Postane Günlükleri:
Ütopyasız dünyada sorumluluk almak, cesur seçimler yapmak
“Postane Günlükleri hem gecikmiş, orta yaşa doğru yaşanan bir olgunlaşma hikâyesi hem de hayatlarımız üzerine bir tefekkür. Ütopyaların yittiği, adanmışlıkların kalmadığı bir dünyada, sadece tüketiciye indirgendiğimizde içine düştüğümüz tinsel boşluk üzerine bir anlatı.”
Vigdis Hjorth
Vigdis Hjorth’ün ülkemizde büyük ilgi gören Miras romanının ardından Türkçede yayımlanan ikinci romanı Postane Günlükleri’nin[1] anlatıcı başkişisi Ellinor’u otuz beş yaşında ve kendini büyük bir boşlukta hissettiği sıralarda tanırız. On yıl önce, 2000 yılının başında tuttuğu günlüğünü bulmuş, orada yazdıklarını okuyunca canı öyle sıkılmıştır ki, midesi bulanmıştır.
İsimler, tarihler değiştirilebilirdi; bir ilerleme, bir bütünlük, bir keyif yoktu, sadece keyifsizlik vardı; harcanan paralar, bronzlaşmak, dedikodu, yemek; ben yerine biri diye yazsam olurmuş hani. Şimdi durum farklı mıydı, yaşlanmanın bir faydası olmuş muydu? (s. 7 – vurgular metinde var)
Kraft-Kom adında bir halkla ilişkiler firmasının üç ortağından biri olan Ellinor’un romanın anlatı zamanındaki ruh hali için şu birkaç ifade yeterli olur sanırım:
“Sevinmem gerektiği kadar sevinemedim.”
“İçimdeki her şey çekilmiş gibi hissettim.”
“Acı hissetmeyen insanlar hakkında bir şeyler okumuştum, […] ben de öyle miydim?”
Bu ruhsuzluk, kayıtsızlık Ellinor’un genel ruh halidir, bir de bunun üstüne ortaklarından birinin, Dag’ın önce istifa ederek firmayı terk ettiğini, bir zaman sonra da intihar ettiğini öğrenir. Ortaktırlar, tanışıklıkları daha da eskiye dayanmaktadır, Ellinor genç bir gazeteciyken Dag deneyimli bir gazeteci olarak ona yardım etmiş, eğitmiş, Kraft-Kom’u kurarken de yanına almıştır. Bununla beraber, tahmin edileceği üzere Ellinor, Dag hakkında pek az şey biliyordur; kendi iç dünyasına olduğu kadar dışarıda olan bitenlere karşı da kayıtsız olduğunu belirtmiştim. Gelgelelim, Dag’ın istifa ettikten sonra Ellinor’a yazdığı kısa bir mektupla işle ilgili bıraktığı (aslında pencere pervazında Ellinor’un bulduğu; Dag’ın bunu bulunsun diye mi bıraktığı, orada mı unuttuğu çok net değil) flash bellekteki birkaç kısa not, Ellinor’un hatırladığı bir ayrıntıyla birleştiğinde Dag’a ait resim biraz netleşir. Sondan başlayayım; Dag’ın üstlendiği ve istifasının ardından Ellinor’la üçüncü ortak Rolf’a kalan, bir sendikanın halkla ilişkiler işinin nasıl olup da Kraft-Kom’a geldiğini düşünürken şunu hatırlar Ellinor:
“Dag gençliğinde aktif bir solcuymuş, ama bu çok öncedendi.” (s. 27-28)
Dag’tan gelen kısa mektupla ilgili olarak da bize şu aktarılır:
“Kraft-Kom’u zor duruma soktuğu için özür diliyordu, ama inancını yitirdiğini yazıyordu. Neye olan inancıydı acaba, merak ettim.” (s. 29)
Flash bellekteki cümleler de şunlardır:
“İnsanların yaşamı üzerinde büyük etkisi olacak kararlar demokratik yollarla alınmıyor, çünkü kararların alındığı yerler eleştirel zekâdan yoksunlar.”
