Sararmış Yapraklar:
Patetik hiciv ve Aki Kaurismäki sineması
“Aki Kaurismäki sinemasını ele alırken en çok üzerinde durulan, işçiler, bohemler, yoksul ve göçmenler gibi toplumun bir açıdan görünmez sınıfları etrafında şekillenen renkli ve yalın umut anlatısıdır. Kaurismäki adı geçen sınıfları görünür kılmaktan öte, salt bu sınıflardan oluşan bir dünya resmeder.”

Sararmış Yapraklar (2023, Aki Kaurismäki)
Türkçeye Sararmış Yapraklar olarak çevrilen, Fin sinemasının simge auteur’ü Aki Kaurismäki’nin 2023 tarihli filmi için son yılların aşk ve sinemayla dolu en ümitvar filmi dersek abartmış olmayız. Coşkuyla karşılanan filmi tarif için genelde “insanın içini ısıtan”, “sıcacık”, “sımsıcak” gibi sıfatlar kullanılması bunun kanıtı olsa gerek. Filmin Fince Kuolleet Lehdet olan adı, ünlü caz standardı Autumn Leaves’in Fince aranjmanına dayanıyor.
Amerikan olmayan en önemli standart kabul edilen Autumn Leaves, 1946’da Jacques Prévert’in yazdığı ve Joseph Kosma’nın bestelediği Les Feuilles Mortes (Ölü Yapraklar) adlı şansondan başkası değil. Aynı yıl şarkıyı Marcel Carné, senaryosunu yine Prévert’in yazdığı Les Portes de la Nuit (Gecenin Kapıları) adlı filminde kullanmaya karar vermiş ve Yves Montand seslendirmiştir. Montand’la özdeşleşen şarkı 1953’te popüler olmuş ve o tarihten bu yana sayısız dile uyarlanmış, pek çok müzisyen tarafından yorumlanmıştır. Hem ana akım hem modern caz müzisyenleri tarafından yaklaşık 1.400 kere kaydedildiği bilinen şarkıyı rock ve pop şarkıcıları, keza Placido Domingo gibi şancılar da ele almıştır. Ayrıca sinemayla başladığı macerası devam etmiş, 1956’da aynı adla çekilen filmde şarkıyı Nat King Cole söylemiş (Kuolleet Lehdet’in İngilizceye Fallen Leaves olarak çevrilmesi belli ki bu filmin telifinden ötürüdür), yanı sıra birçok başka filmde işitilen bir şarkı olmuştur Autumn Leaves.
Fin Tangosu: “Suomalainen Tango”
Kuolleet Lehdet hem Kaurismäki’nin filmlerinin ayırıcı özelliği olan müzik kullanımı hem de şarkıyı başrole taşıması bakımından diğer filmlerden farklı bir yere konumlanıyor. Fin yönetmenin kariyerinin başından itibaren filmlerini müzik üzerine inşa ettiğini biliyoruz. Neredeyse her filminde, tepkileri sınırlı ve konuşkan olmayan, netlik ve sadelikle kendilerini dışavuran karakterler hep müzik dinlerler ve birbirleriyle şarkılar aracılığıyla iletişim kurarlar; hiçbir şeyi olmayan bohemlerin radyosu ya da elden düşme bir müzik otomatı (jukebox) vardır ve hepsi mutlaka karaoke bara, çeşitli müzik gruplarının sahne aldığı bir müzikhole giderler. Radyo, yapılmış en farklı uyarlamalardan biri olan Hamlet’te (Hamlet Liikemaailmassa, 1987) bir cinayet silahı olur hatta. Kaurismäki’nin müzik seçimi hayli geniş bir yelpazededir: Rock ‘n’ roll, blues, caz, Japon şarkıları, Çaykovski ve Şostakoviç gibi Rus klasikleri ve en önemlisi Fin tangosuyla dünya müzik tarihine mal olmuş şarkıların Fince aranjmanları her filminde çalan çeşitlemelerdir. Kaurismäki’nin müzikle olan yakın ilişkisi çeşitli makale ve derlemelere konu olmuştur. Bu meyanda ileri sürdüğü, tangonun Arjantin’de değil Finlandiya’da keşfedildiğine dair görüşü de merak uyandırıcıdır.

Solda: Radyo dinlemek, Ariel (1988). Sağda: Bir cinayet silahı olarak radyo, Hamlet İş Başında (1987)
Fin tangosu (FINtango) 20. yüzyılda salt aranjmanlarla değil, bilakis orijinal besteler yoluyla yaygınlaşmış, kendine özgü bir müzik türü olarak müzik literatürüne girmiştir. Sadece minör tonlarda icra edilmesi ve Fin folklorundaki geleneksel temalar etrafında şekillenmesi onu diğer tango türlerinden farklı kılmaktadır. Fin etnomüzikolog Pekka Gronow, Fin halkının, tangonun kayakla sauna kadar Finlandiya’ya ait olduğunu düşündüğünü kaydetmiştir. Bu halde, Kaurismäki’nin tespiti basit bir kanaatten öteye geçmektedir. Pekka’ya göre türün başarısının sırrı şarkı sözlerindedir. Fintango şarkı sözlerinin ana konuları aşk, hüzün, tabiat ve kırsal yaşamdır. Fin ülkesinin değişken havası, bahar berraklığı, güz yağmurları ya da soğuk, karanlık akşamlar, özetle mevsimlerin insana yaptığı fenalıklar (İsmet Özel) sıkça kullanılan metaforlardır. 1998’de ilk uluslararası antolojisi, Finnischer Tango adıyla, çeşitli uluslara ait otantik müzik kayıtlarıyla tanınan Alman Trikont plak şirketi tarafından yayımlanmıştır. Fin tangosunun Finlandiya dışındaki asıl tanınırlığı kuşkusuz Kaurismäki filmleriyle olmuştur.

