Nalan Yırtmaç ve İlhan Sayın ile söyleşi:
“Manzaramız bu: Darmadağın”
Nalan Yırtmaç ve İlhan Sayın’ın ortak dertler, farklı müdahalelerle son yılların parçalı bulutlu stabil iklimine dair tanıklıklarının ürünü bir sergi “Darmadağın”. Serginin dağınık ve parçalı hikâyesini onlardan dinledik.

"Darmadağın" sergisinden.
İki eski arkadaş iki ayrı güzergâhtan hareket edip duble yollardan, beton dağlardan, kel ormanlardan, insan tarlalarından geçerek varış noktasında buluşur gibi, kendileri gibi ve kendiliğinden bir sergiyle “darmadağın” karşımızdalar. Günlük tutar gibi iz sürdükleri manzaralar birinde bir ağaç kökünün sakinliğini, diğerinde ağacın dalına, yaprağına can veren taşkınlığını hatırlatıyor.
Buna rahatlıkla Nalan Yırtmaç taşkınlığı ve İlhan Sayın dinginliği de denebilir. Biri kırıkları bir araya getirmeye, onarmaya çalışırken diğeri bir tür anarşistlik yapıyor. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde 7 Haziran’a kadar sürecek “Darmadağın” başlıklı sergi sanki biraz da böylesi bir işbirliğinin ürünü.
Son beş yılın bilançosu ağır: Pandemi ve tıpkı bir salgın hastalık gibi toplumsal hayatın her alanına yayılan sıkışmışlık, doğa kıyımı, betonlaşma, 6 Şubat depremi, toplumsal parçalanma… Serginin negatif çınlayan başlığına ve içeriğine karşılık bu parçalılık, dağılma ve kırıklardan kurdukları yeni manzaralar, yeni olasılıklar, yeni bir araya gelişler üzerine düşünmek için de bir fırsat. Tıpkı Nalan Yırtmaç ve İlhan Sayın’ın bu sergideki yan yanalığı gibi…

Bu birlikte ilk serginiz olmasına rağmen uzun bir ortak geçmişiniz, beraber birçok atölye yapmışlığınız var. Nasıl ortaya çıktı birlikte sergi yapma fikri ve neden şimdi?
Nalan Yırtmaç: İlhan’la arkadaşlığımızın 36 yılı var. Akademi’den beri tanışıyoruz. Sonrasında Depo’da, Sulukule’de, geçen sene de depremden sonra Antakya’da çeşitli atölyeler yapmışlığımız var. Kıraathane’de bir sergi yapmak gündeme geldiğinde kafamda önce solo sergi fikri vardı, sonra düşününce bu bana pek de heyecan vermedi. Kolektif hareket etmeyi seviyorum, o süreç bana daha verimli ve besleyici geliyor. İlhan’la da resimlerimizin ortak bir derdi var, ikimiz de eko-kıyım üzerine resimler yapıyoruz. O yüzden ona teklif ettim, iyi ki de etmişim.
İlhan Sayın: Nalan evine gittiğimizde hemen herkesin önüne defter, kalem koyar. İsterseniz hiç resim yapmamış olun, ondayken bir yandan çay eşliğinde sohbet edip bir yandan resim yaparsınız. Kolektif iş yapmayı çok sever. Onca yıllık arkadaşlığın getirdiği yakınlıkla birlikte çok zaman geçirdiğimiz, zamanında pek çok atölye yaptığımız için pratiğimizin nerelerde kesiştiğini, birbirimizin nasıl çalıştığını da iyi biliyoruz.
İlhan, senin sürece yayılan, daha odaklı ve sistemli bir üretme pratiğin var. Nalan, seninse daha hızlı, tepkisel, hareketli bir çalışma yöntemin olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan değişen doğa ve kent manzaralarına müdahale ettiğiniz tematik bir paralellik söz konusu. Sergiyi kurarken bu paralellikler ve zıtlıklar sizi nasıl yönlendirdi?
İ.S: Bu sergiye tam da buradan, kesiştiğimiz yerlerden ne çıkacak diye yaklaştık. Nalan sergi için beni özgür bıraktı, toplamda ne yapacağımı son âna kadar bilmiyordu. Hatta son yaptığım birkaç resmi sergi kurulurken gördü. Sergiye dair herhangi bir başlık, tema da belirlememiştik. Arkadaşlığın verdiği güven bir yana, ele aldığımız konuların birbirinden uzak olmamasına da güvendik sanırım. İkimiz de günlük tutar gibi resim yapıyoruz. Nalan tuhaf haberler, görüntüler üzerine yorum katıyor; hızlı hızlı çalışıyor ve daha hızlı tepki veriyor. Bense daha odaklı, biriktirip demleyerek, sindirerek ilerliyorum.

