• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

“İnsanın geri dönülmez çürümesini anlatmaya çalışıyorum”

Ebru Ojen’le okurları Sırbistan’daki mültecilerin hayatına taşıyan yeni romanı Belgrad Kanon’u konuştuk.

Ebru Ojen

YASEMİN ÇONGAR

@e-posta

SÖYLEŞİ

6 Mart 2025

PAYLAŞ

Belgrad Kanon bir günün hikâyesi. Romana adını veren şehirde, şehrin “yerlisi” olmayan üç erkeği, o tek gün içindeki olaylar kadar geçmişe ve hayatlarının çeşitli kesitlerine uzanan iç monologlarıyla da anlatıyorsunuz. Neden Belgrad? Hepsi de şehre “yabancı” olan bu karakterleri dünyanın başka bir metropolünde değil de, Belgrad’da bir araya getirmenizin özel bir nedeni var mı?

Belgrad Kanon’u yazmaya başlamadan önce siyasi göçmenlik konusunu kumarhaneler üzerinden anlatmak istiyordum. Fransa, Almanya gibi göçmenler için durak halini almış ülkeleri değil de, göç yolu olarak kullanılan bir ülkeyi seçmeyi romanımın dinamikleri açısından daha uygun buldum. Siyasi göçmenlerin çoğu için Balkan ülkeleri, özellikle Sırbistan, Avrupa ülkelerine geçmek için göç yolunda bir geçiş bölgesi olduğundan, Balkan ülkelerinde karar kılmıştım.

Belgrad şehrini ise romanı yazmadan önce hiç görmemiştim. Bir dostumun davetiyle Belgrad’a gittiğimde romanımın daha ilk anda beni etkisi altına alan bu şehirde geçmesine karar verdim. Belgrad tarih boyunca çok önemli bir siyasi konumda yer almış. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu için de aynı şekilde önemli bir kale olmuş ve defalarca ele geçirilmeye çalışılmış. 19. yüzyıl başlarında ise Sırplar tarafından yönetilmiş. 1999 Kosova Savaşı’nın ardından bombalanan binaların günümüzde tarihî kent dokusunun içinde korunuyor olması bana şaşırtıcı gelmişti. Ayrıca komünizmden kalma binaları, Tuna Nehri’nin bir kolu olan Sava’nın şehrin içinden sakince geçmesi beni çok etkilemişti. Belgrad’ı hem şehrin dokusu hem siyasi göçmenler için önemli bir geçiş noktası olması hem de kumarhanelerin Sırbistan’da legal olması sebebiyle seçtim.

Romanın atmosferi de, mekân duygusu da çok güçlü. Şehrin portresini uzun tariflere girmeksizin, özenle seçilmiş ayrıntılar üzerinden ortaya çıkarmışsınız. Metnin büyük bölümünde Belgrad’ın sokaklarında yürüyoruz. Okuru içine çektiğiniz az sayıdaki mekân arasında ise kumarhane öne çıkıyor. Kumarhanenin karakterlerinizin hayatındaki işlevi nedir?

Ebru Ojen
Belgrad Kanon
İletişim Yayınları
Şubat 2025
239 s.

Kumarhanelerde kazanmak ya da kaybetmek için belirleyici olan şans faktörü her türlü aidiyetten, milliyetten ya da sınıftan bağımsız işler. Bir şans oyunu genel olarak milliyetiniz, cinsiyetiniz, sınıfınız söz konusu olmaksızın sonuçlanır. Yani şans oyunları açıkça herkes içindir. Kumarhanelerdeki çekilişler özellikle avantajlı bir sınıfa ait olmayan insanlara yeni bir hayatın mümkün olabileceğini ve üstelik bunun bir anda gerçekleşebileceğini vaat eder. Bu vaat çoğu zaman boş çıksa da, insanlar bunu denemekten vazgeçmezler. Romanımdaki iki karakter, İhsan ve Sedat, yabancısı oldukları bir şehirde kabul görüldükleri tek mekân olarak kumarhanede bir kurtuluş umudu arıyorlar. İnsanlık dışı ve azapla dolu hayatlarını geride bırakabilecekleri bir şans elde etmenin peşindeler. Onları hem oldukları gibi kabul eden hem de belki bir ihtimal yepyeni bir hayat armağan edecek bu mekâna bu yüzden gidiyorlar. Roman kahramanlarım İhsan ve Sedat için kabul görme ve yeniden başlama umudunun vücut bulmuş halidir kumarhane. Bu yüzden onların dünyasında çok önemli bir yer işgal eder.