“Mantığın tersine, yaşamda lağvedemeyeceğiniz zıtlıklar var. Aralarından birinin seçilmesi gereken zıtlıklar.”
“Bu ironi değil. İroninin sonu geldi. Acının oku çekip çıkarılıyor ve ben ölüyorum.” (s. 51 – vurgu metinde)
Bu parçaları birleştirdiğinde Ellinor son bir yılda Dag’ın söylediği “tuhaf lafları” da hatırlar ve Dag’ın bunları söylemesinin bir anlamı olduğunu düşünür: “Komün, komünikasyon, komünizm, komedi, trajedi, kafa karışıklığı.” (s. 52) Ancak bu anlamın ne olduğunu söylemez, adlandırmaz.
Dag’ın intiharı bana bir başka Norveçli edebiyatçının bir roman kahramanını hatırlattı. Dag Solstad’ın Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı[2] romanında anlatıcı Pedersen’in bir dönem sevgilisi olan Nina. Doktor olarak çalışırken üyesi olduğu Maocu bir komünist partinin kararıyla fabrikaya işçi olarak giren bu kadın da romanın sonlarına doğru intihar etmiştir. Hem devir değişmiş, Mao ölmüş, Çin o bildikleri Çin olmaktan çıkmıştır hem de fabrikada çalıştığı beş yıl boyunca sadece tek bir kadını partinin yayın organı olan gazeteye abone yapabilmiştir Nina. Bunu itiraf ettiğinde Pedersen onun “Duvar’a çarptığını” düşünür, dönmelidir Nina, benzer durumdaki bazı yoldaşlarının yaptığı gibi; ne var ki Nina bu fikre çok uzaktır.
Dönüş yapamam, korkak olduğumdan değil… Dönüş yaparsam hayatımın geri kalan kısmını kendimin bir gölgesi olarak yaşamak istemediğimden. (s. 198)
Bunun yerine intiharı tercih eder – gölgedense karanlık!
Bu bahiste bir başka Norveçli edebiyatçıyı daha hatırlayabiliriz. Per Petterson’u. Onun birkaç kitabının anlatıcı başkişisi olan Arvid Jansen de öğretmen Pedersen ve Nina gibi Maocu bir komünist partinin üyesidir gençliğinde. Petterson’un romanlarında orta yaşa yaklaştığı yıllarda Arvid’in de içine düştüğü boşluğa tanık oluruz. Arvid’in tek sorunu vaktiyle kendini adadığı komünizmin çöküşü değildir, ancak hayat hikâyesinde Nina’nınkini hayli andıran bir yan vardır. Arvid Jansen de eğitimini yarım bırakıp fabrikada çalışmaya başlamıştır. Onun gençliğindeki ruh hali hakkında da Lanet Olsun Zaman Nehrine’deki[3] şu pasajın aydınlatıcı olduğunu zannediyorum.
Bir biz’in parçası olmayı, bir benden fazlası olmayı, kendimden daha büyük olmayı, daha önce hiç tecrübe etmediğim şekilde birileri tarafından kuşatılmış olmayı, ait olmayı seviyordum; bu sokakta önümde arkamda, yanımda yöremde olan insanların aynı duyguyu paylaşıp paylaşmadığı da umurumda değildi. […] Metro istasyonuna, ter döktüğümüz yerlere giden proletaryaydık. (s. 129-130 – vurgu metinde)
“Yetmişler çoktan geride kalmıştı” diyecektir Arvid yıllar sonra, eski Maocu yoldaşlarıyla 1989 Haziranı’nda Tiananmen Meydanı’da öğrencilerin öldürülmesi nedeniyle Çin’i protesto ettiklerini hatırlayınca; üstüne üstlük “on beş senedir hayatı olmuş, artık [onu] istemeyen kadından ayrılmıştı[r].”
