• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Zamanının bir kahramanı, Tom Ripley

“Ripley’de trajik bir bilinç, arınma hissi ve ihtiyacı, suç ve ceza ayrımı gibi şeyler yoktur. Onu zamanımızın sosyopat bir kahramanı yapan tam budur.”

Patricia Highsmith

FATİH ÖZGÜVEN

@e-posta

DENEME

4 Temmuz 2024

PAYLAŞ

Poirot usulca mırıldandı. “İhtiyarın bu kadar çok kanı olacağı kimin aklına gelirdi?” dedi ha? Lady Macbeth’in sözleri bunlar. İşte bu çok ilgi çekici…

Agatha Christie, Noel’de Cinayet 

 

Edebiyat tarihinin belki de ilk ‘teşhis edilebilir’ sosyopat karakterinin yaratıcısı William Shakespeare’in Lady Macbeth’in ağzına koyduğu bu sözler, 20. yüzyıl edebiyatının yetenekli sosyopatı Tom Ripley’i de anlatmakta da işe yarayabilir: “İhtiyarın bu kadar çok kanı olacağı kimin aklına gelirdi?” İngiliz mizah duygusunu vs. hesaba katsanız bile oldukça ‘özgün’ bir cümle; pekâlâ Tom Ripley’in de öldürdüğü kimselerden birinin mezarını kazarken aklından geçirebileceği cinsten.

İletişim Yayınları, bir kısmı Armağan İlkin’in mükemmel çevirileriyle beş romanlık Ripley (anlı şanlı tabiriyle Ripleyiad) dizisini yayınlamaya başlamış. Üstelik, Tom Ripley’in loş zihnini iyi özetleyen, ‘DALL E teknolojisiyle’ yapılmış (“Aklınızdan geçen kelime ve cümleleri görsele dönüştürebileceğinizi biliyor muydunuz?”) kapaklar özellikle başarılı.

İlk Ripley 1955’te, 20. yüzyıl ortasında yayınlanıyor: Yetenekli Bay Ripley. Sonuncusu Ripley Suyun Altında ise 1991’de. Yazarları Patricia Highsmith’i sadece bir polisiye roman yazarı olarak tanımlamak yetersiz olabilir. Highsmith, Ripley’lerde 21’inciye kol atan bir 20. yüzyıl karakterini, o zamanlarda yaşayanların belki pek de farkında olmadıkları ‘zamanlarının bir kahramanı’nı yaratıyor.

İlk Ripley kitabının adındaki ‘yetenekli’den başlamalı. Buradaki ‘yetenek’ her şeyi halledebilmek, her köşeyi dönebilmek, her yalanı kıvırabilmek, her cesetten kurtulabilmek (gerçi her polisiye romanın olmazsa olmazı) en çok da böyle bir varoluşu sürdürmek için gereken şeyi, kafayı ikiye bölme ve bunu içselleştirme yeteneği demek. Bu yetenek esas olarak aynaya baktığında başka başka ‘ben’ler görmek ve bunda da önemli bir sakınca bulmamakla ilgili: “Duvardaki büyük aynada kendisini görebiliyordu. Dürüst, saygın genç olmuştu yeniden. Gözlerini aynadan kaçırdı. Yaptığı doğru bir şeydi, davranışında bir kötülük yoktu. Yine de suçluluk duyuyordu. Az önce Bayan Greenleaf’e elimden geleni yapacağım derken… içtenlikle konuşmuştu. Kimseyi kandırmak, aldatmak niyetinde değildi.” Kötülük, suçluluk, içtenlik, rol yapmak, gözünü kaçırmak… hepsi aynı aynanın içinde. Ya da zihnin.

