Bir ‘bakışlar’ kitabı:
Siper alarak yazmak
“Mehmet Mahsum Oral hayatın mevcut görüntüsünün altında, üstünde, sağında solunda sinsice bekleyen şeylere dair, ters bir açıyla yeni ve garip şeyler söylüyor. Ayrıca hayatı anlatır gibi değil, hayattan intikam alır gibi, hayatı sarsmak ister gibi, hayattan hesap sorar ya da hayatı sürekli yoklar gibi yazıyor.”

Mehmet Mahsum Oral
“Hayata karşı siper alır gibi yazı masama yaklaştım” demiş bir yerlerde Pessoa. Yazıyı ya da yazma eylemini böyle bir siper ya da barikat gibi kullanan yazarlar vardı, halen de var, ama eskisi kadar değil sanırım. Pessoa’nın bahsettiği bu “canhıraş” yazma uğraşı, bir topyekûn uyumsuz ve negatif yazar figürünü gerektirir. Bu figür dünyayla, hayatla, kültürle tam bir çarpışma içindedir, olayın dışında ve karşısındadır. Yani hem bir “outsider”dır, hem de “anti-”dir. Hayatın “anti”si. Hayatın kendisine kara bir şüpheyle ve öfkeyle bakan bir yazar figürü. Bu figür aslında bir erken-modern figürdür: Kafka, Baudelaire, Dostoyevski, Céline gibi erken modernler bu şüpheci ve öfkeli yazar tipinin ilk versiyonlarını sunmuşlardır. Siper mevzuuna vesile olan Pessoa da dahil, bütün bu şüpheci yazarların temel meselesi şu gibidir: Mevcut haliyle “hayat”a karşı bir konum almak; hayatı anlatmak değil sarsmak: Yazı üzerinden bakışı tekrar, “ters bir açı”dan hayata doğrultmak; evet, bir silah gibi adeta.
Mehmet Mahsum Oral’ın hayata (ve “dil”e) karşı böyle bir siper alan, hayat denen duvarda yeni delikler açan bir yazar olduğunu düşünüyorum. Hayatın mevcut görüntüsünün altında, üstünde, sağında solunda sinsice bekleyen şeylere dair, ters bir açıyla yeni ve garip şeyler söylüyor. Ayrıca hayatı anlatır gibi değil, hayattan intikam alır gibi, hayatı sarsmak ister gibi, hayattan hesap sorar ya da hayatı sürekli yoklar gibi yazıyor. Hayatın dışında (öteki, outsider, dışarlıklı) durup içine doğru kafasını ve bakışını uzatıyor desem yeridir.
Tam da bu eşikteki “konum”da iyi ve modernist bir edebiyat başlıyor: Periferide ya da eşikte durup merkezi huzursuz etmek. Dıştan bakıp içi sorunsallaştırmak. Hayatın ve yazının olağan çerçevesine yakalanmamaya özen göstererek özerk bir düşünce ve yazı alanı inşa etmek. Özerk yazı alanı da tabii ki özerk bir kültür ve politika demektir. Bağımsızlığını ilan eden yazar artık tehlikeli bir yorumcudur. Nietzsche gibi “meczupça” ortalığı karıştırabilir, elinde çekiç düşünce sistemlerinden hesap sorabilir. Ya da Bernhard gibi olaylara dışarıdan ve negatif bir bakışla yaklaşarak yeni bir negatif-etik inşa eder. İyinin ve kötünün ötesinde. Yeni bir etik, yeni bir bakış. Her şeye “yeniden bakma” isteği ve çağrısı.