Solstad’ın ve Petterson’un andığım roman kişilerini andırdığını düşündüğüm Dag’ın aktif solculuğu ya da sonraki yıllarda neler yaşadığı hakkında burada aktardıklarım dışında pek bir şey öğrenmeyiz, ancak onun da Nina gibi “kendisinin gölgesi olmak” istemediği için intihar ettiğini varsaymak çok yanlış olmayacaktır. Üstelik Nina’dan farklı olarak bunu yetmişlerin bitiminde değil, otuz yıl sonra, 2010’da yapmıştır; yani otuz yıl boyunca “inancını” korumuş ya da korumak için çabalamış olmalıdır, ancak anlıyoruz ki bir noktadan sonra inancını büsbütün yitirmiştir. Onunla ilgili Postane Günlükleri’nde daha fazla bilgi yok. Ama başta da belirttim, intiharıyla Ellinor’un hayatındaki bir dönüm noktasının ortaya çıkmasına vesile olacaktır.
Ellinor, Dag’tan ve Solstad’la Petterson’un roman kişilerinden sonraki kuşaktan; anlıyoruz ki solculukla, komünizmle vs. ilgilenmemiş gençliğinde. Yirmi beş yaşındaki hayatı da, otuz beşindeki de tatsızdır, keyifsizdir; bir boşlukta geçiyordur günleri. Dag’tan ve Soldstad’la Petterson’un roman kişilerinden bunca söz etmemin nedeni, aralarındaki bu farka rağmen Ellinor’un huzursuzluğunda onlarınkiyle benzeşen bir tını olması. Aynı değil ama benzeşen. Dag’taki “sürekli az kaldı, az kaldı psikolojisi”ni hatırlar mesela, şu geçer aklından: “İnsan tutkuları gerçekleşmediğinde ne tür bir utanç duyuyordu acaba?” Ellinor’da böyle bir tutku yoktur belki; daha doğrusu su yüzüne çıkmış, adı konmuş bir tutku yoktur ama büsbütün beklentisiz olduğu da söylenemez. Çevresindeki başka insanlarda, mesela kardeşinde, sevgilisinde görmediği, sezmediği bir haldir bu beklenti, ama neyin beklentisidir, işte o meçhuldür.
Asla daha büyük şeyler olmayacak mıydı? Bu kadarına mı mahkûmdum ben? Gelecek bu muydu? Umut bu değil diye ümit ediyordum ama başka bir şey de ummuyordum, daha başka ya da daha büyük bir şey hayal edemiyordum ama yine de daha büyük şeyler olmalıydı! Sorun olan, aptalca olan buydu, azla yetinemem. (s. 55)
Ne ki bu umut her saat değer kaybediyordur, bir anlamda Dag’ın başına geleni, tutkuların gerçekleşmemesini andıran bir şeydir bu: Umutlar hepten yok olmamışsa bile zamanla azalacağını, gerçekleşmeyeceğini bilmek, sezmek. O zaman, “Neden Dag gibi yapmıyorduk?” sorusu gelecektir aklına. “Hedefsiz ve amaçsız bir telaş yaş[adığı]” halde, “bıkkın, yorgun, her şeyden usanmış ama yine de aç, hiçbir işi, hiçbir şeyi beceremeyen, anlamadığı bir varoluşa mahkûm” olduğu halde neden Dag’ın yaptığını yapmadığı sorusuna verebildiği yanıt şu olur:
Mantığımla aklımdan çıkaramadığım bir gerçek vardı yine de; üstesinden gelemediğim karşılıksız bir aşk gibi, bedenimde huzursuz bir özlem. (s. 45)
