Tatavla’nın “Kurtuluş”u ve kurucu yıkıcılık
“Aytek Soner Alpan'ın kitabı, bir bakıma bize günümüz Kurtuluş’unun nevzuhur yaldızı altındaki o asıl ve can vermiş Tatavla’yı, oranın hayaletini ve bu cürmün faillerini gösterdiği için değerli.”
Solda: Tatavla'da paskalya kutlamaları, 1870. Fotoğraf: Guillaume Gustave Bergren. Sağda: Tatavla yangını, 1929.
Kurtuluş’ta doğdum. Tepeye kurulu Ayios Dimitrios Kilisesi’nin hemen altındaki, Tatavla’nın ilk sakinlerinin Tersane-i Amire işçileri olduğu bilgisini teyit eden ve halen değişmemiş ismiyle Direkçibaşı Sokağı’nda. “Sondurak’a gelince kilisenin kapısının karşısındaki Mandıra Meydanı Sokağı’na gir, biraz yürü, merdivenlerden aşağı in, sağa sap, yürü, musluk fabrikasını geçtikten biraz sonra soldaki köşe, 46 numara” diye tarif ederdi annem evimizi, bizim tarafa gelecek tanışlara. Hemen üstümüzde çeşmesi kurumuş Sefa Meydanı vardı, birkaç sokak aşağımızda ise girmeye korktuğumuz, korkmamızın öğretildiği Çingene mahalleleri başlardı ama sonradan öğrencisizlikten kapanacak okulum Lusavoriçyan ta Elmadağ’da, şimdi adı Papa Roncalli olan Ölçek Sokak’taydı; beni ürküten o muhitten eninde sonunda geçmek zorundaydım. Yine de herhalde kendimi daha güvende hissettiğimden, vadinin öte yanındaki dar sokaklardan Elmadağ’a tırmanmak için Dolapdere’ye bizim evin olduğu taraftan aşağı yürüyerek değil, daha ötedeki dimdik Akarca Yokuşu’ndan inerdim, ne de olsa işlek yoldu, bir sürü insan olurdu, kalabalık korkuyu alıp götürürdü. Sokağımızda biz Ermeniler vardık, Türkler zaten vardı, karşımızdaki ahşap eve çok çocuklu bir Keldani aile sığınmıştı, Rum bir yaşlı kadın tek başına başka bir ahşap evde yaşıyor ve hiç dışarı çıkmıyordu, bakkal alışverişini yapmamız için pencereden bize para uzatırdı, Kürt’ü ise sabahları ittirdiği camekânlı arabasıyla turlayan börekçi amcanın sattığı börekten biliyordum, o kadar.
Sekiz yaşında bütün kışı okulun, yazları da okul kapanır kapanmaz nakledildiğimiz Kınalıada’daki yaz kampının dört duvarı arasında geçirmeye başladığım yatılılık hayatı beni Kurtuluş’tan koparsa, sonrasında, yetişkinlikte İstanbul’un eski mahallelerinde hayli dolansam da, beş-altı yıl kadar önce, artık orta yaşta, nihayet kürkçü dükkânına döndüm, doğduğum sokakların epey yukarısında, çok daha “nezih” sayılan bir mahalleye taşındım. Doğduğum semtin daimi sakini Çingeneler artık Kürtlerle, Afrikalı ve Suriyeli göçmenlerle komşu olmuşlardı. O aşağı sokaklarda Ermeni’yi, Rum’u, Keldani’yi turşusunu kurmak için arasanız belki bulurdunuz ama epey dolanmanız gerekirdi, ona şüphe yok.
