• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Mehmet Fatih Uslu:

Saatleri İade Enstitüsü

“Uslu, Osmanlı-Türk edebiyat tarihine bakarken Ermenice literatüre salt ondan yararlanmak için değil, onun daralmış yaşam alanını genişletecek bilgiyi üretmek için de yaklaşıyor, böylece geçmişi ve bugünü daha iyi anlamamızı sağlıyor.”

Mehmet Fatih Uslu. Fonda: Orta Çağ Ermeni sanatında harfleri kuş figürleri ile resmetmeye dayanan bir yazma sanatı türü olan Kuş Yazısının (trçnakir) modern font haline getirilmiş biçimlerinden biri.

ROBER KOPTAŞ

@e-posta

KRİTİK

6 Mart 2025

PAYLAŞ

Bu yazı Çok Uzak Çok Yakın hakkında ama affınıza sığınarak önce meselenin biraz kişisel tarafı.

Mehmet Fatih Uslu’nun şahsında, bir Türk akademisyenin Ermenice öğrenip bu dilde üretilen edebiyatın türlü yönleri üzerine çalışmasına, çeviriler yapıp düşünce üretmesine tanık olduğumda duyduğum mutluluğu, neredeyse şükranı fark edeli yıllar oldu. Aynı duyguları, Ermenice öğrenip Van’ın Birinci Dünya Savaşı yıllarını araştıran Yektan Türkyılmaz, Elviye-yi Selase’nin tarihini çalışırken Ermenistan arşivlerine giren Candan Badem, Türkiye işçi sınıfı tarihine Ermenice kaynakları da katarak bakan Yaşar Tolga Cora, soykırımın yereldeki ve bürokrasideki işleyişini anlamaya kafa yoran Ümit Kurt, Ermeni harfli Türkçe literatürü bizlere daha aşina kılan Murat Cankara söz konusu olduğunda da hissettim. Ne mutlu ki, son yıllarda, özellikle Hrant Dink Vakfı’nın Ermenice kursları sayesinde bu isimlere yenileri, daha genç akademisyenler, araştırmacılar da eklendi, ekleniyor.

Hissettiğim o şükranla karışık mutluluk zaman içinde bir yandan beni huzursuz etmedi değil. Madunun hâkim olana karşı hissedebileceği türden bir imrenme, bir hayranlık olabilir miydi bu? Her biri arkadaşım, tanışım da olan bu insanların yaptıkları nihayetinde entelektüel sorumluluklarının gereğiydi, olması gerekendi, akademisyen olarak yaptıkları işlerde onlara yarar da sağlıyordu, bana ne oluyordu da duygulanıyordum? Aşağılık kompleksinden veya Stockholm sendromundan mustarip olabilir miydim? Sonra, örnekler çoğaldıkça, yapıp ettiklerine baktıkça, kimi zaman onlarla teşriki mesaide bulundukça, bu yeni akademisyen kuşağının içinde Ermenice öğrenenler bulunmasının bana neden iyi geldiğini daha iyi anladım. Anladığımı anlatabilmek için geriye, her şeyin bir toz bulutundan ibaret olduğu bir zamana gitmem gerekse de, deneyeceğim.

Tarihsel olarak, Türklerin Ermeniceyle ilişkisine dair söylenecek pek bir şey yok aslında. Malum, buralarda Ermeniler Türk –hatta yerine göre Kürt, Zaza, Arap[1]– komşularının ve devletin dilini iyi bilirler, öğrenirler; dilbilim alanında Türkçeye önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Hâlâ da bulunurlar ama, Türkler onların dilini merak edip onunla bağ kurmamıştır. Türlü yerel kullanımlarda Ermenice kelimeler, bilhassa zanaatlarla ilgili kimi terim ve kavramlar, Türkçenin zengin argosuna karışmış birtakım deyişler bulunur, bunların Ermeniceliğinin farkına kimi zaman varılır, kimi zaman varılmaz, hepsi bu… Tanzimat devrinde Türk-Müslüman entelektüellerin giderek yaygınlaşan Ermeni harfli Türkçe yayınları okuyabilmek için Ermenice alfabeyi öğrendiği söylenir, ancak burada da nihayetinde Ermenice harflerle üretilen ama Türkçe olan içeriğe yönelik bir merak vardır; kâğıt üstüne mürekkeple basılı hurufat onun anahtarıdır sadece.

