Bize bir yerlerden tanıdık gelen bir zorbalık
“Kairos. ile 2024 Uluslararası Booker Ödülü'nü kazanan Erpenbeck, Berlin Duvarının yıkılışından önceki birkaç yılı ve yıkılmasından sonraki kısa dönemi bir aşk ilişkisi üzerinden ele alıyor. Yıkım ve çürümenin izleri aşk ilişkisi üzerinden toplumsal çalkantılarla önümüze seriliyor.”

Jenny Erpenbeck
Eşim Bilge’ye…
“Ben dili hep üzerinden atlayıp uçmaya başladığınız ya da belki aşağıya atladığınız bir kaya parçası gibi hayal ederim. Dili kullanarak bir hissi, bir duygulanımı, bir düşünceyi, başlangıç noktasını imlerim; ama o hissi veya duygulanımı çok ayrıntılı bir biçimde tarif etmem, hatta bazen o konuda tek bir kelime bile etmem. Çünkü o başlangıç noktasını yarattıktan sonra insanlara ne hissettiklerini tarif etmeniz gerekmez. Okuru kendi haline bırakmalısınız. Ayrıca belirtmek gerekir ki, gerçek hikâye boşluklarda ve duraklamalardadır.”
– Jenny Erpenbeck, “Geleceğimiz, dönüp bakmadığımız bir yerde şekilleniyor.”
Jenny Erpenbeck’in kitapları Can Yayınları tarafından Türkçeleştiriliyor. Şu âna kadar dört kitabı yayıma hazırlandı: Gidiyor Gitti Gitmiş (2018, İlknur İgan çevirisiyle), Bütün Günlerin Akşamı (2020, Regaip Minareci çevirisiyle), Gölün Sırrı (2022, Dilek Zaptçıoğlu çevirisiyle) ve son olarak da Kairos. (2023, Regaip Minareci çevirisiyle). Yeri gelmişken, Regaip Minareci’nin Kairos. romanı çevirisiyle İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen “2023 Talat Sait Halman Çeviri Ödülü”nün sahibi olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Erpenbeck’in yaşamına baktığımızda Berlin Duvarı’nın yıkılışının onun yazarlığının da önünü açan önemli bir olay olduğunu görüyoruz. Yazar o tarihlerde bir opera yönetmeni olarak çalışıyorken, duvarın yıkılışıyla yazgısını tamamen değiştirmeye karar veriyor. Yasemin Çongar’la yaptığı söyleşide kendisi bu durumu duvar yıkıldığında bir şeylerin kesilivermesi, şimdiki zamanın geçmiş zamana dönüşmesi olarak açıklıyor:
“[Yıkım] benim çocukluğum ve gençliğimle yetişkin hayatımı birbirinden bıçak gibi ayırdı. (…) Sadece sevdiğiniz şeyleri yitirmekle ilgili bir şey değil bu. Sevmediğiniz şeyleri de yitiriyordunuz. Fakat bunlar bile tanıdığınız, bildiğiniz şeylerdi.”
Erpenbeck, edebiyata Eski Çocuğun Hikâyesi adlı novellasıyla adım atıyor. “Joseph Breitbach” ve “Thomas Mann” ödüllerinin de sahibi olan yazar, Bütün Günlerin Akşamı romanıyla Independent gazetesinin Yabancı Kurgu Ödülü’nü de kazandı. Kairos. romanıyla “2024 Uluslararası Booker Ödülü”nün de sahibi oldu.
Bu yazıda Erpenbeck’in Kairos. romanından yola çıkarak izleğine ışık tutmaya, mesele ettikleri üzerinden kalemine yön veren süreçleri keşfetmeye çalışacağım. Roman Doğu Berlin’de geçiyor. Duvarın yıkılışından önceki birkaç yıla ve yıkılmasından sonraki kısa döneme bir aşk ilişkisi üzerinden tanıklık ediyoruz. Yıkım ve çürümenin izleri aşk ilişkisi üzerinden toplumsal çalkantılarla önümüze seriliyor.