Kumarı ve romanın en başından itibaren beklenen “çekilişi” büsbütün bir çaresizlik vurgusu gibi algıladım ben.

Çok doğru! Her yeni başlangıç aynı zamanda çaresizlik duygusunu içinde barındırır. Ancak çaresiz ve yoksun insanlar yeni bir hayatı, her şeye sıfırdan başlamayı, her şeyin düze çıkacağı o ânı arzu eder. Kaprisli bir umut yeşertme durumudur bu. Yapay arzulara doğru bitmek bilmez bir yolculuktur. Her noktasıyla acı verici, yok edicidir. Koşullarından memnun olan kimseler yeni başlangıçlar arayışında olmazlar ve o bitmek bilmez umut köleliğinin ne derece yıkıcı olabileceğini anlayamazlar. Romanımdaki iki karakter Türkiye’den kaçarak yeni bir hayata başlamışlardır; fakat bu hayat aslında kaçtıkları yerin cehenneminden farklı bir hayat sunmaz onlara. Bu defa başka bir sefilliğin, başka bir onursuz yaşamın dişlilerinin içindedirler. Bu da çaresizliğin en dibi, en korkuncudur. Yeni bir başlangıcı bile hak etmezler aslında. Hallerinde sadece kör bir arzu ediş vardır. İhsan ve Sedat bize benzer. Gözetim altında tutulmuş, onursuzlaştırılmış, çaresizleştirilmiş, umut etmek dışında bir sermayesi olmayan hayatlarımızın gölgesinde yeni başlangıçlar için durmaksızın pilimizi şarj etmeye çalışan bizler gibidirler.

Romanı okuyup bitirince, “uzun bir ölüm”ün hikâyesini okuduğumu hissettim. Hem en başta yaralanıp durumu giderek kötüleşen bir karakterle saatler geçiriyoruz hem de her an şiddetle burun buruna olan hayatlara tanıklık ediyoruz. “Hayata baktığımız her yerde ölümü de gördüğümüz bir roman bu” desem, ne dersiniz?

Doğru. Hepimiz zaten uzun bir ölümün içinde değil miyiz? Bu tüketici, disiplinel ve gönül okşayıcı düzende acımızın kısa vadeli olacağı umudunu aceleyle bitirmeliyiz bana kalırsa. Doğumdan ölüme uzanan yaşamımız tüm veçheleriyle disipline edilmiş, ele geçirilmiştir. Yazık ki artık dışarımız, bir bahçemiz yoktur! Bundan daha acı ve uzun bir ölüm hayal edilemezdi. Eksiksiz bir köleliğin zincirleriyle yürürken tüm hayatımızı umut etmenin ıstırabıyla geçiriyoruz. Karanlık ve terk edilmiş bir yerdeyiz, çünkü artık cezalandırmanın oklarını kendimize de yönlendirdik. Uzun bir ölüm çok daha ihtişamlı, onurlu olabilirdi oysa. Yazık ki teftişini bir an olsun üzerimizden çekmeyen hayat bu onuru bize vermeye yanaşmayacak.

Bir yerde çocuk karakter Lubomir şöyle geçiriyor aklından: “Ölüler zaten yaşamıyordur ve yaşamak ikiyüzlülük gibi bir şey olduğu için ölüler ikiyüzlü olamazlar.” Lubomir’e katılıyor musunuz? Yaşamak ikiyüzlülük gibi bir şey mi?