Mahsum Oral’ın Barbarlarla Beklerken’den sonra çıkan ikinci anlatısı Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar, bu “yeniden bakma” eğilimiyle çok ilgili bir anlatı, hatta tam bir “bakışlar” kitabı. Anlatıcı kişi (ya da şahıs) her şeye yeniden bakıyor, gözünü kültürel ve politik manzaranın detayları üzerinde gezdiriyor ve verili bakışlara pek alan tanımıyor. Eve, sokağa, uykuya, acıya, siyasete, kültüre, dile, şehre ve diğer şeylere mesafeli ve dikenli bir gözle bakıyor. Dikenli göz ne demek derseniz, Adorno’nun Minima Moralia’da kullandığı “kıymık” metaforunu hatırlatırım: “Gözümdeki kıymık en iyi büyüteçtir.” Gözüme batan o şey, bakışımı bozan ve beni başka türlü bakmaya iten o şey, bir bakış eksikliği, bir körlük değil, yeni ve süper kıymetli bir bakma imkânı yaratır. Buradaki anlatıcı sürekli bakıyor, ısrarla bakıyor, yokluyor ve ortaya da bir “bakışlar kitabı” çıkıyor.[1]
Oral’ın bir önceki kitabı Barbarlarla Beklerken’de barbarca konuşan, bir belirsiz şehirde dolaşırken fragmanlardan fragmanlara atlayan, yoğun ve poetik bir dil kuran bir “barbar”ın sesini duymuştuk: Neredeyse yeraltından mırıltılardı o kitap. Öfkeli, hırıltılı, tehditkâr bir ses, dünya hallerine bir yazar olarak “kafa tutuyor”du. Şöyle demiştim o kitapla ilgili yazımda: “Anlatıcının mırıltılı bir dille anlattıkları hem bir dil araştırmasını hem de şehir-hayat-varoluş araştırmasını içeriyor. Politik olanı gündelik detaylarda ve dilin kendisinde arayan bu poetik ve barbarca metnin etkisini hem dilde hem de sosyolojik ve tarihsel malzemede açılan bir çukur olarak da tanımlayabilirim. Bu çukur içinde, ‘anlaşılmaz bir dille konuşan’ anlamında ‘barbar’ kelimesinin hakkını veren bu yoğun anlatı, açıkça söylemek isterim ki, son yıllarda Türkçede yazılmış en güçlü avangard-modernist metinlerden biri olabilir.”
O ilk kitabın bir de politik yanı vardı, benim “grotesk politik” demeyi tercih ettiğim bir yan “Barbarlarla Beklerken hem üslubu hem de etrafında dolaştığı mevzular gereği açıkça (belki de, kelime oyununu mazur görün, ‘kaçıkça’) politik bir anlatı. Grotesk-politik bir anlatı. Havadaki siyasi gerilim (‘bölge’deki gerilim, ilk akla gelen şey) bir şimşek olup metne düşmüyor, metni yakmıyor, yoğunlaşan bir kara bulut gibi metnin üzerinde asılı duruyor. Devletin ağır varlığı, militarizm, gözaltılar, hegemonya, paranoya, resmî tarihin baskısı, engellenen eylemler, atılamayan sloganlar, yazılamayan mektuplar, bulunamayan evlatlar... Bütün bunlar bir ‘grotesk’ anlam titremesi sayesinde metne dahil ediliyor.”
Yani bir önceki kitap hem “modernist-avangard” bir üsluba sahipti hem de “hardcore” politikti. Grotesk-politik manzaralarla doluydu: Anlatıcı bir garip alanda dolaşırken “gözüne” takılan şeyler bir politik manzara da çıkarıyordu. Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar’da da (EDBR diye kısaltalım bundan sonra) bir modernist estetik ve yine grotesk bir politik manzara bulmak mümkün. Ama bu sefer katmanlar daha yoğun, dil daha kesif ve parçalar, ada-metinler birbirinden daha uzak. Bir fark daha var: EDBR’nin anlatıcısı şehirde ya da dışarıda değil, daha çok evde, çıkılamayan bir evde dolaşıyor. Son zamanlarda bıkkınlık verici derecede artan “ev” ve “evden” kaçış mevzularının aksine, evden kaçamayan, evin (dil, tarih ve coğrafyanın) duvarlarına sinmiş kalıntılarla, gündelik eşyaların gündelik olmayan anlamlarıyla uğraşıyor. Sonunda yine “kaçık” bir noktaya, anlaşılmanın ötesine geçmeyi göze alarak.
Bu anlatının detaylarına geçmeden önce şunu söylemek isterim: Oral’ın yazısında yazı üzerine düşünen, yazının olanakları ve ontolojisini sürekli yoklayan bir yazı-kuramcısının varlığı da hissediliyor. Bir Derrida, bir Barthes, bir Beckett etkisiyle yazının kendisine bakıyor. “Yazmak geri çekilmektir” diyen Derrida gibi, bir adım geri çekilerek yazı denen, dil denen şeyi de gözden geçiriyor. Bu açıdan, anadilinden (Kürtçe) farklı bir dilde yazan bir yazar olarak, resmî dilde de (Türkçe) bazı gedikler açıyor. Ya da mesela Sevim Burak gibi, bir başka dil ihtimalini hâkim dile enjekte ediyor, pek belli etmeden. Bu açıdan Oral’ın edebiyatı, evet, minör edebiyattır. Deleuze ve Guattari’nin Kafka kitabında bahsettiği şu üç özelliği de taşır: (1) Dilin tuhaf bir minör kullanımı, dilin yersiz yurtsuzlaştırılması (2) Her şeyin siyasal olması, dar mekânda “büyüyen” mevzular (3) İfadenin “kolektif” bir değer taşıması (bireysel anlatıcının söylediklerinin bir “topluluğu” ifade etmesi ve bir yandan da bireysel anlatıcının ortadan kalkması).[2]
Şimdi gelelim bir metaforlar silsilesine benzeyen bu kısa ve yoğun anlatının mevzularına. Bir kere dışarıda, bir belirsiz bölgede meczup dolaşan ilk romanın aksine, bu bir evden çıkamama kitabı. Abdullah Aren Çelik de benzer bir şey söylemiş: “Oral’ın anlatısı gidenin değil, kalanın evi içerden gördüğü bir anlatıdır.”[3] Evden çıkamazken, evi ateşe vermeyi sürekli düşündüğü için de bir paradokslar kitabı bu. Zaten iyi edebiyat için paradokstan daha iyi bir şey yoktur.
