Paul Auster: “Benim dinim demokrasidir”
Paul Auster dün 77 yaşında öldü. 16 yıl önce, Yazı Odasında Yolculuklar yayımlandığı sırada Milliyet gazetesi için Yasemin Çongar'ın Auster ile yaptığı, iki bölüm halinde yayımlanan ve şu anda arşivlerden erişilemeyen ayrıntılı röportajı sunuyoruz.
Paul Auster, 2009.
Brooklyn’de bir öğleden sonra...
Birinci Bölüm – 21 Şubat 2007, Milliyet
Paul Auster 3 Şubat’ta 60 yaşına bastı. O gün ona bir mektup yazdım. Son romanı Yazı Odasında Yolculuklar’ı yeni bitirmiştim. Hrant Dink cinayetiyle kararan ruhuma iyi bir refakatçiydi bu roman. Yıllar boyu yarattığı karakterlerin, “Sen gideceksin, ama biz kalacağız” deyip yazardan intikam alırcasına ortalıkta gezinmesini izlerken yazmak üzerine, hafıza üzerine, hayata asılmak üzerine düşünebilmiştim. Bunlardan konuşmak istediğimi belirttim mektubumda. Auster birkaç gün sonra arayıp buluşmayı önerdi. 19 Şubat’ta, Brooklyn’in Park Slope mahallesindeki taş evin kapısını açtığında fotoğraflarından farklı, yüzü daha ince, saçları kır, omuzları hafiften çökmüş bir adam vardı karşımda. Gri-yeşil gözleri, daha doğrusu görebildiğim sol gözü yorgundu. Sağ gözünün üstünde buz sarılmış, kırmızı bir havlu tutuyordu. Korneasını çizmiş, gözünü açamıyormuş. “Başka zaman geleyim, siz de doktora gidin” diye ısrar ettim, dinlemedi: “Hayır, konuşacağız.” 25 yıllık hayat arkadaşı, karısı, romancı Siri Hustvedt’le birlikte yaşadığı evin az eşyalı salonunda sırtımızı Brooklyn soğuğunu tutan büyük pencerelere verdik; ben yüzümü Auster’ın 1974’ten beri kullandığı Olympia marka daktilosunu resmeden Sam Messer imzalı yağlıboya tablolara döndüm. O tek gözüyle kâh bana, kâh yere bakarak konuştu. Sonrası teypte kayıtlı 2 saat 19 dakika. Auster’ın yılların puro keyfinin derinleştirdiği sesiyle anlattıkları. Yazarlığa, romana ve başka yazarlara bakışı; babasıyla, karısıyla ilişkisi; hayat felsefesi; resim, sinema, müzik, New York, Türkiye, dünyamızın halleri ve siyaset üzerine düşündükleri. Satırbaşlarını bugün ve yarın okuyacağınız bu söyleşi...
New York Üçlemesi’nin ilk kitabı Cam Kent (tam 17 yayınevinin reddetmesinin ardından) yayımlanalı 22 yıl oldu. Şiir, deneme, çeviri maceranız ise 40 yıl geriye gidiyor. 60 yaşına bastınız. Yaşlanıyor musunuz? Yalnızlığın Keşfi’nde kullandığınız o cümledeki gibi, bunun “Küçük bir oğlanın başına gelmesi çok (mu) garip?”
Hayatın içinde yürürken ve herkes gibi insan olmak anlamına gelen o iç diyaloğu kendimle sürdürürken aynı kaldığımı hissediyorum. Hâlâ çocukluğuma, gençliğime çok bağlıyım. Değişmişim gibime gelmiyor. Bunu çok düşündüm. Bunca kitap yazdıktan sonra bile, her kitap ayrı bir zorluk, ayrı bir macera. Daha önce gitmediğim bir yer. Kendime her seferinde yeniden öğretiyorum yazmayı. Geçmişin esamesi okunmuyor. Her zaman ilk zaman. Tek fark şu; eskiden yazamayınca, ki her yazar takılır, paniklerdim. Şimdi daha sabırlıyım; takılırsam çözümü bulabileceğime, bilinçaltımda güveniyorum. Kendimi yaşlı hissetmiyorum; biliyorum, bugün karşınıza yaşlı halimle çıktım. Oysa içimdeki oğlan çocuğu hiç büyümedi. Baksanıza, hâlâ ortalıkta blucinlerle dolaşıyorum. Tabii gelecek benim için gitgide kısalıyor. Ama son günümüzün ne zaman olduğunu bilmiyoruz ki…
“Her zaman ilk zaman” ise bir Paul Auster kitabında veya filminde neden hep aynı dünyanın içine girmiş hissine kapılıyorum?
