasında cinnet ve cinayetleri meşrulaştırmak türünden karanlık uçurumların da yer aldığını kabullenmek kolay değil elbette. Fakat somut durum bütün çıplaklığıyla duruyor işte güneşin gölgeli yörelerinde. Bize birtakım şeyler aktarıyor dil, bizi birtakım şeylere çağırıyor, bize birtakım şeylerden sakınmamız gerektiğini buyuruyor; özetle, biçimlendirilme biçimine uygun bir şekilde şekillendirmeye çalışıyor bizi ve genellikle başarıyor da.

1965 yılında Almanya, Bayreuth'da bir resepsiyon: Ön sıra (soldan sağa) Agnes Fink, Ingeborg Bachmann ve Rut Brandt, arkalarında Bernhard Wicki, Fritz Kortner, Hans Werner Henze, Günter Grass, Willy Brandt ve Karl Schiller. Fotoğraf: Karl Schnörrer

Kabul etmek gerekir ki, dil olmasaydı düşünce de olmazdı. Dil dolayısıyla ya da aracılığıyla düşünebildiğimize göre, sadece dilin sınırlarını çizdiği anlam alanlarında gezinebilmemiz, tutsaklıktan başka hangi kelimeyle ifade edilebilir ki? Bachmann’ın bunu çok erken yaşlarda keşfetmesinin gerisinde, Heidegger’e duyduğu tepkiyi ya da Wittgenstein’a yönelik hayranlığı aramak beyhude bir çaba kanaatimce. Alman orduları parlak çizmeleriyle Viyana’ya doğru yürürken sığınağa girmeyi reddedip bahçedeki ağacın altında kitap okumayı sürdüren 12 yaşında bir insan var çünkü karşımızda. Bir taraftan, içine doğduğu dilin imkânlarıyla faşizme direnen, bir taraftan da faşizmin esasen o dilin bir tezahürü olduğunu görebilen nadir insanlardan birisiydi işte Ingeborg Bachmann.[12]

6.

Wesleyan Üniversitesi’nde Shapiro-Silverberg Yaratıcı Yazı ve Eleştiri Merkezi’nin başında bulunan Prof. Merve Emre, The New York Review of Book’ta yayımlanan The Meticulous One / İnce Eleyip Sık Dokuyan başlıklı yazısında, Ingeborg Bachmann’ın Heidegger’in kaygılarından uzaklaşıp Ludwig Wittgenstein’a yönelmesiyle birlikte dile ve dil felsefesine bakışında radikal değişimler meydana geldiğini hatırlatarak, “Wittgenstein’ın dilin yaşayan bir şey olduğuna –ideal ve erişilemez bir anlam alanı değil, günlük bir pratik, başkalarının eşliğinde özenle ve ciddi bir şekilde üzerinde çalışılması gereken bir şey– olduğuna dair inancı onu büyülemişti” diyor ve şöyle sürdürüyor sözlerini:

Bachmann, Heidegger’in Angst [kaygı] düşüncesine sırtını dönüp Ludwig Wittgenstein’ın son dönem yazılarında gördüğü radikal iletişim ruhuna yöneldi. Wittgenstein’ın dilin yaşayan bir şey olduğu yönündeki düşüncesi onu büyülemişti – ideal ve erişilemez bir anlam alanını imlemek yerine, günlük olarak yapılan bir eylemi ifade eden, diğer insanların eşliğinde, üzerinde özenle ve ciddiyetle çalışılması gereken bir şey olarak dil. Bachmann, Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar (Philosophical Investigations) adlı eseri üzerine yazdığı, 1951’de yayımlanan bir radyo denemesinde kendimizi dünya için anlaşılır kılma problemi, ‘eğer kullandığımız dil düzgün şekilde işlevini yerine getirir, kullanımda can bulur ve nefes alırsa’ ortadan kalkar diyordu. Dile can vermek sıradan kullanımların ‘pürüzlü yüzeyi’ni katetmeye gönüllü olmak demekti, anlamın her hâlükârda insanın ayağının altından kayacağını ve bu kayma sırasında ortaya çıkan belirsizlik titreşimlerini, çok zor ifade bulan sözleri ve korku dolu sessizliği kabul etmek… Yaşayan bir dil bu türden rahatsızlıkları göze almakla mümkündü. Bu dilde konuşanlar kafa karışıklığı ve yanlış anlamaya dürüstlük, şefkat ve sorumlulukla yaklaşırdı; Bachmann bu özellikleri, ‘unheimlicher präzision’, yani ‘tekinsiz titizlik’ dediği bir kavramla karşıladı.[13]

Ingeborg Bachmann, 1962. Fotoğraf: Heinz Bachmann Ingeborg Bachmann Eine Hommage sergisinden, Literaturmuseum, Viyana, 2022.