Bunlardan daha sistemli ve istikrarlı olan bir Ermenice öğrenme biçimi ise istihbarîdir şüphesiz. Herhalde Abdülhamit döneminden başlayan (Ermeni ve Ermeni olmayan jurnalciler, sansür görevlileri, vs. aracılığıyla), sonra İttihatçılarla alenileşerek ve bürokratikleşerek devam eden ve Cumhuriyet döneminde de sürdüğünü bildiğimiz şekilde, birtakım devlet-istihbarat görevlileri Ermenice öğrenmiş, böylece Ermeni cemaati içinde ve diasporada-Ermenistan’da Türk devletinin çıkarlarını ilgilendiren gelişmeleri takip ve tarassut altında tutmuştur (konu istihbarata dair ve devletlu olunca hemen hazırola geçen bu cümledeki dile dokunmuyorum).

Bunun en bilinen örneği, soykırım konusunda inkârcı tezin koçbaşı sayabileceğimiz Ahmet Esat ya da daha bilinen adıyla Esat Uras’tır. İttihatçıların olup bitenin daha sıfır noktasında, 1916’da, Ermenilerin başlarına geleni hak ettikleri propagandasını yaymak için yayımladığı Beyaz Kitap’ın (Ermeni Komitelerinin Âmâl ve Harekât-ı İhtilaliyesi) müellifi ya da müelliflerinden biri olan Uras, ta o zamandan inşa ettiği görüşlerini 1950’de Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi başlıklı kitapla Ermeni tarihini de içerecek şekilde yeniden formüle edip ambalajlamış, böylece günümüze kadar pek de değişmeden gelen soykırım inkârcılığının atası olmuştu. Ümit Kurt, İstanbul Emniyeti’nde Esat Uras’a bağlı olarak çalışan Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun hikâyesini anlattığı Kanun ve Nizâm Dairesinde kitabında soykırımın bürokratik mekanizmasını deşifre ederken, polis içindeki görevlilerin Ermeniceyle ilişkilerine dair de ipuçları verir.

İnkâr şüphesiz soykırımla, soykırımsa katl eylemiyle sınırlı değil. Bunlar, Ermenilerin olası toprak taleplerine karşı onların bu yurtta hiçbir zaman hakkı olmadığını savunacak, zaten devlet kuracak ve yönetecek tarihsel birikimlerinin de bulunmadığını, kültürel olarak ise zaten daima başka halkların gölgesinde ve etkisi altında kaldıklarını savunacak ve bunu kuşaklar boyunca zihinlere işleyecek daha büyük bir ilişkiler ağının ürünü. Bunun için sadece bürokratik iç mekanizmalar oluşturmak yetmez; örneğin günü gelir, Ankara Üniversitesi bünyesinde bir Ermeni Dili ve Edebiyatı bölümü de açılır. Bu bölümün başkanlığını yapmış bir “akademisyen”in, Birsen Karaca’nın, Ermenice öğrenip, 2001 yılında Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanacak Ermeni Edebiyatı Seçkisi  başlıklı bir kitap hazırladığını ve sunuş yazısında, aslında Ermeni edebiyatı diye bir şey olmadığını, bu başlık altında toplanan literatürün tamamen Rus ve Türk edebiyatları etkisiyle şekillenmiş bir taklit olduğunu savunduğunu hatırlamak, inkârın her an her yerde hazır ve nazır olduğuna dair basit bir misaldir sadece.[2]

İşte, yeni kuşaktan Ermenice öğrenen akademisyenlere karşı hissettiklerimi bu arka plana bakarak değerlendiriyorum şimdilerde. Düşmanlığa, kontrole, aşağılamaya, yok saymaya karşı Ermeniceyle ve dolayısıyla Ermenilerle eşit ilişki kurmak isteyen, araştırdıkları konuya akademik bir merakla, insancıl bir sevgi ve saygıyla yaklaşan bu Türklerin ya da Kürtlerin yaklaşımı önceki kuşakların ve bugünün inkârcılığına kökten karşıydı. Bunun görece yeni bir olgu olduğuna, daha önce yaşanmadığına, on yıllar, hatta yüzyıllar boyunca kimsenin Ermenice öğrenmekle ilgilenmediğine bir kez daha dikkatinizi çekerim.