Bir şeyler eksik ama ne?
Erpenbeck’in yazını oldukça katmanlı. Belirli bir düzlemde ilerlemiyor akış. Eliptik bir yörüngede (Erpenbeck bir söyleşisinde bunu mikromozmos olarak tanımlıyor) her an birbirine temas ederek devinen olaylar/olgular/kişiler/mekânlarla tekrara düşmeden hemhal oluyoruz. Yazar konu üzerinden genişleterek sunduklarını, kahramanlarımızın yaşantısına (çok) eğilmeden fakat olaylar üzerine verdiği tepkilerden yola çıkarak yorumlatıyor bize. Bence bu çok önemli bir ayrım. Erpenbeck’in romanlarında Katharina’nın veya Hans’ın hissettiklerini biz uzun uzadıya anlatıcıdan dinlemeyiz mesela. Tesadüfen yağmurlu bir günde başlayan bu aşkta bile bize heyecan veren şey onların yaşantıları ya da geçmişten getirdikleri değildir. Bütün çıkmazlarına rağmen ısrarla süren bu ilişki birbirlerine ve çevrelerine verdikleri tepkilerle/yanıtlarla akar. Bu akış kurgunun çok önemli bir özdeğidir aynı zamanda.
Varoluşçu söylemin aşina olduğumuz tınısına mesafe koymakla kalmaz yazar; bizi olgular üzerinden değil, kişiler üzerinden yaşama kafa yormaya zorlar ki, biz bu sayede arka planda yıkılanın sadece Berlin Duvarı olmadığını görürüz. Bu metafor üzerinden yıkıma giden süreci birbirini takip eden tarihsel olgu ve sıralamalardan uzak durarak anlatan bu metin, geliştirdiği (ya da kafa yorduğu) yöntemle kendini sıkıcı olmaktan da uzak tutar. Ama sadece bu da değildir çeşitliliği sağlayan. Her an, her dakika başka noktalara kayan anlatı, anlattığı şeye bile mesafe koyarak bizi yaşantılar/kararlar/kaçırdıklarımız üzerine sorgular. Öyle bir noktaya geliriz ki, sorumlu tutulduğumuz şeylerin figüranı olmaktan öte bir şey gelmez elimizden. Bunu Hans üzerinden okumak da mümkündür: O zaten yıkıntılar üzerine kurarak getirdiği geçmişle yeni bir enkazın (olgunun) altında kalacaktır artık. Çünkü çocukluğunu çoktan yitiren Hans zaman içerisinde işini de kaybeder, romanını ise zaten tamamlayamamıştır. Ve gelinen noktada (kırmızı bir topak haline dönüşen) çocuğunu da kaybetmiştir. Finale yaklaştıkça elinden alınan şeylerin sorumlusu değil, sonucu olduğunu da görecektir. Bu nihayetten tek ders alan kişiyse Katharina’dır. O elinde tuttuğu kırmızı topak bir karar nişanesi olarak bizi rahatsız etse de, Kairos’un sürgünüdür de. Katharina’nın kendi bedeninden kopararak toprağa verdiği şey Hans’ın toprak oluşunda vücut bulacaktır hiç şüphesiz. Kairos bir Yunan Tanrısı olarak ya da şanslı anların veya fırsatların da “tengri”si sıfatıyla toprağa verilirken, başka bir bedende vücut bulmak üzere Katharina’dan kopup gitmiştir. Hal böyleyken, Berlin Duvarı sadece bir yıkım değil, geçiştir de. İmtihan da burada başlar: Yıkılan şeylerin altında kalanın aksine, geçişin zorluğunu temsil eder Katharina. Bir zamanlar gezerken polise (“eril”e) yakalanmaktan korktuğu yerleri artık rahatlıkla gezerken, biz kendi yaratısının boşunalığını da şahit oluruz aslında. Çünkü kendi elleriyle yonttuğu bu esaretten çıkışın aradaki engel olmadığını görür. Böylece asıl tadilatı kendi esrikliğinde yapar. Ve bu geçiş (emilim mi yoksa?) acıtır elbette. Her iki taraf için de ödenmesi gereken bir bedelle acıtır hem de.