Diyeceğim o ki, bahsettiğim muhit dünyada en çok evim diyebileceğim yerdir, mahsus mahalimdir ve onun benim yaşamımı çok çok aşan hikâyesine de yabancı sayılmam. Sonradan, okur yazar sınıfına geçince, Kurtuluş’un Tatavla olduğu zamanlara dair de,[1] bugünlerine dair de ne bulduysam okudum,[2] sözlü olarak da hakkında kuşaktan kuşağa aktarılan türlü malumata vâkıf sayılırım. Bu kişisel girizgâhı da kendimden bahsetmek için değil, hem doğma büyüme Kurtuluşlu, hem de Kurtuluş’un yaşadığı dönüşümün, yani semtin “otokton” ahalisi olan Rumlarından ayıklanması sürecinin, Tatavla’nın Kurtuluş’laşmasının içinde barındırdığı türlü şiddet ve gerilimlerden elbette haberdar biri olarak, Aytek Soner Alpan’ın istos tarafından basılan 1929 Yangını ve Tatavla’nın “Kurtuluş”u kitabında[3] anlatılanların, bütün bu hüdainâbit mahalli malumatfuruşluğuma rağmen beni ne kadar şaşırttığının, yaşanan ve yaşatılanların zannettiğimden dahi şiddetli ve düşmanca olduğunu fark etmemi sağladığının altını biraz daha kalınca çizmek için yaptım. Alpan’ın boyutu mini, etkisi maksi çalışması, memleketin şiddet ve ayrımcılık, Türkleştirme, etnik arındırma geçmişi söz konusu olduğunda antenlerini açık sayan bendenizi sarsmasıyla değil elbette, mikro bir hikâyenin makro ölçekte tecrübe edilenlerle tarihsel ve ideolojik bağını kurduğu ve bizi daha ötesini düşünmeye davet ettiği için değerli her şeyden önce.
Bildiğim, Tatavla’nın 16. yüzyıla kadar ulaşan bir tarihten beri İstanbul’un Rum nüfusu, özellikle de ön-proleter sayılabilecek kesimi için önemli bir yerleşim yeri olduğu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren türlü cemiyet, hayır kuruluşu, okul, spor kulübü girişimleriyle semtte hayatın Osmanlı modernleşmesinden payını kendi meşrebince aldığıydı. Yine Rum nüfus için Ayvalık, Anadolu Ermeni nüfusu içinse misal Zeytun gibi neredeyse “özerk” bir durum arz ettiği, burada başka milletlerden insanların yaşamasının fermanlarla men edildiği söylencesi ve semtteki canlı hayatın 1929’da çıkan ve yüzlerce evi harap eden yangınla sönümlendiği, sonrasında ise azınlıklara dair izleri silmekte hayli iştahlı ve epeyce de mahir Cumhuriyet rejiminin semtin gâvurca Tatavla adını Kurtuluş’a ihtida ettirerek fırsattan istifade ettiğiydi. İşte Alpan’ın çalışması bildiğimizi sandığımız bu kaba hikâyenin son dönemini inceltiyor, ete kemiğe büründürüyor ve ona yeni, etkileyici tonlar ekliyor.
Tatavla’nın hususiyeti ve göreli özerkliği, içindeki insan hayatını bir an için unutsak bile bir kader gibidir – ne sandınız, coğrafya tabii! Şöyle bir gözünüzün önüne getirin veya haritayı açıp bakın. Üç tarafından (Dolapdere/Pera, Yenişehir, Kasımpaşa, Piyalepaşa yayı) keskin bayırlar, hatta bazı noktalarda sarp denebilecek yarlarla ayrılmış, bir tarafıyla (Feriköy, Bomonti, Osmanbey yönleri) ise dar yollarla (Tatavla/Kurtuluş ve Pangaltı/Ergenekon caddeleri) Şişli ve Taksim’e bağlanan bir tepe ve o tepenin etekleri üzerine kurulu, ulaşması da, içinde dolaşması da güç, şehrin geri kalanından kendini tecrit etmiş sokaklar, neredeyse kent içinde bir kale kent. Belli ki Osmanlı otoritesi kontrolü ve yönetmesi güç bu kale kenti kendi dinamiklerine terk etmeyi yeğlemiş, böylece semt iç işlerinde belli bir otonomiye sahip olabilmişti. Payitahtın içinde tahtsız bir kurtarılmış bölge. İşte Cumhuriyet rejiminin 1929 yangınıyla bulduğu fırsat da bu başına buyruk ahaliyi, Tatavla’nın Rumluğunu ve nispeten özgür yapısını kırıp kendi otoritesine tabi kılmak fırsatı olacaktı.