Sevgi ve saygı demem boşa değil. Mehmet Fatih Uslu, K24’te Cansu Canseven’e verdiği söyleşide, Ermenice öğrenmekle ilgili hislerini şu sözlerle tarif ediyor:

Ermenice öğrenmenin okuma yazma maceramda saf bir mutluluk kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Bu coğrafyada yetişmiş birisi olarak, herhangi bir dilden çok daha fazlası oldu Ermenice benim için. Belki biraz romantik gelecek kulağa ama zihnimi, ruhumu açan bir tecrübe oldu. Kendi memleketimi, kendi halimi, hepimizin ahvalini anlama çabasında hiç ummadığım imkânlar, yollar açtı. Ta lise yıllarından beri edebiyatın temel işlevinin bir tür kendini tanıma hali olduğunu, bu yönüyle edebiyatın kuvvetli bir manevi fonksiyonu olduğunu düşünüp dururdum. Ermenice öğrenmek, çok başka bir yoldan da olsa, bu romantik inancımı yeniden sahiplenebildiğim bir alan açtı.

Türkiye’de sayıca azalmış, azaltılmış Ermeni cemaatinin okumuş yazmışları içinde sosyal bilimlerle ilgilenenler malum nedenlerle hep nadirdi. Son yıllarda bu durum bir nebze değişti ve bir Türkiyeli Ermeni akademisyen kuşağı, ne yazık ki artık çoğunlukla yurtdışında, Türkiyeli Ermeni deneyiminin türlü yönleri üzerine çalışmalar yaptılar, yapıyorlar.[3] Ancak Ermeniler üzerine çalışmak, ihmal ve hatta darmaduman edilmiş bir alanda, kimi zaman kendi kendinize ömür boyu bir kuyu kazarak yaşamak anlamına gelebiliyor. Ermeni olmayan akademisyenlerin Ermenice öğrenerek iş üretmesi, bu yalnızlığı, muhatapsızlığı ortadan kaldırmak yolunda bir adım da oluyor; üstelik, Osmanlı-Türk tarihi alanındaki birikimle temas imkânını da artırarak, Ermenilerle ilgili çalışmaların daha karşılaştırmalı bir perspektiften yürütülebilmesine olanak sağlıyor.

Dolayısıyla, başta teşekkür, şükran dediğim duygunun, bir adaletsizliğin giderilmesi yönünde küçük de olsa bir teselli olduğunu düşünüyorum artık. Bir şeylerin fikirsel olarak doğru bir hatta ilerleyebildiğini görmenin, bu yapılırken de insan yerine konmanın verdiği bir ferahlama…

 
Mehmet Fatih Uslu
Çok Uzak Çok Yakın:
Osmanlı'dan Türkiye'ye Modern Ermenice Edebiyat
Aras Yayıncılık
Ocak 2025
204 s.

İşte Mehmet Fatih Uslu bu genç –artık sanırım orta yaşlı demeliyiz– akademisyen kuşağının temsilcilerinden biri. Onu, sayısız yazısının yanı sıra, çevirdiği Zabel Yesayan novellalarından, Fatih Altuğ’la birlikte hazırladıkları Tanzimat ve Edebiyat’tan, Türk ve Ermeni dramatik tiyatro metinlerini birlikte okuduğu Çatışma ve Müzakere’den biliyoruz. Uslu, Osmanlı-Türk edebiyat tarihine bakarken Ermenice literatüre salt ondan yararlanmak için değil, onun alabildiğine daralmış yaşam alanını genişletecek bir bilgiyi üretmek için de yaklaşıyor, böylece geçmişte olup biteni ve bugünü daha iyi anlamamızı sağlıyor. Onun bir düşünce insanı olarak çok yönlülüğü hakkında sırf K24’teki yazılarının çeşitliliğine bakarak dahi fikir edinebiliriz. Kendini akademinin duvarları arasına kapatmayan, dünya ahvaline duyarlı, kâh zulüm altındaki Uygur Türklerinin, kâh Filistinli yazarların üretimine kulak kabartan, yetiştirdiği öğrencilerle, yönettiği tezlerle yarının yollarını da döşeyen, düşünsel ahlak ve tevazu sahibi bir entelektüel karşımızdaki.