1989'da Doğu Almanyalılar Berlin Duvarı üzerinden Batı Almanyalıları selamlıyor. Fotoğraf: Patrick Hertzog
İktidar olanın (eril demekten yine çekinmeyeceğim) bir ilişkide ne anlama geldiğini de düşündürür roman. Ya da en azından bunu düşünmeye zorlar. Çünkü iktidar hüküm sürdüğüne inandığı topraklarda gücünü sergilemekten hiçbir zaman çekinmez. Bunun sonuçlarını kabullendiği de olur, sonuçlarına katlandığı da. Ama derler ya, huylu huyundan vazgeçmez.
Toprağın söz söyleme hakkı yok gibidir. İşte tam burada, romanın finaline doğru bu düzene(ğe) bir başkaldırı şekillenir. Yaşar Kemal’den de biliriz ki, toprak sürenindir. Kairos, İnce Memet olarak filizlenirken, Zeus’a selam çakmayı da ihmal etmez. Böylece kendi bedenine sahip çıkan Katharina bize kendi yazgısının inşasını da ele alacağını duyurmuş olur. Hans en önemli uzvunu kaybetmiştir. Artık bir şeyler eksiktir. Bakın, Bülent Somay Bir Şeyler Eksik kitabında bunu nasıl anlatır:
“Her ilişkide bir şeyler eksiktir mutlaka. Maazallah, ya olmasaydı? Nasıl kurtulurduk o ilişkiden? Hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ilişki cennete benzerdi herhalde, ya da bir ütopyaya. Dahrendorf’a bakılırsa, ütopyalarla mezarlar arasındaki tek fark, arada bir de olsa mezarlıklarda bir şeylerin olmasıdır.”
Somay şöyle devam eder:
“Woody Allen 1971’de yaptığı Bananas (Muzlar) filminde New Yorklu Yahudi entelektüel Fielding Mellish (Woody Allen) ile New Yorklu solcu, eylemci kız Nancy’nin (Louise Lasser) ilişkisini anlatır. Her sevişmeden sonra Nancy sigarasını yakıp gözlerini tavana diker sıkıntıyla. Fielding’in ısrarlı soruları üstüne de, ‘Bir şeyler eksik’ diye cevap verir. ‘Ne olduğunu bilmiyorum ama eksik.’ Fielding terk edildikten sonra (kaçınılmazdı değil mi?) San Marcos’a gidip oradaki devrim hareketine karışır. İşin tuhafı, kazayla da olsa devrimciler kazanır, iktidara gelirler. Fielding yeni düzene maddi destek sağlamak için ABD’ye döner, ama tanınmamak için de kocaman, Castro usulü bir sakal takar. Nancy ile yeniden ‘tanışırlar’. Yatak faslının ardından Fielding, ‘Sana bir şey itiraf etmem lazım’ diye takma sakalını çıkarır. ‘Biliyordum bir şeylerin eksik olduğunu’ diye haykırır Nancy.”
Sünnet derisi üzerinden giden çeşitli anekdotlarla ilerleyen yazı (bizi alakadar eden tarafıyla) şu şekilde sonuçlanır:
“Nancy’e eksik gelen şeyin fallusla ilişkisi olduğu doğru. Ama bu ilişkiyi biyolojik cinsel organla, yani penisle kurabilir miyiz? Sanmıyorum. Woody Allen sünnetsiz olsaydı da eksik orada olacaktı. Çünkü eksik (lack) kaybedilmiş, kesilmiş, koparılıp alınmış bir şey değil. Zaten hiç orada olmayan bir şey.”