Aytek Soner Alpan zamane tabiriyle “yapı stoğu”nun kahir ekseriyeti ahşap olan ve Refik Halit Karay’ın “medeni bir şehir değil, her itibarla kocaman bir orman” diye nitelediği İstanbul için günlük hayatın doğal bir parçası olan yangınların özelde İstanbul ve genel olarak Osmanlı-Cumhuriyet bağlamındaki dönüştürücü rolüne, kentsel uzamın erk tarafından yeniden şekillendirilmesindeki kolaylaştırıcılığına dikkat çekiyor. Savaş ve katliam gibi bazı özel an’larda ise yangının çıkmadığı, kentin etnik, demografik, ekonomik yapısını sonsuza dek değiştirmek üzere bilhassa çıkarıldığı malum. Herhalde en bilineni ve üzerinde en çok konuşulanı İzmir yangını olan bu pratiğin özünde, Falih Rıfkı Atay’ın kendine sorduğu o meşhur “İzmir’i niçin yakıyorduk?” sorusuna verdiği, kentin “gâvurluğu”na ve onun karşısında “biz”deki “aşağılık duygusu”na vurgu yapan cevapta faş edilen o kurucu yıkıcılıktır.[4] Taylan Esin ve Zeliha Etöz, 1916 Ankara yangını hakkındaki çalışmalarında, 1914 ile 1918 arasında Anadolu’nun farklı yörelerinde yaşanan yangınlar üzerinde de durmuşlardı.[5] Sırf onların ele aldığı liste bile hayli kabarık ve tıpkı rüzgârla kontrolden çıkan bir yangın gibi haritanın her tarafına sıçrıyor: Amasya Selağzı, Kastamonu Cebrail Mahallesi, Tokat Çarşı, Diyarbakır Hububat Pazarı, Edirne Kaleiçi, Bandırma Preme karyesi (Kapudağ), Bursa Orhangazi Yeniköy karyesi, İzmit Ermeni Mahallesi, Hacın (Saimbeyli), Tire Rum Mahallesi, Bandırma Ermeni karyesi, Ayvalık, Gelibolu, Erdek, Tirebolu, Espiye, Sinop Varoş Mahallesi, İstanbul Fatih, Samsun Kaleiçi, Bafra, Havza… Memleketin dört bir yanından yükselen ya da yükseltilen dumanlar, Osmanlı’nın küllerinden Zümrüdüanka misali doğduğu söylenen Cumhuriyet’e bir de yakanın kim, yanan ve yakılanın kim ve ne olduğu soruları etrafında bakmamız gerektiğini tembihler gibidir.
Alpan, Tatavla yangınının henüz tam anlamıyla sonlanmamış Türk-Yunan nüfus mübadelesiyle ilgili müzakerelerin gerilimli seyrettiği bir döneme denk geldiğine dikkat çekerken, Türk, Yunan ve Rum basınını yakından takip ederek yangın sonrasının ayrıntılı bir hikâyesini oluşturuyor. İlk günlerde Türkçe ve Yunanca basında Tatavla’nın başına gelen büyük bir felaket olarak yansıtılan yangın zamanla milliyetçi bir çatışmanın fitilini ateşleyecektir. Bu durumun işaret fişeği de yangını söndürmek için gerekli suyu sağlamadığı suçlamasıyla Terkos Su Şirketi’nin hedef alınmasıyla atılır. Şirket Osmanlı döneminde tanınan bir imtiyazla Fransız idaresindedir ve bu yönüyle yeni siyasi iklimde açık hedeftir.