N.Y: İlhan’ın yumuşak bir tavrı var, şiir gibi resmediyor, bense daha tepkiselim, evet. Çalışma yöntemlerimiz farklı olsa da temalarımız paralel. Milli Reasürans’taki ikinci solo sergisinde memleketin yeni manzaralarını resmetmişti İlhan. Yıkıntılar, atıklar, molozlar ve çöplerin güzel peyzajlarla bir arada olduğu manzaralardı bunlar. Nefisti!
Bu sergide birbirinize bağlandığınız yer –biri tahayyül, biri gerçeklik– tersten bir ortaklıktan hareket ediyor; biri bir evi istila eden bir ağaç, diğeri ise bir ağacı “sahiplenen” bir ev resmi. İronik bir bağ söz konusu; bir tarafta müdahale etme, diğer tarafta müdahil olma durumu var.
N.Y: İşin ilginci, o resimleri birbirimizden bağımsız ve habersiz yapmışız. İlhan gazetede gördüğü –yüzyıllık bir ağaca dokunmadan ağacın etrafında bina inşa eden birine dair– bir haberden yola çıkıyor. Benim resmim ise bir müdahale, bir itiraz ya da doğanın intikamı gibi okunabilir. Tıpkı Çernobil’den sonra doğanın o kasabayı ele geçirip hakkını geri alması gibi, ben de evimin balkonundan baktığımda gördüğüm o sıkışık manzarayı resmettim: Betonu delip geçen ve evin ortasında kendine yer bulan bir ağaç. Sergide dört farklı versiyonu yer alıyor. Bu resimleri pandemide resmetmek bana ayrıca teselli ve güç verdi.
İ.S: Nalan o işi 2022’de yapmış. Ben de Nalan’dan habersiz, benzer bir konuyu 3-4 sene önce bahsettiği haberin fotoğrafından yola çıkarak taslak olarak çalışmıştım. Nalan’ın resmini görünce bu sergi için o deseni tekrar çalıştım. Benim açımdan hem geçen yıl Milli Reasürans’taki sergimle bu sergi arasında hem de Nalan’la bu sergideki işlerimiz arasında ortaklaştığımız yerleri göstermesi açısından bir köprü niteliğinde. Bir ağaca kıyamamayı, merhamet göstermeyi, o ihtiyacı ve sıkışmışlığı çok iyi anlatıyor.
Önceki sergimde “müdahale edilmiş manzaralar” üzerine kafa yormuştum. Ele aldığım konulardaki devamlık açısından bu deseni sergilemenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu sergide üzerlerinde doğa manzaraları, stilize bitkiler ya da hayvan figürlerinin yer aldığı seramik tabak ya da bibloları sanat tarihsel referanslar aracılığıyla bugünün distopik manzarasıyla ilişkilendirdiğini görüyoruz. Öte yandan son dönemde yoğunlukla monokrom desenlerini gördük. Bu sergide renk de devreye giriyor. Nasıl girdi resmine bu “kırılgan” nesneler ve renk?