İşte tam da bu! Hans ile Katharina’nın süregiden ilişkileri boyunca zaten hiç orada olmayan bir şey vardır. Bunun eksikliğini ve acısını yaklaşık dört yüz sayfa boyunca okur olarak omzumuzda biz de taşırız. Zaman ilerledikçe ağırlaşan şeyin kilosu halbuki hep aynıdır; fakat kapanmayan yaraların acısı zaman geçtikçe bize de yükte hafif, pahada ağır gelmeye başlar ve biz de ilk fırsatta (onu) bir yerlere atıp kurtulmak isteriz ondan. Fakat olmaz. Yapamayız. Tıpkı Katharina gibi.
Kairos. romanında ritim

Kairos.
çev. Regaip Minareci
Can Yayınları
Mayıs 2023
384 s.
Erpenbeck tiyatro eğitimi almış ve sonrasında opera yönetmenliği yapmış. 1990-1994 yılları arasındaysa Hanns Eisler Müzik Yüksekokulu’nda müzik tiyatrosu ve yönetmenliği eğitimini de tamamlayan tam bir entelektüel. Peki bu bilgiyi neden verme ihtiyacı hissettim? Şundan: Yazımın başında Kairos.’un katmanlı bir roman olduğu üzerinde durmuş fakat meseleyi açmamıştım. Açıkçası, farkında olduğum şeyi nasıl anlatacağımı o an bilememiştim demek daha doğru olur. Fakat Yasemin Çongar yazarla yaptığı söyleşide konuyu yazarın müziğe olan hâkimiyetine getirip benim adlandıramadığım o noktaya çok yerinde tespitlerle ışık tutuyor. Çongar yazarın neredeyse senfonik bir anlayışla yazdığını, sesleri, fikirleri, düşünüş ve duyguları, olayları, söylenen ve söylenmeyen şeyleri, hepsini bir arada tek paragrafta bir müzik yapıtı gibi buluşturabildiğini söyleyip bunu bir orkestra gibi gözünde canlandırdığını belirtiyor. Bingo! Gerçekten de çok anlamlı bir tespit bu. Bu kadarla da kalmıyor Çongar. Müziğin Erpenbeck’in edebiyatında yarattığı en önemli katkılardan diğerinin de metinde yarattığı boşluklar olduğunu belirtiyor. “Müziği yapan şey notalar değil, notalar arasındaki boşluklardır” diyen Claude Debussy’ye atıfta bulunarak. Katılmamak mümkün değil bu sözlere; sadece şunu ekleyebilirim: Müziği merkeze koyan ya da müzik kulağı olan yazarların duyulmayan ama hissedilen bir ritimle yazdıkları için kelimelerin yapısını güçlendirdiğini düşünüyorum. Cümlelere bir gölge gibi düşen ahenk az sözle çok şeyi çağrıştırmada etkili oluyor kanımca. Bence Erpenbeck’in yazınına üçüncü bir boyut kazandıran diğer etmen, anlatının zaman kalıplarının herhangi bir kaygı taşımadan sürekli olarak yer değiştirmesi. Geçmişte kalan/olan/olmuş şeyleri bir anda, hatta bazen aynı paragraf içinde, şimdiki zaman ya da geniş zaman kipiyle okumaya başlıyoruz. Geçmiş şimdiki geniş zamanda anlatılıyor, diye özetlenebilir bu durum. Yazar bunu “olayı yaşar gibi anlatmak” diye tanımlıyor ve bunu bilinçli tercih ettiğini belirtip karakterin içine girmek, diye imliyor bu durumu. Menekşe Toprak da Erpenbeck’le yaptığı söyleşide bu (kanımca çok ayırt edici) durumu biraz daha derinleştirmeye çalışır, “Nedir bunun açıklaması, tarihin önüne geçme ihtiyacı mı, olup biteni bugüne taşıma isteği mi?” diye sorarak. “Çoğu zaman dili geçmiş zamanda kalarak geçmiş yazılıyor” diyerek başlıyor yazar söze:
“Böylesi benim için yavaş ve bana işin kolayına kaçılması gibi geliyor. Ben yazarken kendimi roman kahramanlarının yerine koyarak onların içinde bulundukları zamana sıçrıyorum. Böylece farklı bir enerji ortaya çıkıyor. Sonuçta kahramanlarımın gözüyle onların hayatlarına ve olup bitene bakıyorum ve onlar gibi hissetmeye çalışırken otomatik olarak kendimi onların şimdiki zamanlarında buluyorum.”