Çocuk yaşlardan itibaren ailesinde, ülkesinde ve Avrupa kıtasında faşizmle karşı karşıya kalan ve ertesinde dil felsefesi okuyan bir insan, başta kendi anadili olmak üzere bütün dillerden kuşku duymakta haksız mıdır acaba? Bunu görebilmek için dil felsefesi filan okumaya da gerek yok ayrıca, bir miktar bu meseleler üzerine düşünen bir zihin, dilin insanın omuzlarına yüklenmiş en ağır yüklerden biri olduğunu (ya da kısa sürede ağır bir yüke dönüştüğünü) sezmekte çok da zorlanmaz büyük ihtimalle. Bachmann bunu çok erken fark eden bir isimdi, dediği gibi Peter Filkins’in:

Alışılmış dilin yetersizlikleri ve daha özgün bir dil arayışı onu şimdiden tüketmeye başlamıştı. Bachmann’ın felsefede bulduğu şey bir dil kriziydi; basit ya da salt akademik bir kriz değil, arkasında 20. yüzyıl felsefesinin en sofistike gelişmelerinin ağırlığını taşıyan, varoluşsal bir ‘açmaz’dı bu. Söz konusu karmaşadan çıkabilmek için, dilin özgürleşmesi ve taşıdığı ağır yüklerden kurtulması gerekiyordu. Böylece sadece yazı değil, yazar da özgürleşebilirdi.[14]

7.

Şiirle başlamıştık yazıya, şiirle bitirmek en doğrusu galiba. Böylece, Paul Celan-Bachmann aşkını da ihmal etmemiş oluruz hiç değilse.…

1.

‘sevgili inge’ diyecekti seine’nin çamurlu

ve hayli karanlık sularına bakarak, yağmurlu

bir gece yarısı, bedenini o sulara bırakarak,

‘çok yalnızım, herkes bana karşı’ satırını

ekleyecekti, umutsuzca çırpınırken nehirde

nicedir şehirde varolmayan bir kadının, usulca

parmaklarının ucundan tutup, harp yorgunu

bedenini kıyıya çekmesini bekleyecekti.

 

2.

yüzünde düşlerini yadırgayan bir kerpiç

sarısı, yarısı yırtık bir mektubu yeniden

koydu dizine, ‘herkes bana karşı’ cümlesini

tekrarladı hayli umutsuz bir sesle, sebebine

dair bir soru gelmedi aklına bile, hakikaten

herkes karşıydı ona, karısı dahil herkes ‘hiç’

ufkundan bakıyordu şiirlerine, bir tek, ‘inge’

diye seslendiği ingeborg bachmann hariç.

 

yahudi olduğunu ilk ne zaman öğrenmişti

acaba, bu çaba da kaydedildi eksik tarihine

hayli silik harflerle, ‘içime bu kadar düşmeseydim

keşke’ fikrine eşlik eden bir mektup daha yazdı

inge’ye, ‘seni’ dedi ilk satırda, ‘çoktan kaybettim

mi viyana’da, paris’te neden buluşamadık peki?’

üçüncü satırda durup sulara baktı, üçüncü satırı

üçüncü kez yarım bıraktı.

 

3.

bachmann viyana senfoni orkestrası’yla meşgul

o an, üstelik bach çalıyor, johann sebastian bach,

bach’ı dinlerken insan kendine eksik kalıyor,

üçüncü keman cepheden girerken sahneye,

bir tedirginlik yalayıp geçti içini ve ürperdi birden

dehşetini gizlemeden, yanında oturan eşine döndü:

‘paul bir uçurumun kıyısında sanki, yahut tam

ortasında bulanık bir ırmağın, merhamet diliyor

benden, uzanıp tutmam gerek elini vakit yitirmeden.’

belirgin bir aynayı esirgedi belki, belki bir yanardağı,

konseri yarım bırakıp çıktı sonra, haberi ertesi gün

gazetelerde gördü, mısır püskülü saçlarını

ilk kez o gece ördü.