Evden çıkmayan bu anlatıcı evi içeriden zorlar. Evi içeriden çökertmeye girişir, sorgulamalar ve bakışlarla. Daha kitabın başında gözü evin duvarındaki bir deliğe takılır; bir açığa, bir “yapısöküm” ihtimaline. Duvardan çok duvardaki çatlağa bakmak: Anlatıdan çok anlatıdaki çatlağa, resmî söylemden çok resmî söylemdeki çatlağa bakmak. Bu bakan kişi “evin hasarlı çocuğu”dur. Hasarlı bir bakışla bakar; olağan bakışın görmediği yerlere, garip noktalara takılır. Bu yazının başından beri ne kadar “bakmak” dediğimi fark etmişsinizdir: Tevekkeli değil, anlatı boyunca “bakma” lafı ve hali sürekli sayfalarda dolaşıyor. Öyle ki, bakmak nefes almanın yerini alıyor. Oral’la kitap üzerine yaptığımız konuşmaya da, Berger’e referansla “bakma biçimleri” adını vermiştik zaten.
Kitaptan “bakmak” üzerine bir bölüm:
“Hayatımıza giren insanların kötü taraflarından biri de bize, içinde kendi bakışlarının olduğu bir göz bırakmaları… O gözle bakıyorsun eşyaya ve insana… Göz senin değil, onundur.”
Bu bakışı İngilizcedeki “gaze” ile eşleştirirseniz, önünüze dev bir kültürel-siyasi sayfa açılır. Bakışın politikası, ötekilerin bakışı, azınlıkların bakışı, karşı-bakış (mesela Bell Hooks), hegemonik bakış, bakış biçimleri, vs… Bakmak, bir yerden, bir açıdan bakmak (Tanpınar gibi söyleyelim) hayat denen malzemeye şekil vermektir. Bu açıdan da sadece görsel sanatçıların değil, (orada zaten “bakış-açısı” her şeydir) yazarların da “bakış”ına dikkat kesilmek lazım. Burada dile, tarihe ve coğrafyaya bir “yamuk-bakış” söz konusu. Başka bir yerden, başka bir düşünce bavulundan, başka bir “coğrafya”dan bakış. Öğrenilmiş bakış, devletin bakışı neyse, ona dışarıdan bakış. Yerleşik olmayan bir bakış. Yerlilik jargonunu ihlal eden bir bakış. Bu açıdan bana Abe Kobo’nun Kutu Adam’ını hatırlattı buradaki “bakış”. Hikâye şöyleydi: Bir karakter, bir evsiz kendisine bir kutu yapar ve sadece gözlerinin açık kalabildiği bir kutu deliğinden etrafını izler. Yani bir “bakış”a dönüşür.

Bu anlatının bir diğer meselesi de (tabii ki) dil. Bir şeylere bakmak kadar bir şeyleri dille ifade etmek ve “adlandırmak” politik bir eylemdir. Hayat denen muammadaki olayları nasıl adlandırırsanız, hayat o olur. Yine Derrida söylemişti sanırım: “Adlandırmak şiddettir.” O yüzden Derrida yapısökümle adlandırma eylemlerindeki boşlukları yakalar ve adları boşa çıkarır. Beckett’in Adlandırılamayan üçlemesi de biraz bununla alakalıdır: İrlandalı bir yazar olarak “adlandırılmaya” direnişi İngiliz sömürgeciliğine de direnişidir. Çok basit örnek: Aynı kişiye nereden baktığınıza bağlı olarak hem özgürlük savaşçısı hem de terörist diyebilirsiniz. Ve genelde birinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçıdır. Bugün Gazze’de yaşananlar da bununla alakalıdır en temelde. Yazarların “politik” görevi de adlandırılmaya direnmek ya da şeyleri yeniden adlandırmaktır sanırım.