Kraft-Kom’da Dag’ın üstlendiği ama onun ölümünün ardından Rolf’la beraber yürütecekleri iş için çalışırken bir şeyler değişir Ellinor’un hayatında. “Çalışırken” dedim, ama bunun “çalışmaya çalışırken” diye tashih etmek gerekir. Uzunca bir süre Ellinor hiçbir şey yapamaz, sadece bu sendika işiyle ilgili değil, üstlendiği başka işler için de. Bir şeyler yazmaya kalktığında cümleler bozuktur, pek bir şeyler de yazamıyordur. Zihni dağılmıştır. Kişisel hayatı da farklı değildir. Sevgilisiyle ilişkisinde donuktur (“İnsanın cuma akşamı sevgilisiyle dışarıda yemek yemesi güzeldi, buna sevinemez miydim?”), sevgilisinin oğluyla tanıştığında ne yapacağını bilemiyordur, bir çocukla nasıl zaman geçirileceği onun için meçhuldür; benzer biçimde kız kardeşi düşük yaptığında da ne diyeceğini bilemez, kendisini doğal bulmaz, mış gibi yapıp duruyordur. Beri yandan, böylesi bir kilitlenip kalmışlık içindeyken başka insanlar dikkatini çeker. Metrodaki insanlar, Paris’e gittiğinde gördüğü evsizler. Metrodakilerin, yoksulların, mültecilerin ortasına düştüğünü hissetmiştir, bu Dag’ın ölümünü öğrenmesinden öncedir, ancak daha sonra Dag’ın cenazesini almak için gittikleri Paris’ten döner dönmez yeniden gittiği Paris’te kaldığı otelin penceresinden dışarıda birbirlerine sarılarak ısınan evsizleri gördüğünde onlarla benzeştiğini düşünür, bu evsizler ondan daha bilinçlidirler üstelik. Nedir bilincinde oldukları? Öbür evsizlerle tek ortak yanlarının kalacak yerleri olmadığını biliyorlardır, beraber oluşlarının “görünüşte” olduğunun farkındadırlar – “bir ortaklık kandırmacasına girmiyorlardı[r].”
Postane Günlükleri boyunca Ellinor’un adeta meçhul birisine (belki de kendisine) anlattıklarına kulak veriyoruz (okuyoruz). Bir şeyler yaşanırken onları anlatmıyor ama yaşananların ardından hatırladıklarını naklediyor bize. Aradan geçen zaman, ister istemez anlatıcı ile anlattığı olaylar arasında bir mesafeye neden oluyor. Bununla beraber, Ellinor’un anlattıklarıyla arasına koyduğu mesafe (ya da böyle bir mesafe koyabilmesi) salt aradan geçen zamanın sağladığı bir kazanım değil, anlattıklarını nasıl yaşadığıyla, daha önemlisi bunları nasıl yorumladığıyla da ilgili esas olarak. Üstelik bu mesafeyi korumasına rağmen, hem çıkışsızlığa düştüğü anlardaki ruh halini hem de bir şeyler keşfettiğindeki coşkusunu hissedebiliyoruz; tabii ki ne canhıraş bir hüsran ne de delice bir coşkudur bize geçen. Bu sakin anlatı tonu, dibe düşüş ya da yükseliş anlarındaki duygularını bize duyurmasına engel olmuyor. Beri yandan, Ellinor’daki mesafeliliğin romanın başında gördüğümüz kayıtsızlığın sonucu olduğu sanılmamalı; o kayıtsızlığın semeresi ancak 2000 senesinde tuttuğu günlük olmuştur – on yıl sonra okurken Ellinor’un midesini bulandıran solgun, keyifsiz kayıtlar! Belli ki Dag’ın intiharıyla başlayan süreçte o kayıtsızlık kırılmıştır.
Anlatının mesafeli, sakin tonu aynı zamanda bir değerlendirme mesafesi olarak da düşünülebilir. Çöküşü de, çıkışı da, çalkantıyı da görebilme ve kelimelere dökebilme mesafesi. Aynı zamanda bu mesafe Ellinor’un kendi içinde bir tartışmaya girmesini ve sürdürmesini de mümkün kılıyordur. Kendisiyle girdiği diyalogları, tartışmaları iki tarafla da özdeşleşmeden nesnel biçimde aktarabilmesini sağlayan da bu mesafedir. Bu iç diyaloglar sırasında işitilen bir başka ses daha var; bu sesin de Ellinor’dan geldiği açık, ama kaynağının dışarıda olduğunu, mesela Dag’ı seslendirdiğini düşünebiliriz; Dag’ın intiharıyla ona anlattıklarını, söylediklerini.