 

4.

roma’da bir otel odası, saman sarısı bir kadın,

dudaklarında sigarası, yanındaki solgun

fotoğrafa baktı bir kez daha, ‘ayrılıkların

saydam gölgesi gizli’ diyerek içlendi hatta,

konsolun üzerinde duran küçük kutudan

yedi uyku hapı alıp ikisini yere fırlattı,

parmakları tutuşturan yarım sigara

titrerken kendi kendine, otelin

koridorlarında bir keman konçertosu

yankılandı, çoktan kıyılarına çekilmiş

kirpiklerinden havalanan mavisi

mora çalan bir çift kırlangıç, geride

yarısı yanmış bir fotoğraf

ve yarısı yanmış bir kadın

bıraktı.[15]

 

 

NOTLAR:

[1] Daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğim gibi, Türk edebiyatında işkence kelimesini kullanmadan yaşananları son derece sarsıcı bir biçimde anlatan iki metne rastladım bugüne dek ben. İlki, Adalet Ağaoğlu’nun neredeyse bütünüyle şiir olan öyküsü Savun Sevda Sen Savun, diğeri de Attilâ İlhan’ın söz konusu şiiri. Öyküyü buraya alamayacağımıza göre, şiirle yetinelim şimdilik. Meraklısı, Hadi Gidelim’i koltuğunun altına sıkıştırıp gerçek edebiyatla temas edebilir henüz vakit varken:

o sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi

bir bıçağın ağzında yürür gibiydin

demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında

gözlerinde karanlığı dar hücrelerin

seni görür görmez özgürlüğümden utandım

söyle ne içersin, çay mı kahve mi

çok değişmişsin birden tanıyamadım.

 

saçların uzundu, omuzlarına akardı

gönlümüz şenlenirdi sarışınlığından

onlar mı kestiler, sen mi kısalttın

gülerdin, içimize aylar doğardı

görünmez dağların arkasından

eski gülümsemeni beyhude aradım

o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi

çok değişmişsin birden tanıyamadım.

 

bir çay içer misin, yoksa kahve mi

kibritim yok, demek cigaraya başladın

ellerin de titriyor, bir şeyin mi var

böyle bir kız değildin sen eskiden

sana ne yaptılar, sana ne yaptılar?

kirpiklerin ıslanıyor durup dururken

o sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi

çok değişmişsin birden tanıyamadım.

[2] Ingeborg Bachmann, Malina, çev. Ahmet Cemal, YKY, İstanbul, 2003, s. 16-17.

[3] Malina 1971’de yayımlandı ve kısa sürede Almancanın en çok satan kitabı haline geldi. Ancak değerlendirmeler bir hayli farklıydı birbirinden. Oxford’da görev yapan Alman edebiyatı uzmanı Karen Leeder’e göre eleştirmenler Bachmann’ın çalışmasının siyasi amacını tespit etmekte başarısızdı. Nihayetinde rahatına düşkün, nevrotik ve küçük burjuva bir kadının sızlanmalarından ibaret gördüler kitabı. Roman, yazarın kendi hayatının bir tür portresi olarak yorumlandı. Ancak Bachmann bu görüşü sert bir dille reddetti: “Öyle olsa roman değil, otobiyografi derdim.” (Aktaran, Peter Filkins)

[4] Malina’nın feminist bir klasik haline gelmesi için seksenli yılları beklemek gerekecekti. Christa Wolf gibi yazarların öncülüğünde yeniden yorumlandı roman. ‘90’larda Philip Boehm tarafından İngilizceye tercüme edilen Malina, The New York Times Book Review’da, Virginia Woolf ve Samuel Beckett’in yanına yerleştirildi hemen. Boehm’in çevirisinin gözden geçirilmiş yeni baskısı, Rachel Kushner’in kapsamlı bir sunuşuyla İngiltere’de Penguin, ABD’de ise New Directionsetiketiyle yayımlandı ve kısa sürede büyük övgüler aldı.

[5] Bachmann, Malina’nın yayımlanmasından sonra yalnızca iki yıl yaşadı. Roma’da bir otel odasında yatakta sigara içerken, aldığı hapların etkisiyle uyuyakaldığı için ciddi bir biçimde yandı ve üç hafta sonra hastanede öldü. Sadece kırk yedi yaşındaydı. Bir Alman gazetesi kazayı Malina’dan yaptığı bir alıntının eşliğinde, trajik ama edebi bir ölüm olarak yorumladı. Zira Malina’nın son sayfalarında anlatıcı kahve yapıyor ve şöyle düşünüyordu: “Yüzüstü ocağa düşmemeye, kendi kendimi sakatlamamaya, yakmamaya dikkat etmeliyim, çünkü aksi takdirde Malina polisi ve ilk yardımı çağırmak zorunda kalır, yakınında bir kadının yarı yarıya yanmış olmasından ötürü ihmalini itiraf etmek zorunda kalır.” (Malina, s. 301)

[6] Söyleşiyi seyretmek isteyenler için: Ingeborg Bachmann: Bir Röportaj Bir Şiir (1964)

[7] Bu Tufandan Sonra-Ingeborg Bachmann’dan Seçme Yazılar, haz. Ahmet Cemal, Metis Yayınları, İstanbul, 1990.