Uslu’dan uzun süredir üzerinde çalıştığı “Zabel Yesayan kitabı”nı bekliyoruz, ancak o bu arada, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Ermenice edebiyat üzerine türlü mecralarda yayımlanmış yazılarını Çok Uzak Çok Yakın başlığıyla bir araya getirdi. Kitap iki ana bölümde, Ermenice edebiyatın 19. yüzyılın ortalarından günümüze uzanan yolculuğunu, dönemler, akımlar ve yazarlar aracılığıyla, Türkçe edebiyatla karşılaştırma imkânlarını da ihmal etmeden takip ediyor ve böylece alanın acemisini içeri buyur ederken, görece aşina ve ilgili okur için de yeni düşünme kanalları açıyor.

Kitabın belki de ana fikri, giriş yazısı niteliğindeki “Modern Ermenice Edebiyatın Ana Hatları” başlıklı makalesinde ortaya konuluyor ve yazar Türkçeyle Ermenice edebiyatın “komşuluğu da aşan, hatta bazen neredeyse bir tür aynılığa varan bir yakınlı(ğa)” sahip olduğunu tespit ediyor. Bunu yaparken, iki edebiyatın da bilhassa Batı (Fransız) edebiyatındaki değişimleri takip ettiğini vurgulayan Uslu, klasik, romantik, gerçekçi ana kolları altında, birbiriyle belli noktalarda az çok temas halinde, kimi gecikme ya da farklılıklarla da olsa birbirine paralel ilerleyen iki su yatağını tarif ediyor.

Üstte: Bedros Turyan, Hagop Baronyan, Krikor Zohrab.
Altta: Sırpuhi Düsap, Zabel Yesayan, Misak Koçunyan, Yervant Odyan

Kitapta ele alınan dönemleri, yazarlar ve eserleri hakkındaki yazılarla izlemek mümkün. Uslu’nun büyük bir hayranlık beslediği, Ermenice şiiri gökyüzünden yeryüzüne indiren bahtsız Bedros Turyan, yıkıcı mizahıyla zamanının bütün güç sahiplerini iğneleyen Hagop Baronyan, kadın edebiyatının doğuşunu hor gören tutuculuğu yerilmekle birlikte döneminin toplumsal meselelerinin insan ruhunda yarattığı etkileri tespit eden bir öykücü olarak Krikor Zohrab, kendinden sonra gelen hemen tüm kadın yazarlara ilham veren Sırpuhi Düsap, dönemin belki de en cesur kalemi olan Zabel Yesayan, Ahmet Mithat Efendi’ye selam duran Misak Koçunyan ve edebiyatla siyaseti kesiştiren Yervant Odyan, Ermenice edebiyat birikiminin Osmanlı dönemi sergüzeştini ortaya koyuyor. Buna karşılık Cumhuriyet dönemini, yersiz yurtsuz kalmış Şahan Şahnur’la, inceliği içerisinde Felaket’in belki de ilk edebi temsilini şiirine taşıyan yine bahtsız Garbis Cancikyan’la, yaşamın Türkiye Ermenileri için ancak hayatta kalma çabası olduğunu ortaya koyan Zaven Biberyan’la, 20. yüzyılın en büyük romanlarından birine imza atan Kurken Mahari’yle, felakete yapışıp kalmakla onun etkilerini gömmek arasında asılı kalan Rober Haddeciyan’la, Türkçe edebiyatta da derin bir iz bırakan Mıgırdiç Margosyan’la ve Ermenice yazan neredeyse kimsenin kalmadığı bir zamanda parlayan Vahe Berberian’la ele alıyor.[4]

Üstte: Şahan Şahnur, Garbis Cancikyan, Zaven Biberyan.
Altta: Kurken Mahari, Rober Haddeciyan, Mıgırdiç Margosyan, Vahe Berberian.

Uslu’ya göre özellikle Osmanlı döneminde Ermenice edebiyatın modernleşmeyle kol kola giden temel meselesi, “Biz kimiz?” sorusu etrafında dönüp duruyor. 19. yüzyıl ortalarında melodramatik tarihsel anlatılar ve melodramlarla, yüzyılın sonlarına doğru ise satirik edebiyat ve eleştirel gerçekçi metinlerle aranan cevap, başlarda tiyatro ve edebiyatın siyasi ve etik dönüşüm için araçsallaştırıldığı didaktik üretimlerle yol alırken, bilhassa Baronyan’ın veriminde vücut bulan mizahi edebiyatla taklitçi Batılılaşmanın ve ahlaki yozlaşmanın eleştirisine, gerçekçi yazarlar elinden ise toplumsal meselelere, sınıfsal-kültürel çatışma ve gerilimlere varıyor.