Aynı zamanda CHF milletvekili olan Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’teki bir başyazısında “Bu şirket (…) hain ve namussuz bir şirkettir. Kürei arz üzerinde bunun kadar namussuz ve çirkef bir şirket yoktur denilse hata olmaz”[6] sözleriyle hedef göstermesinin ardından şirketin yöneticileri mahkemeye çıkarılır. Ardından İngiliz sefiri Clerk’in yardım amacıyla mahalleyi ziyaret etmesi yine milliyetçi bir tepkiyi doğurur ve konsolos “Türkiye unsurları arasına nifak sokmak”la itham edilir. Akşam gazetesi 1915’te ve günümüzde de sıkça kullanılan “gizli silah ve bomba” kozuyla devreye girer ve “Tatavla yangını esnasında bazı evlerde bomba ve cephane patlamış” diyerek yangına körükle gider. Vakit’te Seyyah mahlasıyla yazan yazar da o mutat “mütekabiliyet” kartını oynar:
“Yunanlılar mademki oradaki Türklerin lisanlarını kurutmak kastını güdüyorlar, o halde biz de buradaki Rumların dillerini elenikadan mahsum edelim. Hazır işte elimizde fırsat var…”[7]
Bu fırsat belli ki “duyarlı gençler” tarafından değerlendirilecek ve İstanbul’da yayın yapan Rumca Ta Hronika gazetesi Yunanistan basınında çıkan yangınla ilgili haber ve yorumları yayımladığı için basılarak idarehanesi tahrip edilecek,[8] gazete yöneticileri kışkırtıcı yayın yaptıkları gerekçesiyle yargılanacak ve gazete kapatılacaktır.[9] Sonrasında sıra hızlıca semtin adının değiştirilmesine gelir. Müteyakkız Türk basını göreve şehvetle sarılmıştır:
Canileri hatırlatan bir isim… Emanet Tatavla’nın ismini değiştirmeğe karar verdi – Bundan sonra Tatavla caddesinin ismi Kurtuluş Caddesi olacak.
Son Tatavla yangını üzerine Yunan gazeteleri neşrettikleri makalelerde Tatavla’nın İstanbul’da Bizans’ın timsali olduğundan bahsetmişlerdi. Bu neşriyat Türk efkârı umumiyesi üzerinde pek fena bir tesir husule getirmektedir. Diğer taraftan Tatavla kasa hırsızlarını, canileri hatırlatan bir isimdir. Bu itibarla da “Tatavla” ismi kulaklarda fena bir tesir husule getirmektedir. Haber aldığımıza göre Şehremaneti bu cihetleri nazarı dikkate alarak bu semtin ismini değiştirmeğe ve Tatavla caddesinin ismini Kurtuluş’a tahvil etmeye karar vermiş, bu husus vilâyete yazmıştır. Vilâyetçe icap eden muamele yapıldıktan sonra Tatavla’nın ismi “Kurtuluş” olacaktır. Bir zamanlar canilerin, Hrisantos gibi şerirlerin ilticagâhı[10] olan Tatavla şimdi birçok Türk ailelerin oturduğu temiz bir yer olmuştur. Bu itibarla eski çirkin isminin kaldırılması ve “Kurtuluş” tevsimi çok muvafıktır.[11]
Bu propaganda fırtınası, daha doğrusu siyaset kurumuyla matbuat arasındaki söylem ve eylem birliği etkisini hemen gösterir ve yangının üzerinden iki ay bile geçmeden, binlerce yangınzedenin yarası dahi sarılmadan Tatavla’dan kurtulunur ve semtin adı Kurtuluş olur. İş elbette bununla kalmayacaktır; bilindiği gibi, bugün Kurtuluş sokaklarının pek çoğu milliyetçi-militarist-Türkçü kişi ve kavram adları taşıyor. Papayanni, Aya Kiryaki, Polidefkos, Kosti Kalfa, Hristodulos, Zarifi Sokak gibi kirli sokak ve cadde adları, Türkbeyi, Ergenekon, Bozkurt, Savaş, Zafer, Şahadet gibi temiz adlarla değiştirilir. Zaten bu süreç 1914’te, İttihat ve Terakki döneminde başlayan ve Cumhuriyet döneminde de tüm hızıyla devam eden ülkedeki tüm yer adlarının Türkleştirilmesi ve Türkçeleştirilmesi sürecinin bir parçasıdır. Eski Tatavla, yeni Kurtuluş’ta da sokaklar artık Moskof Kilise yerine Dershane, Papaz Köprüsü yerine Yaya Köprüsü, Mimar Andrea yerine Koçyiğit, Yanaki yerine Can Eriği, Aya Kiryaki yerine Teşrifatçı, Papayanni yerine Remzi Baba, Marki Kalfa yerine Dev Süleyman, Aya Tanaş yerine Yeni Alem, Hristoduli yerine Ekşi Nar, Fotika yerine Babadağ adlarıyla anılacaktır.