[8] Filkins’in ifadesiyle, Bachmann’ın kamusal imajı çalışmalarından ziyade kişiliğinden etkilenen medya tarafından estetize edilmişti. 1953’te Ödünç Alınan Zaman isimli şiir kitabı yayımlanır yayımlanmaz büyük başarı kazanması ve Bachmann’a bir tür star muamelesi yapılması bunun göstergesiydi. Heidegger’in varoluşçuluğu üzerine doktorası olan, güzel, yumuşak sesli bir sarışın. Bir Alman gazetesi, yirmi yedi yaşındaki Bachmann’ı, “utangaç, çok içine kapanık, çok kırmızı dudaklı ve çok çekici” gibi sıfatlarla tanımlamıştı mesela. Öyle ki, Ağustos 1954’te Der Spiegel dergisinin kapağında Bachmann vardı. Bu, bırakın genç bir şairi, bir yazar için bile görülmemiş bir iltifattı. Bachmann, balıkçı yaka kazağı ve kamera karşısındaki karamsar bakışıyla Bonjour Tristesse / Günaydın Hüzün ile sansasyon yaratan genç Fransız romancı Françoise Sagan’a benzetiliyordu. 

[9] Michel Foucault, Güzel Tehlike, çev. Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2021, s. 29.

[10] Bejan Matur’un neyi kastettiğini gayet iyi bildiğimi sanıyorum. Ülke nüfusunun önemli bir kesiminin konuştuğu bir dile “bilinmeyen bir dil” muamelesi yaparsanız eğer parlamentonuzda, o “bilinmeyen” dil kısa sürede cennet olarak görselleşmekte hiç de zorluk çekmez. Sadece dil değil, dilin temsil ettiği hemen her şey cennete dönüşür üstelik. Bu anlamda kim Bejan Matur’a haksız olduğunu söyleyebilir ki?

[11] Emma Garman 9 Temmuz 2019’da Paris Review’da şunları yazacaktı:

“Bachmann kariyerini dilin yetersizliğiyle boğuşarak ve ifade edilemeyeni arayarak geçirmişti.1959’da yaptığı bir konuşmada ‘Eğer dilimiz olsaydı silahlara ihtiyacımız olmazdı’ diyecekti. Şiirsel dilin iletişimin sınırlarını genişletme potansiyeline sahip olduğuna inanıyordu, ancak şiirin bir araç olarak kullanılması konusunda hayal kırıklığına uğramıştı. Bachmann’ın 1971 tarihli kült-klasik romanı Malina’nın yazar-anlatıcısı ‘İnan bana, ifade deliliktir, bizim deliliğimizden kaynaklanır’ demiyor muydu?”

[12] Bachmann 1926’da Avusturya’nın Slovenya sınırının hemen kuzeyinde küçük bir kasaba olan Klagenfurt’ta doğdu. Öğretmenlik yapan babasının Nazilerle ittifak kurmasından birkaç yıl sonra, on yaşında yazmaya başladı. Erken dönem günlüklerine, “Çocukluğum 1938’de Hitler birlikleri şehre girdiği gün sona erdi” diye kayıt düştü. Ancak savaşın en yoğun olduğu dönemde bile sığınağa girmeyi reddetti.

[13] Merve Emre, “İnce Eleyip Sık Dokuyan”, çev. Görkem Mercan, 5harfliler.com

[14] Peter Filkins, “Ingeborg Bachmann’s 'Dream of Language'”, Boston Review. 

[15] Sefa Kaplan, İntihar Şiirleri, 6.45 Yayın, İstanbul, 2016, s. 53-55.

Yazarın Tüm Yazıları
  • ingeborg bachmann
  • Malina

Önceki Yazı

DENEME

Mümkün dünyalar üzerine (IV):

Zamanın ikili görünümü

“Leibniz’de süreklilik vardı, her şey birbirine tam tamına bağlanıyordu. Tanrı olmasaydı evren boşluklardan, kopukluklardan, ilişkisizliklerden oluşacaktı. Kafka’nın evreni ise işte böyle, sürekliliği sağlayan bir Tanrı’nın olmadığı evrendir.”

AYHAN GEÇGİN

Sonraki Yazı

KRİTİK

İkinci Eş Serüveni:

Bir Abdülhamid ve

Sherlock Holmes hikâyesi

“Andrew Finkel bu pastiş romanı ustaca kurgularken Sherlock Holmes hikâyelerini ve ünlü dedektifi çevreleyen koşulları büyük bir titizlikle bir araya getirerek son derece özgün ama bir o kadar da 'Sherlockyen' bir hikâye kaleme almış..”.

FULYA TURHAN
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.