Ermenice ve Türkçe edebiyatı çatışma ve müzakere kavramlarının ışığında okuyan Uslu, dönüşümün yarattığı arzular ve huzursuzluklar temelinde Namık Kemal ve Mıgırdiç Beşiktaşlıyan’ı, Abdülhak Hamit ve Bedros Turyan’ı, Ahmet Mithat ve Hagop Baronyan’ı, Halid Ziya ve Krikor Zohrab’ı birlikte okuyarak buralarda yine kimlik meselesine, yeni ahlak arayışına, toplumsal meseleleri ele alırken bireyin iç dünyasına da merkezî bir yer veren hemzemin modern eğilimlere dair ortaklıklar tespit ediyor.

Kitabın da adlı adınca ortaya koyduğu gibi, Türkçe ve Ermenice edebiyatlar arasındaki yakın-uzaklık ya da uzak-yakınlık artık geçmişe göre biraz daha malumumuz. Bu da haliyle sorularımızı ve sorunlarımızı çoğaltıyor. Uslu’nun dikkat çektiği akımlar ve onların alt dallarındaki eşzamanlılıklara, benzerliklere ve aynılıklara rağmen, örneğin Ermenice eserlerde hayat tamamen kendi kimliğinin üzerine kapanan bir şekilde temsil edilebiliyor. Neredeyse hiç Türk karakterin olmadığı koca bir edebiyat demek bu… Gerçekten de, İstanbul’da üretilen Ermenice literatüre baktığımızda, orada tasvir edilen mahallelerin ve Ermeni cemaat yaşantısının dışında, payitahtta Türklerin de, başka gruplardan insanların da yaşadığını anlamak pek mümkün olmuyor. Uslu bunu aşan az sayıda örnek tespit edebiliyor ve Bedros Turyan ile Zabel Yesayan gibi edebiyatçılara bu gözle de bakıyor. Buna karşılık, Türkçe edebiyattaki Ermeni temsilinin geleneksel olarak karikatürize tipleri pek aşmadığını hesaba katarsak, bu karşılıklı yok saymanın nedenleri üzerine düşünmek epey zihin açıcı olabilir.

Batı Ermenice edebiyatın temel üretim merkezi de, taşra edebiyatı örnekleri dışındaki mekânı da büyük ölçüde İstanbul’du. Uslu, misal Zabel Yesayan’ı ele alırken, onun Üsküdar’ının Türkçe edebiyatta yansıtılan milli ve Müslüman Üsküdar’dan farklı bir kenti ve hayatı anlattığını, hatta Yesayan’daki Üsküdar-Pera karşıtlığının dahi Türkçe edebiyattakinden farklı nüanslara sahip olduğunu söylüyor. Sahiden de, Ermenice edebiyat ve coğrafyamızın diğer dillerindeki edebiyatlar, zihinlerimizdeki İstanbul ya da Türkiye haritasını, edebiyat yoluyla çizilen kent topografyasını yapıbozumuna uğratma potansiyeline sahip. Uslu ele aldığı metinlere bu gözlükle de bakıyor ve bunu yaparken, artık İstanbul’u Yesayan’sız ve Biberyan’sız; Diyarbakır’ı Margosyan’sız tasavvur edemememiz gibi, farklı dillerdeki edebiyatların yaşadığımız ülkeye bakışımızı tümden değiştirebileceğine dair ipuçlarını da veriyor.

Mehmet Fatih Uslu

Çok Uzak Çok Yakın bu ve başka bağlamlarda, spekülatif ve bir o kadar da acı verici o soruyu, 1915 öncesinde geniş bir yelpazede son derece canlı bir üretime kavuşmuş Ermenice edebiyatın soykırım yaşanmasaydı hangi merhalelerden geçebileceğini de sorduruyor okuruna sürekli olarak. O ihtimallerin çeşitliliğiyle, bugün varlığı tehlike altına girmiş ve yüzyıllar öncesinden gelen suyu kurumaya yüz tutmuş Ermenicenin hali pür melali arasındaki ağır kontrastı da derinde hep hatırlatarak.