Edebiyat tarihinin aynaya bakıp farklı farklı ‘kendi’ler gören ünlü kahramanları, Dostoyevski’nin Öteki’si, Stevenson’un Mr. Hyde’ı, Poe’nun William Wilson’u, Nabokov’un Göz romanının başkişi(leri), hepsi de durumun üç aşağı beş yukarı farkında ve derdindedirler. Evet, Ripley’in ise anasız babasız oluşu (annesi babası suda boğulmuşlardır ve bir sahnede Ripley de bunun nasıl bir duygu olduğunu yaşayacaktır) ve onu ite kaka, sevmeden büyüten Dottie Teyzesi, Ripley’in sosyopatlığını bir dereceye kadar açıklayabilire benziyor. (Bunlar sosyopatlığın belli başlı sebepleri arasında sayılıyor.) Ama Ripley’in 20. yüzyılın, İkinci Dünya Savaşı sonrası baby boomer kuşağının, soğuk savaş günlerinin bir meyvesi olduğu kadar (ya da o yüzden), aynı zamanda kartopundan çığa dönüşecek bir nesne fetişi toplumunun yavrusu olduğunu da unutmamalı: “Sahip olduğu eşyalara bayılıyordu. Hiç yanından ayırmayacağı şeyler. İnsanın kendisine olan saygısı artıyordu. Gösteriş değil, kalite önemliydi. İnsana varlığını hatırlatan, varolmanın tadını çıkarmasını sağlayan sahip olduğu eşyalardı. Bu kadar basitti. Basitti ama az şey değildi.”

Bu satırları 1955’te okuyanlar o zamanların yaşama kalitesi üstadı, martinisinin ‘karıştırılarak değil çalkalanarak’ hazırlanmasında ısrarlı 007 James Bond’u akıllarına getiriyorlardı belki, ama 20. yüzyıl sonuna doğru okuyanlar Ripley’in Brett Easton Ellis’in Amerikan sapığı Patrick Bateman’ın atası olduğunu düşünmeden edememiş olabilirler. İnternette tarz sitelerinden porno sitelerine kadar gezinen hayat düsturlarından biriyle söylersek: “Kalite asla tesadüf değildir.”

“Anlatacaklarını kimse yalanlayamayacak, kimse tersini kanıtlayamayacaktı çünkü. (…) Anlattıklarını öyle yoğun bir biçimde düşlüyordu ki sonunda kendisi de inanıyordu. (…)

Kafasında bir gramofon çalıyordu sanki. Sanki oturma odasında onun durduramayacağı küçük bir dram oynanıyordu. Ön kapının yanında polislerle ve Bay Greenleaf’le konuştuğunu görür gibi oluyordu. Konuştuğunu görüyor ve işitiyordu. Dinleyenler de anlattıklarına inanıyorlardı.

Ancak onu korkutan bu diyalog ya da Marge’ı öldürdüğü inancıyla gördüğü sanrı değil (öldürmediğini biliyordu), elinde pabucuyla kızın karşısında durup büyük bir soğukkanlılıkla bunları tasarladığını düşünmekti. (…) Ve aynı şeyi daha önce de iki kere yapmış olması.

O iki olay gerçekti. Hayal gücünün ürünleri değil. İstemeden yaptım diyebilirdi ama yapmıştı. Katil olmak istemiyordu Tom. Bazen cinayet işlediğini tümüyle unutabildiğini fark etmişti. (…) bazen de aklından çıkaramıyordu.”

Tom Ripley’i Tom Ripley yapan şeylerden biri bu ‘bir yere bağlı olmayan, palamarı çözmüş’ zihindir. Ve de onun –‘gerçekliğe’ hâlâ bağlı duran– ‘ikiz’i. (Bu arada, konuyla alakalı, özellikle ilk Ripley romanında tekneler önemli rol oynar.) Bu zihin kâh orada kâh burada gezinecek, son derece inandırıcı ‘gerçeklik’ taklitleri yapacak, kimi zaman ‘sanacak’, kimi zaman ‘unutacak’, kimi zaman ‘hatırlayacak’ ve/ama hep ‘inandıracak’tır. Belki de inandırması aslında Ripley’in kendi zihninin kurgularına ya da hakikatlerine büyük bir sadakatle inanmasından ileri gelir, hatta ahlaki itirazları bile bu gezer-yüzer zihnin uğradığı koylarda, koyaklarda ‘oluşur’: “Katil olmak istemiyordu Tom.” Yetenekli Bay Ripley işte bu yüzer-gezer zihnin şaşırtıcı bir portresi ve takdimidir. Bir Gençlik Yılları portresi, edebiyat sınıflandırmalarının tabiriyle ‘bir erginleşme romanı’…