Aslında, mesela Son Şeyler Ülkesinde, Timbuktu, Ay Sarayı ve Yükseklik Korkusu diğer romanlarımdan çok farklıdır, ama dediğinizde haklısınız. Roman yazmak dünya kurmaktır. Belki aynı karakterleri geri getirdiğim için böyle bir tanıdıklık hissi doğuyor. Karakterlerim bana yapışıp kalıyorlar. Bazısı yaşlanıyor, değişiyor, bazısı aynı. O karakterler ve hâkim duyguları benim dünyam. Her romana başlarken önce bir karakter gelip bulur beni. Sonra beni bulan adamın neler yaşayabileceğinin peşine düşerim.
“Türkiye geçmişiyle yüzleşebilmeli”
Auster, Hrant Dink cinayeti sonrası Türkiye’de yaşananları yakından izlemiş. “Türkiye’yi izlerken Amerika’yı düşündüğünü” söylüyor: “Her ülkenin tarihi ayıplarla dolu. Almanların o büyük ayıpla yüzleşme çabasını biliyorsunuz. Amerika’ya bakın; biz Amerikan yerlilerini neredeyse tümüyle yok ettik. Siyahları yıllarca köle olarak kullandık. Bu yapılanlarla yüzleşmememiz mümkün mü? Türkiye’nin gocunacağı tek şey, her şeyi serbestçe tartışamamak olmalı.”
Dünyanın her yerinde hâlâ siyasi ve tarihî hesaplaşmaları roman aracılığıyla yapmaya yeltenen yazarlar var. Woody Allen bana, “Asla siyasi film yapmam, çünkü kullanım süresi hemen dolar. Ben kalıcı duyguların filmini yapıyorum” demişti. Siyasi romana bakışınız ne?
Sinagoga, kiliseye, camiye gitmeyen bazılarımız kendisine demokrasiyi din olarak seçti. Benim dinim de demokrasidir. Demokratlar bireyin değerini ve ona saygıyı içselleştirirler. Demokratlık yasalar karşısında eşitliğe inanmaktır; herkesin ayrı bir ruhu, ayrı bir iç dünyası olduğuna inanmak, herkesin hayatının değerli olduğunu bilmektir. Roman da o noktada başlar. Roman özü gereği demokratiktir; merkezinde bireyin özgürlüğü vardır. Romanın bir biçim olarak gelişmesi demokrasinin yaygınlaşmasına paraleldir. Bu bakımdan her roman biraz siyasidir. Ama onun ötesinde, Woody Allen çok haklı. İdeolojilerin, siyasi tavırların emrindeki yazar, romanın hayatını, iç demokrasisini de bitirir. Yaşamaz; popüler olur, konuşulur ve unutulur. Gençken bu konuda büyük kararsızlık yaşadım. Siyasetle iç içeydim; Vietnam Savaşı’na karşı hareketin parçasıydım ama yazar olmak istiyordum. Her ikisini birden yapmanın modelini aradım. Marksist model, sosyalist gerçekçilik çok kötü bir seçenekti; romanı öldürüyordu. Gerçeküstücülerin denediği avangard yaklaşıma ise saygı duydum ama başarısız oldular. Üçüncü model siyaseti roman üzerinden yapmamaktı; sonunda onu seçtim. Yine de romanlarımda siyasi referansları hep korudum.