Bugün Türkiye edebiyat tarihine bakışımızda, sözünü ettiğimiz çoğulluklar bağlamında yirmi-otuz yıl önceye göre daha geniş bir perspektife sahip olduğumuz aşikâr. Peki bu farklılık Türkçe edebiyat kanonunda bir değişiklik yaratabildi, surlarında kimi gedikler açıp onun biraz olsun dönüştürebildi mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor, çünkü henüz son iki yüz yılda Türkçeden başka dillerde neler yazılabildiğine dair resmin bütününe vâkıf değiliz. Ancak bir yerlerde, bir zamanlar, hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler olduğunun da farkındayız. Çok bir şey değil belki, ama az da değil. Hiç olmazsa bundan sonra topluluklar, diller, edebiyatlar, akımlar, ilişkiler ve ilişkisizlikler hakkında gözümüzün daha açık olacağını biliyoruz.

 


1 Mart günü, Yesayan Derneği’nde, Çok Uzak Çok Yakın’ı kutlamak ve tartışmak üzere bir etkinlikte yan yana geldik. Orada Mehmet Fatih Uslu, Ermeniceye neden ve nasıl ilgi duyduğunu, doğup büyüdüğü, çocukluğunun geçtiği Harput’taki “yokluk”lara bağladı öncelikle. Telefonla aldığım ses kaydından deşifre edip aktarıyorum:

Harputluyuz biz, ama [Ermenilere dair] hiçbir şey yoktu. Ne aileden ne başka bir yerden, çok küçük bilgi kırıntıları dışında. Çok insan, saygı duyulası bir şekilde, misal anneannesinin Ermeni olduğunu öğreniyor; daha kökensel dertlerden gelip kimliğini yarılmış hissediyor ve bazı şeyler araştırıp öğreniyor. Bende hiç öyle bir şey yoktu açıkçası. Sünni-Türk bir aile, aşağı yukarı eşraftan, hiçbir kimlik ve yabancılaşma sorunu olmayan bir yerden geliyorum. Sadece bir dil öğrenme çabasıydı başta. Öğrendikçe, Harputlu olmak, Elazığ, o küçük küçük parçalar farklı anlamlar içermeye başladı. Dilin içindeki Ermenice sözcükleri keşfetmek mesela. Düşerdik yere, poççiğinin üzerine düşerdin, çocuklara kızarlarsa sadana diye bağırırlardı. O hırçikleri topla, derdi annem bir şeyleri döktüğünde. Böyle bir sürü şey, yığınla örnek, anlam kazanmaya başladı. Dönüp aradaki küçük noktaları görmeye başladım. O bir uyanış anıydı. Elazığ’ı, Harput’u yeniden okumak geldi ardından. Babam avukat ve ‘68 kuşağı, kültürlü bir insan, babası da üniversite mezunu, vesaire. Bir baktım ki, babam çok okuyan, sola meyyal bir avukat olarak, hiçbir şeyin farkında değilmiş. Süryani kilisesi var şehrin ortasında, önünden geçiyoruz; ‘Baba, bu ne?’ demişim, bilmiyor mesela ve merak etmemiş. Bunlar bir şekilde, ister istemez kendinle alakalı bir şeye dönüşüyor. Mesela anneannemler Bitlis’ten göç etmişler. Harput’ta bir teyzeyi anlatırdı; tehcirde Ermenilerin evindeki saatleri toplamış. Bunu öyle anlatmıyor, deli bir teyze olarak anlatıyor, ev ev gezip saat toplamış, hepsini kendi evine getirmiş. Sonra anlıyorsun ki, aaa bunlar Ermenilerin saatleri! Bunlar çıkmaya başladı bir tarafıyla. Bir tarafıyla da hakikaten, bir aptal çocukluk hali, bunu Türkiye’de çok insan yaşadı, ben de yaşadım; mesela Elazığ’dan bir okul arkadaşım, ‘Ya bu Harput türkülerinin hepsinin Ermenicesi var lan!’ dedi bir gün. Nasıl olur yani; aynı müzik, sadece Ermenice sözler var üzerinde. İşte bunlar, bir örtü kalkması hali oldu ve bu örtü senin kimliğinle, senin coğrafyanla, toprağınla çok alakalı. Bir buldozer geçmiş üzerinden ve işin ilginç tarafı, buldozer geçtiği yerde bir sürü simge, işaret bırakıyor ama babam gibi aklı başında bir sürü insanın da onları okumaya hiç niyeti olmadığını fark ediyorsun. Orada bir yandan bir şaşkınlık hali de var. Arkadaş, böyle bir şey var, türkünün Ermenicesi de var, şehrin ortasında bir sürü kilise kalıntısı var, bir kilisede top oynuyorsun, sadece dört duvarı var, sen orada arkadaşlarında top peşinde koşuyorsun, yazıtlar var filan. Bir şok hali bir tarafıyla.