İkinci kitap Ripley Karanlıkta ise Tom Ripley’in yetenekli bir sosyopat olarak toplumda yerini aldıktan sonraki ‘olgunluk yılları’nın ilk kitabı – samimiyetle ‘katil olmak istemeyen’ ama cinayetlerine devam eden Ripley’in:“Kafası iki ayrı yönde çalıştığı için… işin doğru olan yanını da görüyordu, yanlış olanı da. Ve iki görüşü de aynı içtenlikle savunabilirdi.” İlk romandaki alter ego’su Dickie Greenleaf gibi, Tom Ripley de resimle ‘ilgilenmiş’ ve kötü resimler yapmış bir amatördür. Serinin ikinci romanındaki resim sahteciliği işini fütursuzca yapan ve bu iş için kılıktan kılığa girmeyi beceren Ripley bir taraftan da gerçekten yeteneği olmadığının farkında olarak iki arkadaşıyla birlikte sahtecilik işinde kullandıkları ressam Bernard Tufts’ı aslında takdir etmekte ve onugerçekten de ‘öldürmek istememekte’dir. Ama sahteyi gerçeğinden ayırabildiği iddiasıyla ortaya çıkan Amerikalı bir koleksiyoncuyu öldürdükten sonra (“Önemli miydi? Çok mu önemliydi?” “Cinayet işlemiş gibi hissetmiyordu kendini.”) bu kez –üstelik arada kendisini öldürmeye çalışan– Bernard’ı da ortadan kaldırması gerekecektir. Üzülerek: “Bu üç kişinin arasında anlayamadığı bir tek Bernard’dı. Yine de Tom bir tek onu çok seviyordu.” Cehennemin yolunu hazırladığı söylenen iyi niyet taşları Tom Ripley için patetik bir biçimde gerçektir – en azından zihninin bir yarısında.

Lady Macbeth, cinayetini işledikten sonra dehşet içindeki kocasına “Birazcık su temizler bu yaptığımızı” der soğukkanlılıkla. Gerçi bunun o kadar da kolay olmadığını fark etmesi çok zaman almayacaktır (Macbeth, Shakespeare’in en kısa oyunudur). Ripley’in bir sosyopat portresi olarak orijinalitesi ise Lady Macbeth’in çok geçmeden “Arabistan’ın bütün kokuları temizleyemez bu eli!” diyerek çıldırma noktasına gelişinin aksine, beş roman sonunda bile herhangi bir ‘çıldırma noktasına’ gelmeyecek olmasıdır.

Ripley’de trajik bir bilinç, arınma hissi ve ihtiyacı, suç ve ceza ayrımı gibi şeyler yoktur. Onu zamanımızın sosyopat bir kahramanı yapan tam budur. Statüye inanır, statü kazanmak için her şeyi yapmaktan geri durmaz, güzel eşyaları sever, ‘koşulları’nı aşmak için her şeyin mübah olduğuna ‘inanır’. Arada olup bitenler birer kaza ya da ‘çevreye verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz’ kabilinden bir omuz silkmedir, çevreye verilen rahatsızlık ne olursa olsun. Sonuçta esas olan ‘mutluluk arayışı’ değil midir? Fransa’nın güneyinde bir yazlık ev, bearnaise sosunu sevdiğini bilen bir aşçı, olsa olsa ‘ruhu doyuran’ mütevazı bir resim koleksiyonu? “Siz buna değersiniz” diyen reklamcının varoluş nedeni çağrısı.

Kafası karışık gibi görünen ressam (kafası karışık görünmek günümüzün cetvelle ikiye ayrılmış dünyasında en fena şeydir) Bernard, zihninin en berrak anlarından birinde açıkça söyler de bunu:

“Söyleyeceğim” dedi Bernard. “Senden nefret ediyorum. Çünkü her şey senin başının altından çıktı. Doğru, ben de kabul etmeyebilirdim ama kötülüğün kaynağı sensin.”

Onu Tom da biliyordu. Mistik bir kaynaktı o, kötülük pınarıydı.

Tom’un umursamaz omuz silkmelerinin belki en ilginci ve zamanımıza en yakın olanı da işte budur. “Kötüyüm, evet biliyorum, beni ele geçirmiş bir şeyler var, şeytanlar ya da cinler, biliyorsunuz onlara inanmak lazım!” ya da “Biliyorum, bilmediğimi mi sanıyorsun ama elimde değil!” ya da en pop-kepazesi: “Yaşasın kötülük!”