“Orhan Pamuk’a yapılanı anlamak imkânsız”
Paul Auster’la uzun sohbetin sonunda Türkiye’ye geliyor söz. Yakın arkadaşı olan Orhan Pamuk hakkında konuşurken dikkatle seçiyor kelimeleri: “Orhan Pamuk’a yapılanı anlamak mümkün değil. Demokrasilerin özelliği, açıklanan görüş beğenilmese de, hatta düpedüz yanlış olsa da, o görüşe saygı göstermektir. Orhan Pamuk gibi bir yazarı ifadesi nedeniyle hedef tahtası yapabilen insanlar şu soruyu sorduruyor: ‘Türkiye bir demokrasi değil mi?’” 2003’te The Paris Review dergisiyle söyleşisinde, en beğendiği yazarlar arasında Orhan Pamuk’u da sayan Auster, Pamuk’un romancılığını bana da överken, “Orhan olağanüstü bir hayal gücüyle yazıyor. Türkçesini okuyamasam da, anlıyorum ki, çok iyi de bir üslup ustası” diyor.
Bir molada buluşunca...
İkinci Bölüm – 22 Şubat 2007, Milliyet
Paul Auster’la yazmaya verdiği uzatmalı molalardan birinde buluştuk. Son romanı Yazı Odasında Yolculuklar dünyanın dört yanındaki kitapçıların “yeni çıkanlar” rafında. Yanılsamalar Kitabı romanından uyarladığı ve kendisinin yönettiği The Inner Life of Martin Frost (“Martin Frost’un İçsel Hayatı”) filmi ise martta New York’ta gösterilecek. Auster’ınki, bu iki yeni yapıtın okurla/izleyiciyle buluşmasını gözlemlemeye, bir sonraki romanını düşünmeye ayrılmış birkaç aylık bir mola. Ocakta yayımlanan Yazı Odasında Yolculuklar, Amerikalı eleştirmenlerce pek hoş karşılanmadı. Auster eleştirileri tek tek okumuş; “Hepsi kötü değil, iyi yazan birkaç kişi var” diyor. Kızı Sophie Auster’ın yanı sıra Irene Jacob, Michael Imperioli ve David Thewlis gibi üç usta oyuncunun rol aldığı, The Inner Life of Martin Frost ise heyecanlandırıyor onu: “60 yaşında yeni herhangi bir şey olmak istisna. Ama filmim ‘Yeni Yönetmenler Festivali’nde gösterilecek.” Hayatın molalarına özgü o durup kendine bakma rutini Auster’la söyleşimize yansıdı ister istemez. Şehirle, okurla ilişkisi, nasıl yazdığı, nasıl yazamadığı kâh benim sorularımla, kâh onun bambaşka yerlere uzanan monologlarıyla deşildi.
Dünya sizi bir New York, bir Brooklyn yazarı olarak tanıyor. Geçenlerde bir eleştirmen (Bookforum’da James Gibbons) şehrin dokusunu hep ıskaladığınızı yazdı.
Ah, şu hasmane yazı... O eleştirmen her şeyi yanlış anlamış.
Bense New York’un üzerimizdeki o ezici varlığının (presence) romanlarınıza adeta bir büyük yokluk (absence) gibi yansımasının bilinçli olduğunu, bu şehrin verdiği “kalabalık içinde yalnızlık” duygusuyla çakıştığını düşünmüştüm.
Evet, tam da öyledir. Şehir her zaman bir organizma değil, bir paradigmadır da. Romanına göre değişir. Cam Kent’te tamamen soyuttur şehir; Hayaletler’in karakterlerinde yaşar; Kilitli Oda’da dışarıda kalmıştır. Ama Leviathan’da sosyal hayatta, yemek davetlerindedir New York. Kehanet Gecesi, Brooklyn’i daha spesifik anlatır. Brooklyn Çılgınlıkları’nda Nathan sokak sokak, dükkân dükkân dolaşır.
Duman filminde ise (Harvey Keitel’in oynadığı) Auggey Wren karakteri Brooklyn’de aynı köşenin fotoğrafını çeker durur, bütün bir hayat girer o fotoğraflara...
Wren’in dünyadaki köşesini anlamasının yoludur o. Her şeyin ilginç olduğu fikrine dayanır; her yer ve her insan ilginçtir. Bir köşeye gerçekten yakından bakarsanız hayat hakkında, kendiniz hakkında, orası hakkında bir şey öğrenebilirsiniz. Sıradan insan yoktur, sıradan köşe yoktur.
Türkçede “hayatım roman” deriz...
Evet, evet. “Sıradan” görünen hayatların her birinde bir roman olabilir.
“Türkiye’de sevilmek güzel”
Türkiye’de benim kuşağımın roman okuyan bireylerini neredeyse Orhan Pamuk kadar etkilediğini anlatıyorum Auster’a. Lise yıllarından itibaren Pamuk’un ve kendisinin romanlarıyla yaşadığımızı söylüyorum. “Çok sevindirdiniz beni” diyor: “Türkiye’de bunca okunmak şaşırtıcı ve güzel. En başta beni Orhan’ın keşfettiğini, yayıncısına gidip, ‘Bu adamı mutlaka çevirin’ diye tutturduğunu biliyorum. Sonrasının gelmesinden çok mutluyum.” Pamuk’un, “Nobel’i hak eden yazarlar” arasında Auster’ı saydığını da hatırlatıyorum: “Bilmiyordum, sevindim. Tabii, ödül almak için yazmıyor insan. Aklına bile getirmiyor. Yine de, 2006 Asturias Prensi Ödülü’nü bana verdiklerinde çok hoşuma gitmişti doğrusu.”
Brooklyn Çılgınlıkları, 11 Eylül’de biten bir roman. Don DeLillo da son romanı Cosmopolis’te, 11 Eylül sonrasına adım atmamıştı. Bu kadar büyük bir olayın romanını yazmak zor mu?
Benim herhalde hayatta yaşadığım en büyük olaydı. O kadar yakındık ki, üst kat penceresinden her şeyi seyrettik.
Kulelerin yıkılışını mı?
Kuleleri görürdük. Eskiden gelen misafiri yukarı çıkarır, “Bakın, penceremizden Dünya Ticaret Merkezi’ni görebilirsiniz” derdik. O gün rüzgâr Brooklyn’e doğru esiyordu. Bütün mahalle o korkunç kokuyu ve tozu yaşadık. Günlerce pencereleri açamadık. Kızımız 14 yaşındaydı, liseye yeni başlıyordu, okulun ilk günüydü. Uçakların kulelere vurmasından 20 dakika önce metroyla kulelerin altından geçmişti... Zamanla 11 Eylül hakkında konuşmayı ve denemeler yazmayı başardım. Ama bunu romana dökmeye hazır değilim.
Neden bunca zor?
Çünkü gözlem zaman alır. Bu olay tarihte yeni bir ânı tetikledi. Hâlâ o gün başlayan hikâyeyi yaşıyoruz, gelişimine tanıklık ediyoruz, nasıl biteceğini bilmiyoruz. Bence tarihsel olaylarla ilgili en iyi kitaplar çok sonra yazılanlardır. Savaş ve Barış’ı düşünün; Tolstoy 1815’te olanları 1870’te yazabildi. Ama Don’dan bahsetmeniz ilginç. Onun yazın çıkacak romanını ben önceden okudum; tamamen 11 Eylül sonrasına ilişkin, başkarakter kulelerden kurtulan biri. Demek ki Don şimdi 11 Eylül’le yüzleşebiliyor. Bense daha orada değilim. Belki yakında... 11 Eylül’ü esas konu yapmam da, yaşandığını kayda geçirebilirim belki.
Kimleri mutlaka okuyor?
Paul Auster, “Her çıkan kitabını mutlaka hemen alıp okuduğu çok az yazar olduğunu” itiraf ediyor. Sorunca dört kişilik bir liste veriyor: “Arkadaşım Don DeLillo, Polonyalı yazar Ryszard Kapuscinski, Güney Afrikalı romancı J. M. Coetzee ve arkadaşım (Avustralyalı romancı) Peter Carey.”
William James’in, “Ne kadar insan tanıyorsam, o kadar da ben’im var” sözü gibi, sizce de bir romanın ne kadar okuru varsa, o kadar versiyonu mu var?
Kesinlikle öyle. Okurun kendi hayatı, romanla ilişkisini de belirler. Roman birbirine tümden yabancı iki kişinin eksiksiz bir samimiyet kurabildiği yegâne yer. Romancı ile okuru kadar samimi iki kişi bulmak zordur.
Bütün bu hızın ortasında romanın inatla yaşaması bundan mı?
Bence bundan. Bu yüzden de yaşayacak. O samimiyete ihtiyacımız var.