İ.S: Seramik tabaklar ve figürlerle ne yapacağımı tam olarak bilmesem de uzun zamandır eşten dosttan alıp biriktiriyordum. Belki heykel yaparım diyordum ama birden bir gün istemsiz bir şekilde önüme koydum ve çizmeye başladım. Önce seramik bir kuş figürü çizdim ama o yetmedi. Sonra tabakları da dahil ettim ve ortaya bir hikâye çıkmaya başladı. Kırıkların içindeki kuş beni toplumsal parçalanma, deprem, insanın içindeki kırıklar gibi pek çok yere götürdü. Sonuçta ortaya bir natürmort çıktı. Çizmeye doyamadığım için bu kez manzara çalışmaya başladım. Dağlar, göl derken geyik ve susamuru figürleri de yerini aldı bu manzarada. Son olarak da portre çıktı. ‘99 depreminin ardından yaptığım bir kolaj vardı. Bir gazete kupüründeki harabeye dönüşmüş bir yıkıntıyı dekupe edip profilden bir portre yapmıştım. Giuseppe Arcimboldo’nun meyve ve sebzelerle yaptığı portre gibi ben de kırık tabaklarla ortaya bir portre çıkardım. Bir yandan da hem o eski işime hem de sanat tarihine referans gösterdim.
“Darmadağın” başlığı bu iki resimle bir hat kurarak serginin bütününde son yılların gündeminin –pandemi, deprem, eko-kıyım, çarpık kentleşme gibi– üzerimizde bıraktığı negatif etkiyi olduğu kadar, yeni birliktelikler kurma potansiyelini de akla getiriyor. Sizin bu sergide kendiliğinden bir araya gelmeniz gibi, sergi başlığı da kendiliğiyle durumu özetliyor…
N.Y: Açıkçası serginin ismini bulmakta zorlanmadık. İtiraf edelim, Eda Yiğit’i bu serginin küratörü olması için ikna ettik ama ilk toplantıda sergiye çok az süre kaldığından bu işi layığıyla yapamayacağını söyledi. Küratörümüz bizi terk edince “darmadağın” olmuştuk zaten. Benim sergideki işlerim dönemsel olarak da dağınık. Pandemi, manzara atölyelerinde yaptığım resimler ve de son dönem annemle babama bakım tecrübesi döneminin resimleri var. Bu sergide üç farklı günlük defteri bir araya geldi. İlhan’ın çalıştığı resimlerde de tabak kırıkları olunca kendiliğinden çıktı diyebiliriz sergi başlığı için.
Tabii bir yandan da toplumsal olarak bir dağılma hali söz konusu. Pandemiden, depremlerden, maden kazalarından, 1 Mayıs ve Onur Haftası kutlamalarının engellenmesinden kamusal alanda tanık olduğumuz şiddet ve baskılara işte manzaramız bu: Darmadağın.

İ.S: Geçen sene depremden 3-4 ay sonra Nalan’la Antakya’da bir süre çocuklarla atölye yaptık. Olan biteni buradan takip etmek başka, kendi gözünle görmek bambaşka. Bu resimlerde birebir olmasa da depremin de, kaybettiğimiz arkadaşlarımızın, maden kazalarının ve son siyasi olayların da etkisi var; sanırım bütün hepsinin birikimi.
Tuttuğunuz günlüklerin gündeminde tahribat var ama Nalan senin resimlerin bu tahribatı tersyüz edercesine isyankâr. Bunu işlerinin bir önsözü gibi izleyiciyi karşılayan Perde işinde görüyoruz ilk. Perdenin üzerindeki baskıda ellerinde saksılarla ve umutla duran yaşlı çiftle başlayan hikâye, içerde her yerinden yeşiller, bitkiler ya da canlılar fışkıran bir cangılda devam ediyor sanki.
N.Y: Bakırköy’de doğup büyüdüm. Bir köyüm, toprakla bağım yok maalesef ama balkonumda domates, biber, patates yetiştirdim. Serginin bana göre genel teması da şu: Şehirde yaşayan ve toprakla bağı olmayan insanlar doğayla nasıl ilişki kuruyorlar? Tabiatı nerede görüyorlar? Ben kendi adıma hastane bahçesinde, mezarlıklarda ya da parklarda küçük parçalar halinde ya da saksılarda draje şeklinde görüyorum yeşili. Biraz da bu yüzden geçen yıl empresyonistler gibi doğaya çıkıp kamusal alanda çalışmaya başladım, ayrıca kentin değişen manzarasını resmettiğimiz bir atölye yürüttüm. Bir gün bir müzenin bahçesine, bir gün bir bostana ya da bir parka gittik. İstanbul’un değişen manzarasını kayıt altına almak, elimizde ne kalmış arşivlemek gibi bir hareket…