Alpan’ın çalışmasının ilk bölümü Tatavla yangını vesilesiyle azınlık (Rum) karşıtı fikirleri, Türk-Yunan geriliminin bir kozu olarak Türk vatandaşı bir gruba (Rumlara) zulmedilmesini ve etnik açıdan arındırılmış bir şehir uzamı yaratılmasını tartışırken, ikinci bölümü yine milliyetçi fikirlerin arılık, temizlik tahayyülünün Tatavla’ya atfettiği ahlak dışılık, yozlaşmışlık ve cinsel sapkınlık ithamları vasıtasıyla bu dönüşümün altyapısının nasıl hazırlandığını ortaya koyuyor. Alpan bu bölümde, İkdam’da 9-15 Mayıs 1929’da yayımlanan “Tatavla Dilberi Sokrati” tefrikasını inceleyerek, Tatavla’nın “Türk” kamuoyunun gözünde Türklük adına kurtarılması gereken bir çirkef odağına dönüştürüldüğünü aktarıyor. Tefrikanın meçhul yazarına[12] göre mahalle, Yakup Kadri’nin Pera için yaptığı gibi, Sodom-Gomore anlatısının İstanbul bağlamında yeniden dirildiği bir şer yuvasıdır. “Kadınların kadın, erkeklerin erkek” gibi olmadığı bir Tatavla’da, “şeklen cazip, lâkin tereddi [yozlaşma, soysuzlaşma] kokan o semtlerin gizli hayatını bir fotoğraf sadakatı ile” sunacağını iddia ederek, “milleti koruma farzı”nı yerine getirecektir. Hikâye, “Tatavla dilberi” olarak anılan kuir bir erkek olan Sokrati’nin, kız kardeşiyle cinsel yakınlaşmadan, malına mülküne konmak için zengin bir Rum beyle birlikte olmaya, gözüne kestirdiği genç delikanlıları tuzağına düşürmekten, sonunda zengin olup Yunanistan’a göç ederek orada milletvekili seçilmeye dek uzanan macerasını anlatır. Anlatı boyunca sahneye tek bir olumlu Rum karakter girmediği gibi, Sokrati’nin anne ve babası, kız kardeşi, Rum bir din adamı da düşük, sefih insanlar olarak tasvir edilirler ve nihayetinde bütün hikâye Tatavlalıların ahlaki bozukluğunu, bu da yetmezmiş gibi kendilerini Yunan milliyetçi ideallerine adamışlıklarını ortaya sererek onların ipliğini pazara çıkarmaya hizmet eder.
Alpan, Tatavla’nın Kurtuluş’a dönüşmesi sürecinde etnik-dinî nefretin cinsiyete ve cinselliğe yönelik fobilerle nasıl kol kola girdiğini göstererek tarih(ler)imize bakmak için yeni bir patikanın kapısını tıklatır. Soru, milliyetçi ve devletçi anlatılara alternatif olarak gelişen yeni tarihyazımı Türkiye’de 1990’lı yıllardan beri ağırlık kazanır ve özellikle feminist bakış açısıyla yazılmış metinler bu alanı bereketlendirirken, kuir okumaların tarihsel anlatının dışında bırakılmış, karanlıkta kalmış kim bilir hangi hikâyeleri ortaya çıkarabileceği üzerinedir. Tatavla’nın “Kurtuluş”u, özellikle de “Tatavla Dilberi Sokrati” bölümü bu eşikteki ilk adımlardan biri olarak kabul edilebilir.