… diye bağırdım kafamın içinde. Sonra kendime bir sus dedim, kendimi payladım. Aklını başına topla! Böyle bir yere varamazsın! Peki nasıl varayım o zaman? Nasıl? Koridordan, bir şey için yanıp tutuşmalısın diye bir fısıltı geldi. (s. 36 – vurgu eklenmiştir)
Bu fısıltı, belli ki Dag’ın intiharıyla (ve yitirdiği inancıyla) ilgili; Ellinor’un dünyasında bu intiharın tetiklendiği bir iç uyarı – ne ki bunun ne anlama geldiğini hemen o anda kavrayamayacaktır. Dag’ın gaipten fısıldamadığı açık, yaptığı seçimle ya da yazdığı kısa mektupla ortağına bir uyarı ulaştırmak niyeti olduğunu düşünmek de doğru olmaz, bununla birlikte önce üstlenip sonra ortaklarına bıraktığı posta işçileri sendikasının işi sırasında Ellinor’un hayatında önemli değişiklikler olacaktır. Şöyle bir iştir bu: AB normları 50 gr’ın altındaki mektupların dağıtımının özelleştirilmesini öngörmektedir, bu normun kabulü hem posta çalışanlarının ücretlerinde ve çalışma koşullarında olumsuz sonuçlara neden olacaktır, hem de daha pahalı ve kötü bir posta hizmetine. İşte bu kararın çıkmaması için çalışmalar yapmayı üstlenmiştir Kraft-Kom. Amaçları bu konuyu İşçi Partisi’nin kongresinde gündeme getirmek ve orada aleyhte bir karar çıkarmaktır. Ellinor ve Rolf, AB direktifinin yürürlüğe girmesi halinde muhtemelen işsiz kalacak insanlarla bir araya gelirler. Sorunsuz olmaz bu bir araya geliş. Acemilikleri ve ne yapacaklarını bilememeleri bir yana, Ellinor’un alttan alta süren iç hesaplaşmaları da bir süre verimli bir çalışma yürütmelerinin önünde engel olur. Yine de bu bir araya geliş, Ellinor’un sürekli kendisini didikleyen zihninde telaş ve yılgınlığa neden olmakla beraber bir şeylerin farkına varmasını da sağlar.
Benim bir davam olmadığını, benim gibi aynı şeylerden korkan insanlarla bir arada olmadığımı anladım, ama ben neden korkuyordum ki, belirsiz olan buydu işte. (s. 59)
Ellinor’un bu gibi şeylerin farkına varması kolay olmaz, ancak şu açıktır, başkalarıyla bir araya gelip onların hikâyelerini öğrenme şansı bulamasa büyük bir ihtimalle milim ilerlemeyecektir. Bir süre bocalayıp durur, kolay bir iş değildir. Kolay olmayan sadece böyle bir kampanyayı yürütmek değildir, onu önceleyen başka zorluklar vardır: Bu işin üstesinden gelebilmesi için kendisini başkalarının, posta çalışanlarının yerine koyması, onların endişelerini anlaması gerekiyordur, ama bu mümkün müdür?
Kendimi anlamakta çok zorlanırken, kendime karşı samimi değilken, kendimle hiçbir şekilde senli benli konuşamazken kalkıp başkalarının düşünce yapısını anlamaya çalışmak nasıl olacaktı? Ama, diye düşündüm, kendime giden yol ya başkalarından geçiyorsa?
Roman Ellinor’un hikâyesine posta dağıtımıyla ilgili eski ve çok ilgi çekici bir başka hikâyenin eklenmesiyle devam ediyor. Postane Günlükleri bir yanıyla da mektup yazmaya güzelleme ve postacıların emeğine saygı duruşu. Postanın asli iletişim yolu olduğu yıllarda gördüğü işi, işlevi düşününce, adresi yetersiz bir mektubun alıcısına ulaştırılması uğruna adanmışçasına çalışan posta dağıtıcılarının yaptıklarını hatırlayınca... Ellinor’un güncel ya da eski, acı sonla bitmiş ya da mutlu sona ermiş posta hikâyelerini dinlediğinde farkına vardığı biraz da budur zaten. Ne diyordu koridordaki fısıltı? “Bir şeyler için yanıp tutuşmak.” Ellinor orta yaşa yaklaşırken sürdüğü hayatın neden tatsız, keyifsiz olduğunu kavramıştır – bunun için hem kendisine hem de başkalarına bakması gerekmiştir, sarsılması, diplere düşmesi. Kabahati dışarıda aramaması gerektiğini de.