Ben bu zaman kayışlarını ve zamanlar arası hızlı geçişleri Bilge Karasu’nun metinlerinde de çok görürüm. Karasu bir paragrafta dört ayrı zaman dilimine çoğunca çağrışımlar yaparak götürebilir okurunu. Karasu’nun müzik bilgisinden ve müziğe olan ilgisinden ve hatta iyi piyano çalan biri olduğundan bahsetmeye gerek yok sanırım. Neyse, bu başka bir incelemenin konusu.
Eros’taki başkalık ya da Eros’un acısı
Biraz da erosa gelelim. Hans 1933 doğumlu. Katharina ise 1967. (Bu arada Erpenbeck’in de 1967 doğumlu olduğunu belirtmek isterim. Ve müzik tutkunu bu adamın romandaki isminin, yazarın bitirdiği müzik okulunu çağrıştırdığını da: Hans-Hanns. Ayrıca, yazarımızın yaşamına baktığımızda olaylar tam da Hanns Eisler Müzik Yüksekokulu’nda okuduğu döneme denk geliyor sanki.) İkisinin yaşlarının toplamı yüz ediyor. Burada kast ettiği/üzerinde durduğu şey sadece yaş farkı olmasa gerek. Çünkü yazar bunu o kadar çok sık tekrarlıyor ki, bize başka bir şey(ler) daha demek istiyor. Bence burada da eksik bir şey var ve kanımca aralarındaki bir asırlık mesafenin de imgesi bu. Yaşamın ve insanlığın tarihsel döngüsünü bir asır tanımıyla ayıran bu zaman dilimi/geçiş artık geri dönüşsüz bir bitişi de ifade ediyor hiç şüphesiz. Berlin Duvarı’nın aksine somut değil, hatta hissedilen bir şey bile değil; ama olguları birleştirirken aynı zamanda ayıran/koparan ve eskisi gibi olmayacağını da örüntüleyen bir şey. Ve yazarımız bu kopukluğu yine duvar metaforu üzerinden, “Duvarın yıkılışıyla, aniden benim tecrübe ettiğim ülkeyle yenisi arasında bir uçurum olmuştu” diyerek açıklıyor. Bu tam da benim az önce izah etmek istediklerimle örtüşen bir şey. Her ayrılık, bu ister etin tırnaktan ayrılması olsun, ister iki sevgilinin kopuşu, başka türlü bir yaşamı daha önce tecrübe etmediğimiz için acıtır bizi. Alıştığımız şeyse ayrılığın acısı değil, bu gayrılıktan sonra yeniden oluşturmaya çalıştığımız hayattır. Adam Philips Kaçırdıklarımız kitabında şöyle der:
“Deneyimlediklerimizden ziyade deneyimlemediklerimiz hakkında daha fazla şey bildiğimizi düşünürüz; deneyim yaşamama tecrübesine taktığımız ad ‘hüsran’dır.”