Oral bu “politik” hareketi şeylerin adlarını sorgulayarak ve metaforları “gerçek” kılarak yapıyor. Böylece şeylerin adlandırılma sisteminde bir “kısa-devre” yaratıyor. Mesela şu sahnede:
“Dilimin dönmesini bekliyorum, çünkü dönebilme imkânı olan bir dili bilerek tercih ettim. Bir dilim daha var, onun imkânı genelde dönememek… Dönemediği için bir sınıra dönüşmüş.”
“Dilin dönmesi” metaforundan çıkıp diğer yasaklı anadile böyle bir geçiş bence enfes bir edebi-politik hareket. İlk kitabı Barbarlarla Beklerken’de de bu meseleyi “küçük dilini yutmak” metaforunu bozarak yapmıştı; şöyle anlatmıştım o hamleyi: “Oral’ın dille, majör dille olan derdi, Türkiye’de çözülemeyen ve esnetilemeyen tek-resmî-dil meselesiyle bağlantılı. İki dilli olmanın “üniter” yapıyı bozacağına dair diskur, barbar anlatıcının nezdinde bir reel-metaforla ifade ediliyor. Oral “küçük dili yutmak” metaforunu reel haline taşıyıp tersine çevirerek bir minör-majör dil alegorisi kuruyor.”
Bu ve benzeri dilsel müdahaleler Oral’ın edebiyatını bir “dil laboratuvarı”na da çeviriyor. Dil meselesi üzerine çok düşünen Roland Barthes’ın “dilin çalışma sesi” dediği bir şey var: Barthes’a göre modern toplumlarda doğanın sesinin yerini arka planda dönen “dilin çalışma sesi” almıştır. Dil her an faaliyettedir ve biz her şeyi dil üzerinden algılarız. Barthes iyi eleştirmen ve yazarın bu arka planda çalışan “dil”in sesini, bu olağanlaşan sesi duyduğunu ve sorunlaştırdığını söylüyor. Mehmet Mahsum Oral’ın bu çalışma sesini duyduğunu ve bu çalışan düzenekte arızalar çıkarmak için “dilinden geleni” (kelime oyunundan kim ölmüş) yaptığını düşünüyorum.
Anlatının sonuna doğru anlatıcı karakterlerin onlara öğrettiği dilden başka bir dil konuşmaya başladıkları bir “roman” yazmaya başladığından bahsediyor. Yazarın iflası ya da yazarın ölümünün “tıbben” de gerçekleştiği o bitmeyen romanda dil de bir baskı aracı olmaktan çıkmıştır ve karakterler saçmalamanın da içinde olduğu bir “başka” dille konuşabilirler. Bundan sonra ne yazar bilmiyorum ama Oral’ın mevcut dile müdahalelerinin nihai perdesi olacak böyle bir “başka dile” meyleden bir anlatı yazmasını isterdim. Hayata karşı “yazıyla” siper almanın da nihai hali olurdu bu.
NOTLAR:
[1] Hüseyin Akçan da Gazete Duvar’daki romana dair yazısında Oral’ın metnini “bakmak” üzerinden kurguladığını söylemişti daha önce.
[2] Bkz. G. Deleuze ve F. Guattari, Kafka / Minör Bir Edebiyat İçin, YKY, s. 25.
[3] Bkz. Abdullah Aren Çelik, "Rüzgâr Düşkünü Bazı Evler ve İnsanın ilk Sürgünü", Edebiyat Burada
Önceki Yazı

Mümkün dünyalar üzerine (II):
Sezar ile yaprak kurdu
“Sezar’ın Rubicon’u geçmesi ya da geçmemesinin, bir yaprağın ya da yapraktaki kurtun dünyasında hiçbir yeri yoktur. Bu olay Romalıları ilgilendirse bile kurtçuğu hiç mi hiç ilgilendirmez, tabii Sezar dalgınlıkla yaprağı koparmadıkça. Böcekle Sezar bu açıdan aynı dünyada yer almaz bile. Ancak yaprak kurdunun dünyasını Sezar’ın dünyasına sonsuz küçük algılara karşılık gelen sonsuz küçük kesitler bağlar.”
Sonraki Yazı

Nalan Yırtmaç ve İlhan Sayın ile söyleşi:
“Manzaramız bu: Darmadağın”
Nalan Yırtmaç ve İlhan Sayın’ın ortak dertler, farklı müdahalelerle son yılların parçalı bulutlu stabil iklimine dair tanıklıklarının ürünü bir sergi “Darmadağın”. Serginin dağınık ve parçalı hikâyesini onlardan dinledik.