Kurtuluş, günümüz İstanbulu’nda, özellikle de son on - on beş yıldır, mahalle kültürü, farklı kimliklerden insanların burada bir arada yaşamayı başarabilmesi, köklü yeme içme alışkanlıkları, yeni açılan kafeleri, birahaneleri, meyhaneleri, kokteyl barlarıyla İstanbul’un okumuş yazmış orta sınıfı için sığınılacak bir vaha, yangının ardından Akşam gazetesinin Tatavla’yı gözden düşürmek için kullandığı tabirle söylersek bir ilticagâh oldu. 1990’lı yıllarda yine kuir kimlikli Pürtelaş Sokak ve civarının sakinlerinden arındırılmasından sonra itinayla mutenalaştırılmış Cihangir’in artık daha yüksek bir gelir talip eder hale gelmesinin ardından, Kurtuluş merkeze yakınlığıyla pek çok prekar beyaz yakalı ve kültür emekçisi için ev oldu.
İşin doğrusu, yeni gelenler semtin ve buradaki yaşamın değerini biliyor gibi görünüyor, Kurtuluş-Tatavla seviliyor. Ancak ayakları belli bir tarihsel-politik zemine basmayan, nostaljik idealleştirmelerden beslenen, liberal çokkültürlülüğün sınırları dışına taşmayan, “burada kokteylimizi de içiyoruz, keyfimize de bakıyoruz, kimse kimseye karışmıyor”[13] türü sade suya tirit bir mahalle tahayyülünün Kurtuluş’u bir gettoya dönüştürme ihtimali de yok değil. Burası nasıl ki geçmişte nüfusunun yapısından ve kendine özgülüğünden ötürü hedef gösterildiyse, Türklüğün ve maskülenliğin dışına itilerek temizlendi ve “kurtulduysa”, gettolaşmış, kentin geri kalanının meselelerinden kopmuş ve içine kapanmış bir Kurtuluş da yarın pekâlâ yoz bir yaşamın yuvalandığı bir çöküntü bölgesi olarak yaftalanıp hedefe alınabilir ve yeni, orta sınıf kırılganlığının omuzlayamayacağı bir sermaye transferinin konusu olabilir. Buna karşı durmaksa, Tatavla’nın tarihini iyi idrak eden, onun bir şiddet tarihi olduğunu akıldan çıkarmayan, mahalledeki bugünkü sınıfsal ve etnik-dinî hiyerarşilere karşı uyanık, daha dün sokaklarında tarafı olmadıkları uzaktaki bir savaşın vebali olarak Azerbaycan bayraklı kortejlerle gözdağı verilmiş Ermeni nüfusun korkularının farkında, aşağı mahallelerdeki Kürt ve göçmen emekçilerin sorunlarına gözleri açık bir siyasi bilinci canlı tutmaktan geçiyor. Kolay iş değil vesselam.
Tatavla’nın “Kurtuluş”u bir bakıma bize günümüz Kurtuluş’unun nevzuhur yaldızı altındaki o asıl ve can vermiş Tatavla’yı, oranın hayaletini ve bu cürmün faillerini gösterdiği için değerli. O Tatavla ne yazık ki bir daha asla geri dönmeyecek, giden gitti, ancak en azından hangi değerler ve hikâyeler etrafında dayanışmamız, bu kadar çok Kurtuluşlulaşmışken biraz olsun Tatavlalılaşabilmek için neler yapmamız gerektiği konusunda kulağımıza bir şeyler fısıldıyor hâlâ. Her zamanki gibi, duymak isteyene tabii.
NOTLAR:
[1] Türkçedeki iki Tatavla kitabı: Orhan Türker, Osmanlı İstanbulu’ndan Bir Köşe-Tatavla, Sel Yayıncılık, İstanbul, 1998; Pamfilos Esipkoposi Melisinos Hristodulu, Tatavla Tarihi (Yunanca-Türkçe yayın), çev. Anna Maria Aslanoğlu, Stefo Benlisoy, Kurtuluş Aya Tanaş Aya Dimitri Aya Lefter Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı - istos ortak yayını, İstanbul, 2013; aynı kitabın salt Türkçe olarak basımı bu yakınlarda yine istos tarafından yapıldı (Aralık 2023, çev. Haris Rigas, Anna Maria Aslanoğlu, Stefo Benlisoy).
[2] Hatta ailesi tıpkı babamlar gibi Sivas’tan gelip Kurtuluş’a yerleşen Hüseyin Irmak’ın Tatavla’dan Kurtuluş’a kitabının yayıncılığını yapmak da nasip oldu (Aras Yayıncılık, İstanbul, 2003, 2022; ilk basımı Yaşadığım Kurtuluş adıyla).
[3] Aytek Soner Alpan, 1929 Tatavla Yangını ve Tatavla’nın “Kurtuluş”u, istos, İstanbul, Şubat 2024.
[4] İzmir’de ve başka örneklerde bu yıkıcılık yakıcılığı da kapsar şüphesiz. Falih Rıfkı’nın meşhur itirafı değerlidir:
“Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçılar mı idi? Bu işte ordu kumandanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyliyenler çoktu... Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harbleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihî vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve kazinolar kalırsa, azlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelen bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar hâlinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumağa kâfi mi gelecekti?” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, c. 1, Dünya Yayınları, İstanbul, 1958, s. 212-213).
[5] Taylan Esin-Zeliha Etöz, 1916 Ankara Yangını, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015.
[6] Alpan, s. 25.
[7] Alpan, s. 37.
[8] 16 yıl sonraki Tan gazetesi baskınını hatırlatan bu olay ilgi çekici bir araştırma konusu olabilir.
[9] Alpan, Yunanistan’da yayımlanan gazetelerde de Tatavla’nın Yunanlığına, Bizans’ın devamı olduğuna dair milliyetçi bir söylemin devrede olduğunu örneklerle gösterir. Böylece Tatavla ve Tatavlalılar, henüz yaraları çok tazeyken iki milliyetçiliğin çatışmasının arasında kalır.
[10] Tatavla sadece Akşam’ın iddia ettiği gibi adi veya ağır suçluların değil, en azından bir örnekte, 24 Nisan 1915 ve sonrasında yakalanıp sürgün edilmesi ve muhtemelen öldürülmesi planlanan Ermeni bir aydının da “ilticagâh”ı olmuştur. Dönemin önde gelen entelektüellerinden, sonrasında Romanya’ya yerleşerek önemli bir Türkolog ve Armenolog olan Hagop Cololyan Siruni, otobiyografisinde, tutuklanmaktan ve Anadolu içlerine sürgün edilmekten Tatavlalı Rum bir ailenin evinde saklanarak kurtulduğunu yazar.
[11] Akşam, 24 Mart 1929; aktaran Alpan, s. 53-54.
[12] Alpan, “Meçhul Muharrir” olarak kodladığı yazarın kim olduğu üzerinde de kafa yorar ve Mehmet Asaf, Yakup Kadri, Peyami Safa gibi isimleri tarttıktan sonra, bu ismin büyük olasılıkla, o dönemde İkdam’da neredeyse takıntılı bir şekilde Rumlar hakkında olumsuz yazılar yazan Celâl Nuri (İleri) olduğunda karar kılar.
[13] Biraz karikatürleştirerek yazdım ama şu video-haberde Kurtuluş’a dair kurulan söylemin buna örnek teşkil ettiğini düşünüyorum.
Önceki Yazı
1000. hafta: Bu fotoğraflardakiler için
“Cumartesi Anneleri mücadelesinden haberi olan herkes, kendisine şu soruları sormalı: Bir insanın devlet tarafından gözaltına alınarak kaybedilebildiği bir ülkede ben neredeyim, benim tavrım nedir?”
Sonraki Yazı
Bize bir yerlerden tanıdık gelen bir zorbalık
“Kairos. ile 2024 Uluslararası Booker Ödülü'nü kazanan Erpenbeck, Berlin Duvarının yıkılışından önceki birkaç yılı ve yıkılmasından sonraki kısa dönemi bir aşk ilişkisi üzerinden ele alıyor. Yıkım ve çürümenin izleri aşk ilişkisi üzerinden toplumsal çalkantılarla önümüze seriliyor.”