İstanbul Botanik Bahçesi konusu var bir de. 2014’ten beri vatandaş içeri giremiyor Diyanet Bakanlığı’na bağlandığı için. İçerideki bahçıvan emekli edilmiş, yerine yeni bahçıvan alınmamış. Bilerek, isteyerek metruk bırakılmış, binlerce bitki çeşidi de kurumuş gitmiş…
Soruna dönecek olursak, perdenin üzerindeki yaşlı kadın ve adam figürleri hayatın ve mutluluğun sırrını çözmüş gibiler. Biri saksıda limon fidesi, öteki ise çamfıstığı fidesi taşıyor. (Bu arada yıllardır şablon kesmiyordum, özlemişim.) İnsanlara umut veren, dayanışmayı aşılayan güçlü kadın ve erkek figürleri bunlar. Şehirde yaşamak içine kapanmayı ve yalnızlaşmayı da beraberinde getiriyor; umutsuzluğu ve korkuyu büyütüyor. Bunu pandemide hepimiz gördük. Perdedeki bu iki figür toprağın ve doğanın sonsuz bereketini, hayatın döngüsünü, dayanışmayı, birlikte daha güçlü olacağımızı hatırlatıyor bize.
Belki de bu sayede İlhan, senin kırıp yeniden kurduğun eski zamanlara dair, masalsı dünyaya karşılık, Nalan’ın ihtimalleri tersyüz ederek “başka türlü bir hayat mümkün”ü akla getiren işleri; hepsi bir araya gelince “Darmadağın” gibi karamsar bir başlığı alt edebiliyor. Serginin başlığı ve kapsamı karamsar çınlasa da, sergi o hissi bırakmıyor bizde. Bunu sağlayan ne sizce; kara mizah mı, dağılmanın yeni ihtimallere olanak tanıması mı?
İ.S: “Öldük bittik mahvolduk, buraya kadarmış” demek manasız. Yeniden bir araya gelişlerle, yeni çıkış yolları aramalıyız. Sergide de dağılma parçalanma ve sonra onları tekrar bir araya getirme durumu söz konusu. Belki bu sağlıyordur. Ayrıca Nalan’da ironik bir yaklaşım, trajikomik bir ifade var.
Nalan’ın resimlerinden birinde uçak kazasından sonra yolcular suya düşmüş, uçağın kanadında halay çekiyor mesela; bense kırık tabaklarla dağılmış manzarayı bir araya getirmeye çalışıyorum.
N.Y: Sıkışma hali, yaşlılık ve ölüm gibi karamsar konular da var ama şakacı perspektiften bir bakış da var sergide. Bir kadının evde tek başına yaşadığı pandemiyi resmettiğim işte, kadın elinde kurumuş bir kılıç bitkisinin yaprağını döner bıçağı gibi tutmuş, dışarı bakıyor; sokakta sakat durumlar var. Ya da İlhan’ın dediği gibi, denize zorunlu iniş yaptıktan sonra kıyıya vurmuş uçağın kanatlarında kimsenin kılına zarar gelmediği için halay çeken yolcular da var, tey tey tey…
Önceki Yazı

Bir ‘bakışlar’ kitabı:
Siper alarak yazmak
“Mehmet Mahsum Oral hayatın mevcut görüntüsünün altında, üstünde, sağında solunda sinsice bekleyen şeylere dair, ters bir açıyla yeni ve garip şeyler söylüyor. Ayrıca hayatı anlatır gibi değil, hayattan intikam alır gibi, hayatı sarsmak ister gibi, hayattan hesap sorar ya da hayatı sürekli yoklar gibi yazıyor.”
Sonraki Yazı

Deniz Özbey ve Tuğrul Akyüz’le söyleşi:
“Beklentimiz sadece müzik yapmaktı, piyasa falan gibi şeyleri hiç dert etmedik.”
“Şiir başka bir şeydir, şarkı sözü başka bir şey. Aynı kulvarda değiller. Müzikal olarak ifade etmek başka bir şey. Öyle bir an geliyor ki, notayla söylenen söz insanın tüylerini diken diken edebiliyor ama notasyon olmadan o sözün bir anlamı olmayabiliyor. Aynı şey şiir için de geçerli. Şiirken çok hoşunuza gidiyor ama şarkı haline gelince tuhaf olabiliyor.”