Yaşam hakkında Lubomir kadar duygusal düşüncelerim yok. Onu ben yazmış olsam da, dünyaya bir çocuğun gözünden bakmıyorum. Hayatla ilişkim onun kadar güçlü değil sanırım. Doğrusu, yaşama ve insana çok büyük anlamlar yüklemiyorum. İnsan iki yüzlü bile değil bana kalırsa. Despotizmin hevesli mürididir insan. Bu hevesi ve bitmek bilmez çıkarcılığı bana insana dair tek bir umut ışığının olmadığını ve ayrıca bu ışığı hayal etmeyi bile hak etmediğini düşündürüyor. Dolayısıyla Lubomir’in iki yüzlü olarak adlandırdığı yaşamak, Lubomir’in düşüncelerine göre insana dair bir umut ışığının olabileceğini gösteriyor bize. Benim ise böyle bir umudum bile yok.

Ebru Ojen

Ne dediği, nasıl yaşadığı düzenin sahiplerince önemsenmeyen, öfkenin başat nesnesi haline getirilen kaçak göçmenleri bu romanda ete kemiğe, kimliğe, duyguya büründürmeniz başlı başına bir politik hamle. Başkarakterlerden ikisi ise siyasi mülteci; Türkiye’de işkence görmüş örgütlü Kürtler. Odaklandığınız hayatları yansıtırken ayrıca bir politik argümana girişmiyorsunuz. Mesaj vermemek neden önemliydi?

Bana kalırsa roman sanatçısı anlatısı içinde bir mesaj vermek zorunda değil. Kaldı ki, ben hiçbir şekilde bir mesaj verme kaygısı gütmüyorum. Anlatıyı nesnellik düzeyinde tutarak okurla ilişkilenmek bana daha doğru geliyor. İnsana dair çıkmazları kendi bakışımla anlatmak, saf bir yerden anlatmak derdindeyim. Mesaj verme kaygısı ve buna dair müdahaleler yazarlığımda tercih ettiğim şeyler değil. Roman sanatçısının mesaj verme kaygısı anlatıyı nesnellikten uzaklaştırır.

Roman kapsamı itibariyle bir Sırp milliyetçiliği eleştirisine indirgeyebilirmiş kendisini. Oysa burada bir katmanlılık, bir “ötekinin de öteki” olma durumu var: Ön plandaki Kürtlerin, Romenlerin yanı sıra, kötü bir “efsane” gibi anılan Karadağlılar, en ilgisiz sohbette bile ırkçılıktan nasibini alan Araplar, Belgrad’a belki en uzaktan gelmiş ama bir şekilde “kazananlar” arasında yer almaya başlamış olan Çinliler. Göçmenler arasındaki çatışmayı, hiyerarşiyi anlatmaya sizi iten neydi?

Sistemin her katmanında işleyen dinamikler mülteciler için de geçerli. Kendi içinde bir ekonomik hiyerarşisi var mülteciliğin. Toplum tarafından kabul görmenin ya da dışlanmanın da bir ekonomi-politiği var. Neden bizler Suriyelilere Afganlardan daha çok kızgınız? Ya da neden Suriyeliler geldikten sonra Türkiye’deki sıradan insan Kürtlere olan nefretini Suriyelilere yönlendirdi? Tüm bunların çeşitli ve katmanlı nedenleri var. Ekonominin dişlilerinin kaçını çevirebildiğinizle yakından ilişkisi var kabul görmenin. Mesela Sırbistan’da Çinliler ekonominin önemli bir dişlisi. Bu ekonomik ilişki 1950’lere dayanıyor. Sırbistan’daki demir-çelik sanayii Çinlilerin bu ülkeye akın akın yerleşmesini sağlamış. Bu güçlü ilişki, Çinliler her ne kadar Sırbistan’a yabancı bir millet olsa da, onların diğer göçmenlere nazaran daha az dışlanmalarının bir garantisi. Bir göçmenin ülkesinin olmasından ülkesizliğine, gittiği ülkeye kazandırdıkları ya da kaybettirdikleriyle orantılı olarak birçok değişken dinamik bize gözle görünür bir öteki hiyerarşisi haritası çiziyor. Her yönüyle insanlık dışı olan bu gerçeği yazma isteğimin temelinde belki de çocukluğumdan beri böyle hayatlara şahit olmak var. Akrabalarım, yakınlarım arasında siyasi mülteciler var. Onların yaşadığı hayati zorlukları bilmek yazmam için bir sebep belki de. Başka bir sebepse, bu yerle bir edilemez sistemin en alt sınıflarından birinde yaşama çabam. Bu çabadan bıkmış usanmış olmak da beni böyle konuları yazmaya yönlendiriyor sanırım.