Ripley’in gizli cazibesinden, ‘cool’ bulunması ihtimalinden söz bile etmiyorum. Özellikle seri katil biriktirmenin kibrit kutusu koleksiyonculuğu düzeyine indiği (ya da çıktığı, nerden baktığınıza bağlı olarak) zamanlarda: Ted Bundy mi verelim, Jeffrey Dahmer mi?

Zavallı Dexter’ciği (hatırladığım kadarıyla mahalle Robin Hood’u tarzı bir seri katildi), Minghella’nın Ripley’in ille de eşcinselliğini bastıran biri olduğuna karar verdiği, tıka basa güzel eşya ve güzel insan dolu turistik fantezi sinema uyarlamasını unutun hele bir yol. Ripley’in en başarılı sinema uyarlaması, sonu (kerhen de olsa) adaletin yerini bulmasıyla bitse de Alain Delon’un en sinsi rollerinden birinde, 20. yüzyıl ortası sosyopatlığının çeşitli suratlarını başarıyla takındığı Kızgın Güneş filmidir. Özenme, özleme, o olmak isteme, ve sonunda o olma. Ayrıca özenilen kişinin tuzukuruluğu, ‘sahip olmayan’ın çıplak acısı karşısında ‘sahip olan’ın yer yer zalimliğe varan ilgisizliğini de çok iyi anlatır film.

Sinema ve televizyonda üç farklı Ripley karakteri: Alain Delon, (Kızgın Güneş, Plein Soleil, 1960), Matt Damon (Yetenekli Bay Ripley, The Talented Mr. Ripley, 1999), Andrew Scott (Ripley, Netflix'te mini dizi, 2024).

Yakınlarda Ripley’lerin dizisi de çekildi malum, bu dizi artık “Ripley’i daha bir psikopat olarak değerlendirmemizi amaçlayan, cazibesine kapılmamızı istemeyen” bir dizi imiş. Hayırlısı. Politik doğruculuklar döneminin şık bir girişimi gibi duruyor. Halbuki Tom Ripley yerinde güzel, onu zamanından ve zemininden koparmamalıyız. Ne de olsa hepimizde ucundan kenarından bir Ripley’lik yok değil.

“Geçen akşam,” dedi Tom, ‘matrak bir dörtlük yazmaya çalıştım:

“Bilgisayar çöpçatanlık etmiş
Bir asal sayıyla sıfırı evlendirmiş
Sayı sıfıra bakıp şöyle demiş:
Beni kimse bölemez, ama çocuklarımız–
benden beter olacak.”

Bu beter veletlerden biri ile, ‘aklımızdan geçen cümleleri ve kelimeleri görselleştirme tekniği’ ile yapılmış yeni Tom Ripley kapaklarının son zamanlar Ripley’ini dahiyane biçimde görselleştirdiğini vurgulamalıyım bir kere daha. O ileze nerd sıskalığı, o son darbeyi vurmadan evvelki tutukluk, o Ripley’vari ‘aslında istemiyordu’cu hüzün. Hele o gözlük çerçeveleri…

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Becerikli Bay Ripley
  • patricia highsmith
  • Ripley Karanlıkta
  • Tom Ripley

Önceki Yazı

KRİTİK

Postane Günlükleri:

Ütopyasız dünyada sorumluluk almak, cesur seçimler yapmak

“Postane Günlükleri   hem gecikmiş, orta yaşa doğru yaşanan bir olgunlaşma hikâyesi hem de hayatlarımız üzerine bir tefekkür. Ütopyaların yittiği, adanmışlıkların kalmadığı bir dünyada, sadece tüketiciye indirgendiğimizde içine düştüğümüz tinsel boşluk üzerine bir anlatı.”

BEHÇET ÇELİK

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

Bir hafıza mekânı incelemesi:

Türkiye’de edebiyat matineleri

Bir dönemin önemli edebiyatçılarını bir araya getiren edebiyat matinelerini hafıza mekânı kuramıyla inceleyen Erol Gökşen’le edebiyat tarihimizi, bu tarz çalışmaların önemini ve edebiyat matinelerinin kamusal işlevini konuştuk.

ÖZGE İPEK ESEN
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist