Bir hafıza mekânı incelemesi:
Türkiye’de edebiyat matineleri
Bir dönemin önemli edebiyatçılarını bir araya getiren edebiyat matinelerini hafıza mekânı kuramıyla inceleyen Erol Gökşen’le edebiyat tarihimizi, bu tarz çalışmaların önemini ve edebiyat matinelerinin kamusal işlevini konuştuk.
1950’lerdeki şiir matinelerinden birinde, Özdemir Asaf ve Behçet Necatigil.
Türkiye’de Edebiyat Matineleri büyük emek verdiğiniz bir çalışma olarak okurun karşısına çıktı. Açıkçası ben Türkiye’nin kültür-sanat tarihinde edebiyat matineleri olduğunu ve yaklaşık on yıl boyunca da öğrenciler ve edebiyatseverlerce ilgiyle takip edildiğini bu kitap sayesinde öğrendim. Bu çalışma için çok teşekkürler. Kitabın bir de alt başlığı var: “Bir Hafıza Mekânı İncelemesi.” Edebiyat matinelerini bir hafıza mekânı olarak çözümlemenin edebiyat tarihi incelemeleri açısından önemi nedir acaba?
Türkiye’de Edebiyat Matineleri-Bir Hafıza Mekânı İncelemesi kitabım okurun ilgisini çekip beğenisini kazandığına göre amacına ulaşmış demektir. Öncelikle edebiyat matinesi kavramını bilenlerin sayısının oldukça sınırlı olduğunu söylemeliyim. Bu kitap yayımlanmadan önce edebiyat matinelerinin varlığından haberdar olup işlevi hakkında bilgi sahibi olmayanlar da bulunmaktaydı. Üstelik kitabın yayımlanmasına ve edebiyat matinelerinin öneminin anlatılmasına rağmen hâlâ bu etkinliklerinin edebiyat tarihimizde nasıl bir fonksiyonu olduğunu kavrayamayanlar mevcut. Bu bağlamda “Edebiyat matineleri neden bu kadar önemli?”, önce bunu açıklamak gerekiyor. İlk olarak toplumsal hafızanın inşasında, kültürel sürekliliğin sağlanmasında ve sanatçının okurla buluşmasında ciddi bir işleve sahip olduğunu vurgulamak gerekiyor. Kitabı okuyanların da bildiği üzere, 1930’lardan 1970’lere kadar edebiyat matinelerinden yolu geçmeyen yazar veya şair yok denecek kadar azdır. Pek çok yazar ve şairin bu matinelerde sergilediği performans genç nesillere ilham kaynağı olmuş, böylece edebiyatımıza yeni isimlerin kazandırılmasında bu matineler önemli bir misyon üstlenmiştir. Öyle ki, Adalet Ağaoğlu, Sennur Sezer, Türkan İldeniz, Ülkü Tamer gibi daha pek çok ismin hatıralarından yola çıktığımızda, bu isimlerin yazar ya da şair olmaya karar vermesinde matinelerin özendirici ve yönlendirici bir yönü bulunduğunu söylemek gerekir.
Edebiyat matinelerini bir “hafıza mekânı” olarak incelemek kültür tarihimizin yorumlanması açısından kapsamlı bir bakış imkânı sunmaktadır. Yaklaşık 40 yıl boyunca kültür-sanat hayatımızın şekillenmesinde, kültürel mirasın kuşaktan kuşağa aktarılmasında, edebi hafızanın inşa edilmesinde, yeni edebiyat anlayışlarının ve farklı sanatsal yönelimlerin tanıtılmasında edebiyat matinelerinin rolü büyüktür. Bu sebeple de edebiyat matinelerini Pierre Nora’nın “hafıza mekânı” teorisi çerçevesinde çözümlemek, bu matinelerin kültürel sürekliliğin sağlanmasına ve edebi mirasın kuşaktan kuşağa aktarılmasına nasıl hizmet ettiğini anlamak için dikkate değer bir bakış açısı sunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu matinelerin, edebiyatımızın dinamiklerini şekillendiren ve hatta yeniden inşa eden bir yapıya sahip olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Bu edebiyat matinelerinin dönem içerisindeki işlevlerine dair okura örnekler üzerinden de bilgiler veriyorsunuz. Örneğin yazar ve şairleri okurla buluşturmanın bir yolu olmasının yanı sıra, yeni şiirlerin, öykülerin de okura sunulduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Edebiyat matineleri eserlerin reklam ve tanıtımında bir yol olarak düşünülmüş müdür sizce?
Edebiyat matineleri yazar ve şairleri gençlerle buluşturduğu gibi, onların eserlerinin geniş kitlelere ulaşmasında da ciddi bir rol üstlenmiştir. Bu etkinlikler aracılığıyla yazar ve şairler eserlerini okurlara doğrudan bir kitle önünde sunabilme ve ânında geri bildirim alabilme fırsatına sahip olmuştur. Bununla birlikte matinelerle ilgili haberlerin, yazıların ve fotoğrafların gazete ve dergilerde yayımlanması, dönemin yazarlarının ve şairlerinin daha geniş bir okur kitlesi tarafından tanınmasını sağlamıştır.
Edebiyat matineleri sadece büyükşehirlerde değil, Adana, Amasya, Balıkesir, Bursa, Edirne, Gaziantep, İzmir, Zonguldak gibi Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde de düzenlenmiştir. Matinelere davet edilen yazar ve şairler İstanbul veya Ankara’dan otobüslerle hareket ederek saatler süren yolculuklar yapmış, gittikleri şehirlerde matinelere katılmış, taşrada yaşayanların güncel edebiyatla tanışmasını ve yeni eserleri takip etmesini kolaylaştırmıştır. Bu etkinlikler yerel ve ulusal düzeyde kültürel faaliyetlerin düzenlenmesini teşvik ederken, teknolojinin gelişmediği yıllarda üretilen yeni eserlerin Anadolu’nun pek çok şehrinde tanıtılmasına vesile olmuş ve eser sahiplerinin popülerliğini artırmıştır. Dolayısıyla bu tür etkinlikler pek çok yeni eserin lansman niteliğinde halka sunulmasına olanak tanımış, yazar ve şairlerle okurlar arasındaki etkileşim daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar güçlenmiştir. Edebiyat matinelerinin yarattığı bu dinamik etkileşim ağı eserlerin daha geniş bir alanda yankı bulmasına zemin hazırlamıştır. Böylece edebiyat matineleri yazarların ve şairlerin eserleri aracılığıyla ülke genelinde popülerliğini artıran, okurla kurduğu etkileşimi güçlendiren önemli bir kültürel platform işlevi görmüştür. Özetle edebiyat matineleri, edebi mirasın sadece korunup kollanmasına yardımcı olmamış, aynı zamanda bu mirasın zenginleşerek gelecek nesillere aktarılmasında ciddi bir rol oynamıştır.
Kitabın kapağında da bir matinenin duyurusunu görüyoruz. Efsane isimler var: Haldun Taner, Kâmran Yüce, Orhan Kemal, Melih Cevdet Anday gibi… Bunun yanı sıra bu matinelere henüz tanınmayan genç şair ve yazarların da katıldığını biliyoruz. Onlar da sahneye çıkıp eserlerini okuma imkânına sahip olabiliyorlar. Siz de kitaptaki değerlendirmelerinizde eski ve yeni kuşak edebiyatçılar arasındaki iletişimi, bağı sağlaması yönünden bu matinelerin çok önemli olduğunu söylüyorsunuz. Peki, eski ve yeni kuşak edebiyatçılar arasında bir bağ kurulmasının edebiyatımız açısından önemi nedir sizce? Buna ek olarak sorayım; edebiyat matinelerinin sonlanmasıyla birlikte sizce kuşaklar arasında kurulan iletişim bundan nasıl etkilenmiştir?
Edebiyat matineleri eski ve yeni kuşak edebiyatçılar arasında bağ kurulmasında köprü vazifesi görmüştür. Bu etkinliklerin çeşitli eğitim kademelerindeki gençler üzerindeki etkisi de birbirinden farklılık gösterir. Özellikle lise gençleriyle üniversiteliler arasında, eski kuşak yazarlardan elde edilen kazanımlar açısından belirgin bir fark olduğu gözlemlenmektedir. Üniversite gençliğinin eski kuşak edebiyatçılarla etkileşimi daha yoğun olmuş, bu etkileşim matinelerin ötesine geçerek ortak projeler ve işbirlikleri yapılmasına olanak tanımıştır. Örneğin eski kuşağın yazarları ve şairleri genç kuşağa dergi çıkarma konusunda yol göstererek genç kuşağı yazma konusunda teşvik etmiş, genç kuşağın yayıncılarla buluşmalarını sağlayarak eserlerinin basılmasına katkıda bulunmuştur.
Eski kuşağın şairlerinin/yazarlarının lise çağındaki gençlere katkısı ise bu gençlere edebiyat sevgisini aşılamak veya onların içlerindeki cevheri ortaya çıkarmak şeklinde olmuştur. Edebiyatın önemli isimlerinin liselere kadar gelip sahnede eserlerini okumaları ilk gençlik çağlarındaki öğrencileri derinden etkilemiştir. Ne var ki edebiyat matinelerinin sona ermesiyle kuşaklar arasındaki iletişim ağı kopmuş ve bu kültürel paylaşım imkânı ortadan kalkmıştır. Buna karşın sonraki yıllarda kitap fuarlarında söyleşiler, imza günleri gibi çeşitli etkinlikler yapılsa da veya gençler yazarların, şairlerin toplandıkları edebiyat mahfillerine katılmaya devam etse de, kuşaklar arası etkileşim ve paylaşım matineler dönemindeki kadar güçlü olmamıştır.
Edebiyat matinelerinin sık aralıklarla yapıldığı yıllar 1953’ten sonrasına denk geliyor. Edebiyat tarihimiz açısından 1950 kuşağının ürünlerini vermeye başladıkları tarihlerden bahsediyoruz. Bu kuşağın edebiyatla iştigalinde edebiyat matinelerinin etkisi nedir veya edebi akımların/hareketlerin edebiyat matinelerini araçsallaştırması gibi bir olgudan söz edebilir miyiz?
Edebiyatımız 1937 yılında Garip Hareketi’nin ortaya çıkışıyla ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiştir. Bu dönüşüm 1950’lerin ortalarına doğru İkinci Yeni şairleri ve 1950 kuşağı öykücüleriyle daha da genişleyerek edebiyatımızın zenginleşmesini sağlamıştır. Yaklaşık yirmi yıl gibi kısa bir sürede edebiyatımızın kendini bu kadar yenileyebilmiş ve geliştirebilmiş olması edebiyat tarihimiz açısından büyük bir önem taşımakla birlikte, yeni şiir ve öykü anlayışının o yıllarda halk nezdinde yeterli karşılık bulmadığı da bir gerçektir. Üstelik bu yeni yönelimler dönemin pek çok tanınmış edebiyatçısı tarafından ya anlaşılmamış ya da bu isimler genç kuşağın yeniliklerine karşı çıkmıştır. Dolayısıyla her dönemde olduğu gibi eski ve yeni kuşak arasında çatışmalar oluşmuş, genç kuşağın edebiyatta yenilik ve farklılık arayışı hem halk arasında hem de sanat camiasında önceleri pek desteklenmemiştir. Dönemin süreli yayınlarında yeni kuşağı eleştiren pek çok yazı yayımlandığı gibi, mizah dergilerinde veya gazetelerin mizah köşelerinde bu durumu örneklendiren karikatürler de geniş yer kaplamıştır. Bu bağlamda edebiyat matineleri yeni şiir ve öykü anlayışlarının geniş kitlelere ulaşmasında, özellikle genç kuşak tarafından benimsenmesinde önemli bir görev üstlenmiş, dolayısıyla edebiyata yenilik getirmek isteyen yazar ve şairlerin edebiyat çevrelerince kabul görmesine katkıda bulunmuştur. Nitekim Attilâ İlhan, Salâh Birsel, Özdemir Asaf, Oktay Akbal gibi yazarlar yazılarında bu durumu anlattığından, kitabımda da bu yazılara birçok kez atıf yaptım.
Edebiyat matinelerinin halkla buluşması belirli bir plan ve program dahilinde gerçekleşmemiş, matineler süreç içerisinde yavaş yavaş halk arasında popülerlik kazanmıştır. Bu nedenle başlangıç aşamasında belirli sanatsal yönelimlerin edebiyat matinelerini araçsallaştırdığını söyleyemeyiz. 1930’lu yılların başından itibaren farklı isimlerin katılımıyla birçok şehirde düzenlenmeye başlanan bu matineler 1953 yılından sonra daha programlı ve kapsayıcı bir hale gelmiştir. 1953 yılından itibaren sıklıkla düzenlenmeye başlayan edebiyat matineleri yazarların ve şairlerin hem eserlerini sunmak hem de edebiyat anlayışlarını gençlere anlatmak için platform oluşturarak edebiyatın kamuya açılmasını kolaylaştırmıştır. Bu süreçte matineler sadece edebi eserlerin tanıtımına hizmet etmemiş, aynı zamanda edebiyatçılar ve gençler arasında düşünsel ve duygusal bir etkileşim ağı kurulmasına da vesile olmuştur. Bu şekilde de şair/yazar ile okur arasındaki büyülü perde aradan kalkmış, edebiyat eserleri sadece bir köşede yazılan değil, halka sunulan ve halkla birlikte üretilen bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla 1953 yılından sonra edebiyat matineleri belirgin bir şekilde araçsallaştırma işlevi taşımaya başlamıştır.
Diğer edebi türlerle kıyasladığımızda şiir bu matinelerde başrolü oynuyor gibi. Şairler kendi şiirlerini ya da genç şair ve yazarlar başkalarının şiirlerini, öykücüler öykülerini okuyor. Bir nevi performansa dönüştürülüyor yapıt. Bu çok ilginç bir olgu. Şunu düşündüm, performansa dönüşmesi sebebiyle acaba yazar ve şairler eserlerini yazarken bu performansı gözettikleri zamanlar olmuş mudur?
Yazar ve şairlerin eserlerini kaleme alırken matinelerdeki performanslarını göz önünde bulundurup bulundurmadıklarını bilmek pek mümkün değil. Kitabı hazırlarken o dönemde matinelere katılmış olan isimlerin hatıralarını, mektuplarını ve söyleşilerini inceledim. Ancak bu konuda doğrudan herhangi bir açıklamaya rastlamadım. Yine de şunu söyleyebilirim ki, bir şiir ister lirik, ister epik, ister satirik olsun, daima estetik ölçütler göz önünde bulundurularak yazılır. Bu nedenle şiir türü kafiyesiyle, ölçüsüyle veya ölçüsüz olsa da ritim oluşturan ses benzerlikleriyle ve tekrarlarıyla bir şarkı gibi icra edilebilir bir nitelik taşımaktadır. Ayrıca şiirin öncelikle bir “dil” sanatı olması, teatral bir yanının bulunması ve müzik eşliğinde yüksek sesle okunmaya uygun görülmesi onu kolaylıkla bir performans sanatına dönüştürebilir. Bu bağlamda, şiirin doğası gereği sahip olduğu özellikler onu sahnede okunmaya elverişli kılar. Ayrıca şiirin sahnede performans sırasında –müzik eşliğinde olsun olmasın– vurgu ve tonlamayla veya beden diliyle kazandığı yeni anlamlar onun okur üzerindeki etkisini daha da artırabilir. Dahası, şiir sanatı yazılı bir metin olmasının ötesinde, sahnede icra edildiğinde şairin edebiyatseverle doğrudan etkileşim kurmasını sağlar. Dolayısıyla şairler de yazdığı şiirlerin katıldıkları matinelerde sunulması konusunda karar verirken onların icra edilmeye uygun olup olmadığını göz önünde bulundurmuş olabilirler. Bununla birlikte öykü şiire göre sahnede yüksek sesle icra edilmesi daha zor bir edebiyat türüdür. Ses ve ritimden ziyade kurguyu esas alması, şiire göre daha uzun olması ve düşünsel yanının, betimlemelerin ve karakter çözümlemelerinin ağır basması bunun sebepleridir. Buna karşın matinelerde yazarların da öykülerini okuduğunu biliyoruz, ancak bu öykülerin izleyici üzerinde şiir kadar etkili olmadığını söylemek mümkün.