Kendinle barışmak, kendinle, zorlandığım şey bu muydu, özlediğim şey bu muydu benim? Kendimi bir zaman olduğum gibi kabul etmek, çocukluğumla, hikâyemle, annemle, kız kardeşimle, iş deneyimimle, eksikliklerimle, bıkkınlıklarımla, hepsiyle toptan barışmak. Bir başlangıç gibi. Kendime karşı, yaptıklarım ve gelişimim konusunda sorumluluk almak. Dış koşulları suçlamamak, her ne kadar önemli bir rolleri olsa da. Toplumu suçlamamak, her ne kadar yaptıklarımın, varlığımın sınırlarını belirliyor olsa da. (s. 124)
Kavradığı bir şeyler daha vardır Ellinor’un. Sorumlulukların, görevlerin özgürleştirici olduğunu yaşayarak öğreniyordur; “büyük resimde” daha geniş kesimler için küçük olabilecek bir adımın kendisi için büyük ve önemli olduğunu görür mesela. Büyük işle küçük iş arasında buradan, bir işin yapıldığı süre boyunca keyif alınması yahut bir sorumluluk üstlenmek ve bunu adanmışçasına sürdürmek açısından bakıldığında önemli bir fark yoktur.
Hiç kimse önemsiz değil, her birimiz, her gün ya bir medeniyet kurmak ya da tam tersine dünyayı yok olmaya terk etmek arasında seçim yapmak zorundaydık, en ufacık şeylerde bile üstlenmemiz gereken bir görev vardı. (s. 166)
Postane Günlükleri hem gecikmiş, orta yaşa doğru yaşanan bir olgunlaşma hikâyesi hem de hayatlarımız üzerine bir tefekkür. Ütopyaların yittiği, adanmışlıkların kalmadığı bir dünyada, sadece tüketiciye indirgendiğimizde (ya da kendimizi indirgediğimizde) içine düştüğümüz tinsel boşluk üzerine bir anlatı. Basit görünen meselelerin, hem siyasi hem varoluşsal manada büyük meselelerle ne denli yakın, hatta iç içe geçmiş bağları olduğunun, kişinin kendisini dünyaya ait hissetmesinin yolunun, önüne çıkan seçimlerde ve tercihlerde sorumluluk almasından geçtiğinin, bu seçimlerin irili ufaklı olabildiğinin, en önce de kişinin kendisine, başkalarına ve dünyaya bakışıyla ilgili olduğunun hikâyesi. Vigdis Hjorth postayla, mektuplarla ilgili bir hikâye anlatırken, kişinin bir başkasına ya da kendisine bir şeyler yazmasının (mektup, günlük ya da başka şeyler) öbürleriyle ve kendisiyle bağlantı kurması ve güçlendirmesi yönünde bir seçim olduğunun da altını çiziyor. Bunun bir başka önemini daha hatırlatıyor.
Yazmaya devam ettiğim sürece sanki bana verilmiş ağır ceza geçici bir süreliğine erteleniyor gibiydi. (s. 33)
NOTLAR:
[1] Vigdis Hjorth, Postane Günlükleri, çev. Dilek Başak, Siren Yayınları, Aralık 2023, 167 s.
[2] Dag Solstad, Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı, çev. Banu Gürsaler Syvertsen, YKY, Haziran 2020, 226 s.
[3] Per Petterson, Lanet Olsun Zaman Nehrine, çev. Aslı Biçen, Metis Yayınları, Şubat 2012, 177 s.
Önceki Yazı
Hanioğlu'nun Atatürk - Entelektüel Biyografi'si üzerine (II):
“Şefli bir İttihat ve Terakki Partisi”nin ebedi şefi
“Hanioğlu'nun kitabı sadece Türkiye’de egemen olan Kemalizm değerlendirmelerine büyük bir darbe olarak değil, son yıllarda gündeme gelen ve 'Tek Parti dönemi apolojisi' olan post-Kemalizm, post-post Kemalizm tartışmalarının temelsizliğini gösterir bir eser olarak okunmalıdır.”