Harput Kalesi ve Ermeni mahalleleri. Fotoğraf: Aras Yayıncılık Arşivi

Harput 1915 öncesinde Anadolu’da Ermeni nüfusun en yoğun yaşadığı kentlerden biriydi. Bu varlıkla Uslu’nun çocukluğunun geçtiği yıllardaki, yani yaklaşık yetmiş-seksen yıl sonraki yokluk arasındaki tezat en hafif tabirle dramatik elbette. Soykırımdan sonra Ermeni yazarlar, Harput’a çok da uzak olmayan Munzur’un eteklerinde bütün ailesi katledilen ve köyü Armıdan’a bir daha hiç dönemeyen Hagop Mıntzuri mesela veya dünyanın dört bir yanına savrulmuş başka başka kalemler, o yokluğun yerini, yitirdikleri memleketlerini yazıyla yeniden inşa ederek doldurmaya çalıştılar. O gün ona söyleyemedim ama, Mehmet Fatih Uslu’nun Ermenice edebiyata ilgi duymasında ve ona hayatında merkezî bir yer vermesinde, handiyse kendi başına bir enstitü gibi çalışmasında, o Ermeni yazarların yaptığına paralel bir şekilde, Harputlu teyzenin evinde topladığı saatleri sahiplerine iade etme çabası var belki de, kim bilir… Çaresiz, baştan yenik bir uğraş, ama boşuna değil şüphesiz.

 

NOTLAR

[1] Öykülerinde anasına ninnileri üç dilde söyleten, dedesi Garabed ile nenesi Senem’e, sedirin altında sakladıkları teneke kutudaki gümüş paraları neredeyse dört dilde saydıran Mıgırdiç Margosyan’ın öte dünyada kulakları çınlasın:

“Önce Zazaca ‘yev, du, hîrê’, sonra yanlış sayıp saymadıklarından emin olmak için bir de Kürtçe ‘yek, du, sê' ve nihayet bir kez de Ermenice ile ‘meg, erguk, irek’ diye tek tek saydıktan sonra, bir de zar zor konuştukları Türkçeyle saymaktan vazgeçerek kapağını sıkıca kapatıp yine sedirin altına saklarlardı.”

[2] Karaca’nın bu kitabı hazırlarken o dönem basın yayın dünyasının içindeki bazı Ermenilerden destek alması, onun Ermenice edebiyat üzerine asil duygularla çalışacağına inanan bu insanların emeklerini sevinçle bu işe koşması ve sonrasında kitap yayımlanınca uğradıkları derin hayal kırıklığı aklımda. 

[3] Unuttuklarım beni affetsin, ilk anda aklıma gelenler: Melissa Bilal, Lerna Ekmekçioğlu, Nazan Maksudyan, Ayda Erbal, Talin Suciyan, Ohannes Kılıçdağı, Aylin Vartanyan, Aylin Koçunyan, Maral Aktokmakyan, Nazlı Temir Beyleryan, Nora Tataryan, Ari Şekeryan.

[4] Kitabın bu ikinci kısmında diaspora ve Ermenistan’dan üç yazar yer aldığına göre, bu bölümün ana başlığının “Cumhuriyet”le bağlanması bana biraz isabetsiz göründü.

Yazarın Tüm Yazıları
  • Çok Uzak Çok Yakın
  • mehmet fatih uslu

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 11

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Ateş’in Güneş’i / Bahçede Hayatlar / Büyük Burundún Burundá Öldü / Eşsiz Jeeves / Görünmez Kentler’i Okumak / Kalbi Hızlandıran Şeyler / Körlemesine / Muhteşem Limon Ağacı / Sen Neredeysen Oraya / Sonsuza Kadar Sürüyor Derken Bitiyor

K24

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

“İnsanın geri dönülmez çürümesini anlatmaya çalışıyorum”

Ebru Ojen’le okurları Sırbistan’daki mültecilerin hayatına taşıyan yeni romanı Belgrad Kanon’u konuştuk.

YASEMİN ÇONGAR
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.