Katharina’nın acıyla yoğrulan ikinci kolisine de (tragedya) farklı bir yerden parantez açmış oluyor bu sözler. Eminim kitabı okuyan herkes, evli ve çocuklu Hans’ın, genç Katharina’nın başka bir erkekle olduğunu söyledikten sonra onu aldattığını düşünüp sayfalar boyunca sadizmini görünen ve hissedilen ölçütlerin sınırlarını zorlayarak artırması karşısında kendisine mukayyet olmakta zorlanmıştır. En çok da Katharina üzerine düşündüğünüzden eminim; ama Hans’ın açmazı bu tragedyayı (yazar eserini dram olarak tanımlamayı tercih etse de, ben aynı fikirde değilim) anlamamız, en azından yorumlayabilmemiz açısından önemlidir diye düşünüyorum. Hans’ın bu zorbalığı üzerine kafa yormadan bu modern destanı yorumlamakta eksik kalabiliriz. Ya da Erpenbeck’in eserini tanımlarken neden “kaçırılan fırsatlara duyulan öfke” dediğini anlamakta zorlanabiliriz. Öyle ya, nasıl bir fırsat ola ki, kaçsın? Gelin son olarak da bunu irdeleyelim…
Zorba’yla sınırlara yolculuk
William Shakespeare’in Kral Lear adlı eserinde şöyle bir bölüm vardır:
Bakamam gözlerim yok. Yoksa rezillik denen şey
Kendini ölümle ortadan kaldırma nimetinden mi yoksun?
Oysa zorbanın gazabını anlatmak,
Gururlu iradesini bozmak için
Sefaletin elindeki tek tesellidir bu.
Adam Phillips, Kaçırdıklarımız adlı eserinde, “Bizden kendisine vermek istemediğimiz bir şeyi talep eden kişidir” diye tanımlar zorbayı. “Ve ölüm de bu anlamda zorba diye tanımlanabilir. O halde başlangıç için bir önerme olarak diyebiliriz ki, zorba hüsrana uğratmak istediğimiz, hatta hüsrana uğratma ihtiyacı duyduğumuz birisidir. Zorbanın bakış açısından, istediğinin verilmemesi gerçekten de kandırılmaya tekabül eder. Zorba talep ettiği şeyin mevcut ve verilebilir olduğunu düşünür her zaman (bir şeye hakkı olmak –tanımı gereği– o şeyin gerçekliğinin sorgulanmamasını gerektirir).”
İlişkinin başlarında Katharina ne istediğinden pek emin olamasa da vazgeçmek istemez. Duyguları onu tutkulu ve şehvetli bu aşk için ele geçirmiştir. Genelgeçer bir ifadeyle dengesizlikler ve tutarsızlıklar üzerine kurulan (yoksa kurgulanan mı?) bu ilişki Katharina’nın bir başkasıyla beraber olduğunu söylemesiyle içinden çıkılmaz bir hal alır. Ve Zorba kontrolden çıkan narsistliğiyle kızın üzerine kustuğu duygusal bir tecavüze başlar. Sayfalarca süren bu vahşetin temel noktasında kendisinin aldatma diye tanımladığı ve Katharina’ya da bunu kabul ettirdiği bir süreç yatar. Ve ilginç olan, Katharina da bunu kabullenmiş görünür. Halbuki o Hans’a göre daha açıktır, gizil yanları olsa da ona göre daha nettir. Kandırmaz ve kandırmaya da kalkışmaz, fakat Hans kendini kandırılmış ve aldatılmış hisseder ve hüsrana uğrar. Faşizm gücünü tam da buradan alır. İktidarını melankolik bir öfkeyle şiddete dökerken artık ikisinin de içinde yaşayamayacağı/katlanamayacağı bir dünya yaratılmış olur. Sınırlar silikleşir. Günün sonunda Katharina artık her şeyi yok etmeye karar verir. Hans’a bağlı kalmaktansa kendi istencine tabi kalarak, kendi içinden kopardığı parçayla da olsa kontrolü ele alır. Zorbanın gazabını bozmak için elindeki tek tesellidir bu. Byung Chul Han’ın tabiriyle kendini seven bir özne haline dönüşmeye başlar. Bunun ilk koşulu da sınırları yeniden inşa etmektir. Bu gereklidir, çünkü karşı taraf artık yapısal olarak dağılmış ve tanımlarından uzaklaştığı için olsa gerek, kendini tanıma yetisini yitirmiştir. Bu sebeple hayır deme zamanı da gelmiştir ona. Çünkü, kitaptan alıntılarsak, “hayır” deme özgürlüğü olmadan dürüst olmak imkânsızdır.