İki ‘bencil’ romancının evliliği
Paul Auster, yazar olan ilk eşi Lydia Davis’ten sonra, bizde daha ziyade Sevdiklerim romanıyla tanınan roman ve deneme yazarı Siri Hustvedt’le evlenmiş. Kızları Sophie Auster 19 yaşında; şarkıcı, oyuncu. Hustvedt 25 yıldır birlikte olduğu Auster’ın “17 yayınevi tarafından reddedilmekle başlayıp 40 dile çevrilmiş, dünyaca ünlü bir romancı olmaya uzanan yazarlık macerasının her aşamasını birlikte yaşamakla” övünüyor. Auster’a soruyorum: “İki ‘bencil’ romancının evliliği nasıl işliyor?” “Karım benim her şeyim” diyor; “Başka bir yazarla, yazmanın ne olduğunu bilen birisiyle yaşamak harika bir macera. Sabırlı, hoşgörülü bir ilişki bu. Siri çok akıllı biri. Bütün yazdıklarımı önce ona okurum, önerdiği değişiklikleri hep yaparım. Onun yazdıklarını okur, eleştiririm.” Buna karşın üsluplarının birbirlerinden etkilenmediğini söylüyor Auster: “Çok farklı yazarlarız. Bu da macerayı besliyor.”
Otobiyografiler de yazdınız. Peki romanlarınızda otobiyografinin yeri ne? Gerçek hayattan çok alıntı yaptığı için bir romanına “sahte roman” diyen Javier Marias gibi misiniz?
Benim için sınır çok nettir. Hayatımı yazarken kurgulamıyorum, çünkü okura bunun otobiyografik olduğu yönünde verdiğim söze sadık kalmam gerek. Romanlarımda ise “hayatımdanmış gibi görünen” şeyler, hayatımdan değil. O ben, ben değilim.
Ay Sarayı’nda kişisel bir intikam almaktan kaçınmadınız ama...
Evet! O romanda Thomas Edison ile Nikola Tesla arasında 1890’larda yaşanan ve Tesla’nın haklı çıktığı, AC-DC (alternatif akım-doğrudan akım) kavgasına yer verdim. Çünkü Edison, Yahudi düşmanıydı. 1929’da kendi çapında bir elektronik dehası olan babamı Menlo Park Laboratuvarı’nda işe almış. İki hafta sonra, Yahudi olduğunu öğrenince kovmuş. Ben de Tesla sayesinde babamın intikamını aldım.
Son romanınızda Bush döneminin de etkisi var mı?
Yazı Odasında Yolculuklar’ın başkarakteri Mr. Blank’i yazarken Bush yönetimi altında yaşananları çok düşündüm. Birilerini yakalayıp sorgulanmak ve işkence görmek üzere başka ülkelere göndermeye dayanan o korkunç uygulama vardı aklımda. Mr. Blank başına gelenin bu olduğunu düşünüyor bir noktada. Açık değil, ama ima ettiğim şey bu yaşadıklarımızın korkunçluğu.
Önceki Yazı
Kozmopolis ya da hiper-sermaye
“Packer’ın mahvına sebebiyet veren Yen’in öngörülemez düşüşü gibi görünür, ama aslında sermayenin uçuculuğu ve kontrol edilemezliği, her şeyi etiketleyen ve bir sayıya, nesneye, ‘şey’e indirgeyen, şeyleştiren kuvvetidir. Öyle ki, sonunda her şey tükenip ilkel haline geri döner, çünkü sermaye tüm eylemleri ve anlamları tüketir ve artık ancak en değersiz şeyleri bırakır geride; artık eskisi gibi dahi anlam verilemeyen şeyleri.”
Sonraki Yazı
Cihat Burak ve Fikret Ürgüp:
İki yazarın çoklu hikâyesi
“Cihat Burak ve Fikret Ürgüp’ün hikâyeden oyuna, şiirden denemeye kimi basılmış, kimi defterlerde kalmış yazıları Everest Yayınları aracılığıyla peş peşe raflara çıkıyor. Bir yıl arayla doğmuş mimar, ressam, yazar Burak ile psikiyatr, ressam, yazar Ürgüp böylece her yaştan okurla yeniden buluşuyor.”