Romanın bence en öne çıkan karakteri olan İhsan bir yerde, “Karınca kolonilerinin odacıklarındayız sanki” diye anlatıyor çevresindeki her milletten insanın hayatını.

Karınca kolonisi benzetmesini İhsan kendisiyle birlikte etrafındaki herkesin iradesizliği üzerinden yapıyor. Özellikle kumarhanenin ve dışarının işleyişinin yıkılmaz kurallarla örülmüş olmasını ve bu örüntünün içinde dışarıdaki sıradan insandan içerideki krupiyelere ve oyunculara kadar herkesin uyumla görevini icra etmesini düşünüyor. Kurallara uyan insan gruplarının çaresizce o sarsılmaz dinamikleri sürdürmesine bir vurgu olarak söylüyor o cümleyi.


“ROMANIMDAKİ KARAKTERLERİ KÖTÜLÜĞE YA DA İYİLİĞE İNDİRGEYEREK YAZMAYA KALKIŞMAK İSTEMEM; ZATEN BUNU İSTESEM DE YAPAMAM.”


Bir romancının karakterlerine yapabileceği en kötü şeyin onlara kıyamamak, bu yüzden de onları “saf iyiliğe” mahkûm etmek olduğunu düşünürüm. Belgrad Kanon’da anneler, küçük çocuklar, belki de kendimizi en yakın hissettiğimiz, en dürüst görünen İhsan dahil hiç kimse şiddetin aynı zamanda öznesi olmaktan, yalandan, sahtekârlıktan büsbütün uzak değil. Siz İhsan’a, Lubomir’e, Sedat’a nasıl kıyabildiniz?

İnsan etrafındakilerle etkileşime giren, davranışlarını buna göre şekillendiren bir varlık. Dolayısıyla doğal bir varlık değil. Bu onun tek yönlü ya da kestirilebilir olmasının önünde önemli bir engel. Bunun sonucu olarak başına gelen her olayda ya da etkileşime girdiği her varlıkla kendini yeniden konumlandırabiliyor. Bu derece kademeli bir varlığın tam olarak iyi ya da tam olarak kötü olmasına imkân yoktur. Hatta iyilik ve kötülük kavramları bile insanın çetrefilli bir yaratık olması sebebiyle teslim olabileceği kavramlar değildir. Bu kavramları kendisi yaratır ama onlara tamamıyla bağlı kalmak konusunda beceriksizdir. Çeşitli durumlar karşısında kendisinin bile tahmin edemeyeceği şekilde konumlanabilir. Durum böyleyken roman karakterlerini hakikatin dışında tutamıyorum. İhsan, Sedat ya da diğer karakterler bizden farklı değiller. Romanımdaki karakterleri kötülüğe ya da iyiliğe indirgeyerek yazmaya kalkışmak istemem; zaten bunu istesem de yapamam. Benim yazıyla ilişkim indirgemeci bir ilişki değil.

Bir bölümde İhsan sanrılar görürken kendisiyle vicdani bir hesaplaşmaya giriyor; o âna kadar farklı tanıdığı karakterin ağzından adeta bir itirafname sunuyorsunuz okura.

Evet, İhsan’ın o âna kadar romanın en dürüst karakteri olduğunu sanıyoruz. Oysa bizler kendi içimizde dönen amaçları en iyi bilenleriz. İhsan da bunu bir şekilde itiraf ediyor gibi. Tam bir itiraf da sayılmaz aslında. Sarsıcı bir dayağın sonunda iç kanamayla gelen, ölüm öncesi ortaya çıkan psikolojik bir açık. Bu açığı yazmak istedim. Sonuçta İhsan da açıkları, zaafları olan bir roman karakteri. Şunu da belirtmeliyim; roman karakterlerimin açıklarını yakalamaya çalışmak gibi bir kurnazlık peşine düşmüyorum elbette. Karakterleri metnin bana sundukları ve imkânları doğrultusunda, bazen de o imkânların sınırlarını zorlayarak yazıyorum.