Elbette, ne kadar daha çok şey söylesek o kadar eksik laf etmiş olacağız. Ama Bir Son Duygusu bize yeri ve zamanı geldiğinde bitirmenin başlamaktan daha kıymetli olduğunu da ansıtır. Bu sebeple son birkaç noktaya değinerek bu kıymetli eserle arama sınır koymak istiyorum ben de. Romanda, “Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa bir sonra düzenlenen bir söyleşinin konusu bu” denir ve şu soru sorulur: “Yaşadığımız bu günler nasıl aktarılacak?” Yazar, kendisiyle yapılan söyleşilerde de, olaydan ya da anlatacaklarından ziyade bunu nasıl anlatacağı üzerine daha çok kafa yorduğunu, kendisi için en çok zaman alan şeyin bu olduğunu söyler. Ben eserin gücünü konusundan ziyade, aktarımında yeni ve farklı şeyleri hiç sakınmadan denemesinden aldığını düşünüyorum. Modern yaşama ya da günümüze eskil bir dönem üzerinden bakarken, ördüğümüz duvarların ardında nasıl da yalnız olduğumuzu çok çeşitli metaforlarla aktarmada başarılı buluyorum eseri. Diğer bir nokta ise denge. Metin neresinden bakarsak bakalım, her şeyi (mekanik) bir düzen içerisinde veriyor okura. Ne Doğu Almanya ve sonrasına dair olaylardaki bilgi akışında insanı sıkan ve yoran bir abartı var ne de anlatılan sevi öyküsünde vıcıklaştırılmış bir yapmacıklık. Metin boyunca bir müzede gezdiğimizi hissederiz kimi zaman. Dokunamadığımız her şeyin izleğimizde aşina olduğumuz bir yanı var gibidir. Bu diyalektik bakış bile bilgiçlik taslamaz okura. Kısacası, diyebiliriz ki, Erpenbeck romanı oluşturan tüm unsurları birbirine güzelce üleştirmiş ve işin sonunda keyifli bir okuma imkânı sunmuş bize. İyi ki de yapmış.
KAYNAKLAR:
Adam Phillips, Kaçırdıklarımız, çev. Selin Siral, Metis Yayınları, İstanbul, 2023
Behçet Çelik, "Jenny Erpenbeck’in yeni romanı Kairos. üzerine: Sınırlar aşılırken", K24
Bülent Somay, Bir Şeyler Eksik, Metis Yayınları, İstanbul, 2020
Byung Chul Han, Eros’un Istırabı, çev. Şeyda Öztürk, Metis Yayınları, İstanbul, 2019
Menekşe Toprak, "Jenny Erpenbeck ile söyleşi: 'Edebiyatın ölüme karşı direnmek gibi bir işlevi var'", Gazete Duvar
William Shakespeare, Kral Lear, çev. Özdemir Nutku, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019
Yasemin Çongar, "Jenny Erpenbeck ile söyleşi: 'Geleceğimiz, dönüp bakmadığımız bir yerde şekilleniyor.'”, K24
Önceki Yazı

Tatavla’nın “Kurtuluş”u ve kurucu yıkıcılık
“Aytek Soner Alpan'ın kitabı, bir bakıma bize günümüz Kurtuluş’unun nevzuhur yaldızı altındaki o asıl ve can vermiş Tatavla’yı, oranın hayaletini ve bu cürmün faillerini gösterdiği için değerli.”
Sonraki Yazı

Sararmış Yapraklar:
Patetik hiciv ve Aki Kaurismäki sineması
“Aki Kaurismäki sinemasını ele alırken en çok üzerinde durulan, işçiler, bohemler, yoksul ve göçmenler gibi toplumun bir açıdan görünmez sınıfları etrafında şekillenen renkli ve yalın umut anlatısıdır. Kaurismäki adı geçen sınıfları görünür kılmaktan öte, salt bu sınıflardan oluşan bir dünya resmeder.”