Özdemir Asaf’ın bu matinelerin gediklilerinden olduğunu okuyoruz. Hatta onun sahnede okurla iletişiminin eğlenceli anlar yaşattığına dair tanıklıklara da yer vermişsiniz. Yine Attilâ İlhan’ın bu matinelerde okuduğu şiirler sayesinde Attilâ İlhan mitosu yarattığını okuyoruz. Şairlerin, yazarların eserlerini sahnede okumak vesilesiyle yarattıkları bir sahne kişiliğinden bahsediyoruz aslında burada. Bir yazarın, şairin sahne kişiliği olması bana çok ilginç geldi. Gölge kimliğiyle yazdığı eserleri sahnede yarattığı personayla okurlara sunuyor olması arasında sanki bir çelişki var gibi… Siz ne dersiniz?
Günümüzde bir yazarın veya şairin sahne kişiliği olduğunu düşünmek alışılmadık bir durumken, edebiyat matinelerinin furyaya dönüştüğü yıllarda hemen her yazar ve şair kendine özgü bir sahne kişiliği yaratmış ve bununla öne çıkmaktan çekinmemiştir. Bu bağlamda edebiyat matineleri yazarların ve şairlerin kendi sanat anlayışlarına uygun bir sahne kişiliği oluşturmaları açısından da büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca onların gölge kimlikleriyle yazdıkları eserleri sahnede yarattıkları persona aracılığıyla sunmaları arasındaki ilişki veya çelişki de aslında sanatın yaratım sürecinde taşıdığı çok yönlülüğü yansıtmaktadır. Eserlerini yazarken kendi iç dünyasından ve yaşamsal deneyimlerinden, hatta bilinçaltının en gizli köşelerinden beslenebilen şairler/yazarlar, bu eserleri sunarken farklı bir kişiymiş gibi davranarak çelişkili durumlar sergileyebilirler. Bu durum hem şairin/yazarın karmaşık dünyasını hem de eserin çok katmanlı ve girift yapısını ortaya koyar. Zira yaratıcılığa dayanan her sanat eseri çözümlenmesi zor, kendi içinde çelişkiler taşıyan, karmaşık ve çok katmanlı bir sürecin ürünüdür. Üstelik şairin/yazarın aynı eseri farklı matinelerde okurken birbirine hiç benzemeyen performanslar ortaya koyabilmesi, şairin/yazarın sahnedeki personasının da sabit kalmayabileceğini ve o anki psikolojik durumuna göre bu personanın dinamik, değişken, karmaşık, hatta çelişkili özellikler taşıyabileceğini gösterir. Dolayısıyla edebiyat matineleri yazarların ve şairlerin hiç bilinmeyen özelliklerini, farklı yönlerini ortaya çıkarması açısından da önem arz eder. Bu sebeple yazdığım kitabın edebiyatımızın ünlü yazarlarını ve şairlerini bambaşka bir şekilde tanımaya yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle de kitabın hazırlanmasında bana katkıda bulunan Bahanur Garan Gökşen’e, kitabın yayımlanmasını sağlayan h2o kitap’a ve Özcan Özen’e buradan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.
Önceki Yazı
Zamanının bir kahramanı, Tom Ripley
“Ripley’de trajik bir bilinç, arınma hissi ve ihtiyacı, suç ve ceza ayrımı gibi şeyler yoktur. Onu zamanımızın sosyopat bir kahramanı yapan tam budur.”
Sonraki Yazı
Oğuz Demiralp ile söyleşi:
“Kuramın fetiş haline getirilmesine karşıyım.”
“Bir metnin güzelliğini anlamak için çok fazla kurama gerek yok. Edebiyatı sevmek, içinde onu hissetmek gerekiyor. Elbette kuramları, belli yaklaşımları öğreniyorsunuz, içselleştiriyorsunuz. Kendi yazılarınızda da bunun yansımaları görülüyor. Fakat fazla kuramsallığın edebiyatı öldürdüğünü söylemek mümkün.”