Romanda Ses ve Öfke’ye küçük bir yer vererek Faulkner’a bir selam gönderdiğinizi düşündüm. Metnin üç karakterin iç monologlarıyla ilerleyen “kanon” yapısını da Ses ve Öfke’ye benzettim. Birbirini izleyen, başlıkları farklı karakterlerin adını taşıyan ve bizi onların perspektifleriyle buluşturan bölümler ise Döşeğimde Ölürken’i hatırlattı. İyi bir Faulkner okuru musunuz?

Faulkner, okumaktan zevk aldığım yazarlardan biri. Türkçeye çevrilmiş her romanını okudum. Bununla birlikte aslında Faulkner’ın Ses ve Öfke’sini romanda bir iki satırda geçirirken ilk başta ona bir selam verme amacım yoktu. Sedat karakteri bir kitap taşıyordu, bu fikir bana yazarken öylesine gelivermişti. Sonra Sedat kitabı, depo olayını öğrenirken bir şok haliyle yere düşürüyordu ve Lubomir onu yerden alıyordu. Bu kitap ne olmalı diye düşünürken aklıma çok sevdiğim Ses ve Öfke romanı geldi. Bu anlamda romanımdaki üç karakterin o anki durumunu karşıladığını düşündüm. Sedat için bir şok ânı olan o ilk an zihnimde Ses ve Öfke romanının adının yankısıyla birleşti. Böylece elden ele dolaşan kitabın Ses ve Öfke olmasına karar verdim.

Faulkner’dan söz etmişken, edebiyatınızı, yeni bir dil kurma çabanızı besleyen, etkilendiğiniz başlıca eserler, yazarlar, felsefeciler kimler?

Son zamanlarda Rus modernlerini okumayı çok seviyorum. Rus edebiyatında Puşkin’le başlayan modern romanın günümüzdeki Rus yazarlarını etkileme biçimi ve onların eserleri merakımı kamçılıyor. Mihail Bulgakov, Yevgeni Zamyatin, Yevgeni Vodolazkin, Vladimir Makanin, Viktor Pelevin’i son zamanlarda okuduğum, ilgilendiğim yazarlar listesine koyabilirim. Bunu dışında yine Avrupa’da Fransız modern romancıları, çağdaş Alman edebiyatını takip ediyorum. Uzakdoğulu modern yazarlar da ilgimi çekenler arasında. Dünya edebiyatının çağdaş yazarlarını mümkün olduğunca sıkı takip ediyorum. Türkçe edebiyatı da takip ediyorum elbette. Güçlü edebiyat geleneklerinden beslenen dünya yazarlarıyla karşılaşmak beni heyecanlandırıyor. Bunların dışında antik Yunan okumaları da bana mutluluk veriyor; felsefi metinleri, antik oyunları seviyorum. Şiir okumak ise benim için ayrı bir zevk. Özellikle Kürt şiirinden çok besleniyorum. Mesela Feqiyê Teyran, Cegerxwin, Ehmed-i Xani’nin şiirleri beni çok etkiliyor. Aynı zamanda, Türkçe şiirde son zamanlarda Lale Müldür’ü tekrar okumaya başladım. Ahmet Güntan, Birhan Keskin de aynı şekilde benim etkilendiğim şairler arasında. Bunun dışında Fırat Demir’in ve Zafer Zorlu’nun, Ayfer Feriha Nujen’in şiirlerini ilgiyle takip ediyorum.


“KAPAĞIN SADE, DÜMDÜZ OLMASI VE ONU ALELADE BİR YAZI BİÇİMİYLE SUNMAK DA BENİM TERCİHİM. KİTAP KAPAĞI PORNOGRAFİSİ BANA SIKICI VE RAHATSIZ EDİCİ GELMEYE BAŞLADI.”


Romanda perspektiflerini yansıttığınız üç karakter de erkek. Annelerini, sevgililerini, tutkularının nesnesi ya da sorunlarının parçası olan kadınları onların perspektifinden tanıyoruz. Erkek karakterlerin sesinden yazmanın bir farklılığı, sizin için yarattığı bir özdeşleşme zorluğu oldu mu?

Hayır, hiç öyle bir zorluk çekmedim. Zaten yazdığım romanla erkek dünyası yazıyorum gibi bir yerden ilişkilenmedim. Bu düşünceyi amaç edinerek yazmanın bir yazar için zararlı olduğuna inananlardanım. Erkek yazmak, kadın yazmak ne anlama geliyor, bilmem de. Benim aklımda yazmak istediğim bir şey vardır ve yazdığım şeyin kahramanlarıyla sadece cinsiyetleri üzerinden ilişkilenmem. Kahramanın insani yönlerini, dünyayla ilişkisini, başına gelen olaylarla ve etrafındaki diğer kahramanlarla ilişkisini her yönüyle düşünürüm. Bir roman kahramanını tek bir yönü, özelliğiyle yazmaya kalkışmak kısıtlayıcı bir şey bana kalırsa. Bu kısıtlı bakışın ne sanatçıyı ne de eserini besleyebileceğini düşünüyorum.

Yaşamadığınız bir şehirde geçen olayları, çeteleri, kumarhaneyi yazmak… Belgrad’a gittiğinizi söylemiştiniz, onun dışında bir araştırmaya gerek duydunuz mu?

Siyasi mültecilik benim yabancısı olduğum bir konu değildi. Benim başıma böyle bir durum gelmese de, akrabalarımdan, yakınlarımdan ve arkadaşlarımdan bu konudan mustarip olmuş insanlar hep vardı. Dolayısıyla bu konuda yazma isteğini elimde olmadan duydum. Bu bana özel bir durum değil. Günümüzde her insan mültecilik konusuyla karşılaşmış ya da yaşamıştır. Benim için özel çalışma alanı daha çok kumarhaneler oldu. Romanı yazma sürecimde kumarhaneler üzerine çalışma, araştırma yaptım.

Hayatın her alanına sinmiş şiddet, tasvir edilen dayak ve kavga sahneleri, hatırlanan işkence, hatta masumca kurulan bir göz oyma fantezisi. Bütün bunların varlığına rağmen bence “sert” bir roman değil bu. Bu yoruma katılır mısınız?

Sert bir roman olduğunu ben de düşünmüyorum. Belki de insanlar alışık olmadıkları, görmek istemedikleri şeyleri yazan yazarlar için bunu söylemeyi tercih ediyor. Ya da bize böyle romanları okumak ya da yazmak sert gelmiyor da, çoğuna sert geliyor. Hakikatle karşılaşmak insanlar için kolay değildir. Bunu bir sanat eserinin üzerinden görmek ise insanların bu türden yorumlar yapmasına sebep oluyor sanırım.

Şiddet sahnelerinde pornografikleşmemek veya dilin groteskleşmemesi için özel bir çaba gösterdiniz mi; hiç böyle bir risk, bir tuzak hissettiniz mi?

Şiddet sahnelerinde pornografikleşme, dilin groteskleşmesi riski her zaman vardır ama ciddi bir işçiyseniz bu sorunları metni çalışırken görmeme ihtimaliniz olamaz. Metindeki sorunları görerek çalışmak, metin üzerinde düşünmek önemli.

İnsanın insana zulmü, yoksulluk, çaresizlik… Bunları anlatırken aşırı duygusallıktan uzak durmuş, fakat duyguları es geçmemişsiniz. Metinde hem belirgin bir mizah hem de lirizm var. Bundan biraz söz edebilir miyiz?

Bu biraz da benim trajik olaylarla çoğu insana göre daha az duygusal ilişki kurmamla ilgili olabilir. Duyguları elbette ciddiye alıyorum ve roman karakterlerinin duygu dünyalarını incelikle düşünüyorum ama aşırı duygusallığın roman karakterinin gerçeğini, dilin müziğini örtbas ettiğini düşünüyorum. Metindeki mizaha gelecek olursak; evet, çok belirgin olmasa da, hayatın içinde olduğu kadarıyla mizahı hissediyoruz. Daha çok bunu Lubomir’in dünyasında vermeye çalıştım. Ama Sedat ve İhsan’ın sahnelerinde de bunu görmek çok mümkün. Lirizm ise daha çok İhsan’da hissedilecektir. Bunun en önemli sebebi İhsan’ın şiirle ilişkisi. İhsan bir şair olmak istemiş ama olamamış bir karakter. Dünyayı bir şairin gözünden görüyor dolayısıyla. Bu da onu yazarken diğer karakterlere göre daha şiirsel bir dil kullanmama sebep oldu ama bu elbette İhsan tamamen şiirsel konuşuyor anlamına gelmiyor.

Cinsellik ve aşk, İhsan’ın kuzeni Hazal’a özleminde, küçük Lubomir’in küçük Sofia’ya olan tutkusunda, Lubomir’in annesiyle üvey babasının evliliğinde, Sedat’ın Ariana’yla ilişkisinde farklı veçheleriyle işleniyor. İhsan’ın vicdanı diyebileceğimiz bir ses bir yerde, “Siz cinsel açlığı ve aşkı birbirine karıştırdınız” diyor. Romanda bu ayrımı hissettiriyorsunuz bize.

İhsan’ın kuzenine duyduğu aşk bir ergenlik saplantısı. Her ne kadar İhsan çoktan yetişkinliğe geçmiş olsa da, o saplantılı aşkı yaşatmaya devam ediyor. Ergenlikte cinsel temelli aşk karşılık bulmayınca İhsan için bu durum cinselliği de aşıp onun yegâne var olma biçimi haline geliyor. İhsan’ın yokuşa sürüklenen hayatında tutunduğu tek dal karşılık bulmamış bu aşkın kısıtlı anıları. O beklenen kavuşmanın belki de hiç gerçekleşmeyeceğini biliyor ve çaresizce bu umuda tutunuyor. Bu da neredeyse çekilişten beklediği kurtuluşla aynı şey. Belki çekilişi kazanır, belki Hazal’ı bulur ve belki Hazal ile sorunsuz mutlu bir hayatı olur. Tüm bu belkiler İhsan için umutsuz yaşamına tahammül edebilmesinin anahtarı.

Belgrad Kanon herhangi bir resme yer vermeyen düz renk kapağı, arka kapak yazısında yorumsuz aktarılan bir alıntıyla yetinilmesi ve yazar biyografisi kısmında sadece diğer romanlarınızın adlarının sıralanmasıyla da dikkat çekici. Kitabı eline alan okurla kitabın metni arasına bir şey koymama tercihi mi bu?

Evet, bu bilinçli bir tercih. Arka kapak yazısı ve biyografi kullanmıyorum. Kitaplarıma kendimle ilgili hiçbir anlamı olmayan ayrıntıları, hayat hikâyemi ya da başarılarımı yazmak istemiyorum. Okurun buna ihtiyacının olduğunu düşünmüyorum. Okurun metinle önyargısız buluşması önemli.

Kapağın sade, dümdüz olması ve onu alelade bir yazı biçimiyle sunmak da benim tercihim. Kitap kapağı pornografisi bana sıkıcı ve rahatsız edici gelmeye başladı. Bir yandan yayınevlerinin, bir yandan yazarların ve tasarımcıların yarış halinde kitap kapaklarına bu kadar odaklanmasını tuhaf buluyorum. Satışa yönelik aşırı bir çaba söz konusu. Yazar artık eserinin ve anlattıklarının üzerinden değil de, kendini sunduğu ya da sunulduğu şekliyle değer buluyor. Bundan rahatsızlık duyduğum için okuyucunun benimle değil, yazdıklarımla karşılaşmasını istiyorum.

Aşı, Et Yiyenler Birbirini Öldürsün ve Lojman gibi –bence– Türkçe edebiyatta her biri benzersiz olan üç romandan sonra, onları sadece konu ve atmosfer olarak değil, “dil” olarak da tekrarlamayan bir roman Belgrad Kanon. Adım adım “olgunlaşan” bir dil kurduğunuzu mu düşünmeliyim, yoksa her romanda farklı bir dil denemek mi istiyorsunuz?

Yazı tarihimde hem adım adım gelişen bir dil söz konusu hem de her romanda farklı denemeler yapmak isteğimin açıkça belirginleşmesi diyebiliriz buna. Aynı konuları, aynı atmosfer içinde, aynı dil dinamikleriyle yazmak beni sıkıyor. Beni zorlayan, birbirinden farklı konularda çalışmayı seviyorum. İlk romanım Aşı’dan bu yana roman sanatının üzerimdeki etkileri sebebiyle bu sanat üzerine daha çok kafa yoruyorum. Zaman ilerledikçe yazdıklarımı daha saf, açık anlatmak isteğiyle doluyorum. Bu istek beni çalışmaya, düşünmeye itiyor. Dördüncü romanla birlikte yazarlığa karşı çok daha güçlü bir cesaret duyuyorum.

Lojman’ın İngilizce çevirisi ABD’de önemli bir bağımsız yayınevi olan City Lights tarafından yayımlandı ve geçtiğimiz yıl “Republic of Consciousness Prize” ödülünü kazandı. Lojman, önceki romanlarınız ve Belgrad Kanon yeni çevirilerle başka dillerdeki okurlara ulaşacak mı?

Lojman ve Aşı İngilizceye çevrildi. Şu anda bu iki romanım başka dillere de çevriliyor. Belgrad Kanon da halihazırda İngilizceye çevrilmeye başlandı.

Belgrad Kanon’u neo-liberal düzenin hem dayanağı hem sonucu olan eşitsizliklerin büsbütün derinleştiği, faşizan siyasi oluşumların göçmen karşıtlığı üzerinde yükselmekle kalmayıp iktidara da yerleştiği bir dünyanın okuruna emanet ettiniz. Sizce böyle bir dünyada romanlar ne yapabilir, ne yapacak?

Romanın bize yeni bir bakış, bir başka anlama biçimi kazandırdığı ortada. Bazı coğrafyalarda, bazı dönemlerde toplumları dönüştürdüğü de açık ama romana bu kadar büyük sorumluluklar yüklemek ne kadar doğru, bilmiyorum. Roman artık ne yapabilir ki? Ben romanlarımda insanın geri dönülmez çürümesini anlatmaya çalışıyorum mesela. Her öğesiyle çürümüş bir varlığa, bu varlığın içinde bulunduğu topluma roman ne yapabilir, bilmiyorum. Belki en fazla şunu; bu içsel ve dışsal çürümeye her zerresiyle bakmamızı sağlayacak son bir cesaret verebilir bize. Bu bile ölümden önceki son kuvvetli nefes gibi. Bir anlamı olmayan o son nefes.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Belgrad Kanon
  • ebru ojen

Önceki Yazı

KRİTİK

Mehmet Fatih Uslu:

Saatleri İade Enstitüsü

“Uslu, Osmanlı-Türk edebiyat tarihine bakarken Ermenice literatüre salt ondan yararlanmak için değil, onun daralmış yaşam alanını genişletecek bilgiyi üretmek için de yaklaşıyor, böylece geçmişi ve bugünü daha iyi anlamamızı sağlıyor.”

ROBER KOPTAŞ

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

Unutulan Ruhların Çukuru:

Bir toplumun ölülerine bakmak

Franco rejiminin kurşuna dizdiği insanların hikâyesini çizgilerine taşıyan Paco Roca: “Amacım diktatörlük baskısı çekmenin ne anlama geldiğini göstermek. Ama aynı zamanda gelecekte bir totaliter rejim altında yaşamanın nasıl olabileceğini de gözler önüne sermek...”

SEZA ÖZDEMİR
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.