Müzik eleştirmenleri Reijo Taipale’nin Satumaa’sını (Fince Masal Ülkesi) Fintango’nun ilk örneği olarak kabul etmişlerdir. Türün önde gelen bestecilerinden Unto Mononen’in bestesi olan şarkıyı elbette Kaurismäki de kullanmış, Kibritçi Kız’ın (1990) ünlü dans sahnesini bu şarkıyla hafızalara kazımıştır. Fintango’nun en büyük ismi besteci Olavi Virta’dır. Kaurismäki’nin çoğu filminde karşımıza çıkan Virta, Sararmış Yapraklar’ın isim babası olan final şarkısı Kuolleet Lehdet’i söyleyen isimdir. 1915 doğumlu Virta gerek kendi yazdığı gerek aranjmanını yaptığı sayısız şarkıya hayat vererek 1950’lerde Finlandiya’nın en popüler şarkıcılarından biri olmuş ve Fintango’nun “Kral”ı namıyla tanınmıştır. Yine Kibritçi Kız’ın sonundaki aslen bir swing klasiği olan Kuinka Saatoitkaan (Oh, What You Do to Me, beste: Fred Wise) ile Ariel’in (1988) finalinde çalan Sateenkaaren Tuolla Puolen (Over the Rainbow, beste: Harold Arlen) adlı şarkılar Virta’nın akılda kalan performanslarıdır.
Benzer şekilde Türkiye’de kabaca 1950-1970 yılları arasında aranjman şarkılar fırtınası esmiş ve Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği olarak adlandırılan bir tür ortaya çıkmıştır. Bu aranjman şarkılardan biri olan İstanbul (Not Constantinople), 1953’te İstanbul’un fethinin 500. yılı sebebiyle Jimmy Kennedy (güfte) ve Nat Simon (beste) tarafından swing tarzında yazılmış, şarkıyı ilk kez aynı yıl Kanadalı The Four Lads grubu seslendirmiştir. They Might Be Giants cover’ı ile meşhur olan şarkıyı Dario Moreno da 1954’te Fransızca yorumlamıştır. İstanbul’un fethi için Amerikalı iki sanatçının niçin, hangi motivasyonla böyle bir şarkı yazdığı sorusu merakımı celbetmeye devam ededursun, 1970’de Sevinç Tevs’in şarkıyı Türkçeleştirip güzelim scat’leriyle yorumlaması aranjman müzik tarihimizin en çarpıcı örneklerinden biri olarak kayda geçmiştir. Peki bunun Sararmış Yapraklar’la ne ilgisi vardır? İstanbul (Not Constantinople)’un en hoş yorumlarından biri olan Fince versiyonunu Olavi Virta söylemiştir.

Sararmış Yapraklar’ı hatırasına adadığı, 2019’da hayata veda eden Harri Marstio (Tämä maa [Umudun Öteki Yüzü, 2017], Älä Kiiruhda [Cennetteki Gölgeler, 1986] ile Suç ve Ceza uyarlamasında [1983] Schubert’in Ständchen yorumu unutulmazdır; Ständchen ayrıca Ansa ile Holappa’nın ilk görüşte aşk lied’idir), Georg Ost (Muuttuvat Laulut [Hamlet] ile Mustanmeren Valssi [Eşarbına İyi Bak, Tatiyana!, 1994] gibi müzisyenler de Kaurismäki’nin gözdeleridir. Yönetmenin müzikle ilişkisi bu kadarla sınırlı kalmaz. 1989’da, bir Fin komedi-rock grubu üyeleriyle birlikte Leningrad Cowboys adında, Sovyetler’in çözülüşü ve Amerikanizme hicviye kabilinden bir rock grubu kurmuştur. Grubun alametifarikası, üyelerinin pompadour stilini uç noktasına götürmüş saçları ve buna uygun upuzun, sivri burunlu mokasenleridir. Grup birçok rock klasiğini yorumlamanın yanında Rus Kızıl Ordu Korosu ile çalıp konserler vermiştir. Kaurismäki grubun müzik videolarıyla konser filmini çekmiş, ayrıca grubun Amerika’ya gidiş-dönüş yolculuğunu anlatan satirik iki uzun metraja da imzasını atmıştır.
Sararmış Yapraklar arasında çıktığımız Kaurismäki’nin müzik yolculuğunda durulması elzem son durak Çaykovski’nin 6 numaralı senfonisi olan Patetik’tir. Filmin özellikle aşk ve umudun baskın olduğu sahnelerinde senfoninin ilk bölümü çalar. Senfoninin melalli temasına tezat teşkil eden bu seçim, Kaurismäki’nin sinema dilindeki önemli bir özelliğin izdüşümüdür. Kaurismäki toplumsal gerçekliği hicvin, umudu sefaletin, insaniyeti melodramın, yalınlığı klişenin, hüznü absürdün içine gizleyerek mevcut dünyaya çok benzeyen, fakat başka kuralların hüküm sürdüğü orijinal bir dünya yaratmıştır. Patetik senfoni Fintango’yla birlikte bu dünyanın vazgeçilmez müziğidir. Sararmış Yapraklar’da olduğu gibi Proletarya Üçlemesi’nin ilk üç filminde de Patetik kilit roldedir. Kestirmeden şöyle demeliyim: Patetik’in çalmadığı Aki filmlerini saymak daha kolaydır. Coşkulu Rus klasikleri Fintango’nun karakteristiği olan minör tonlar içinde, tam da yönetmenin minimalist üslubuna yedirdiği sarı, kırmızı, mavi ve yeşil renkler gibi patlayıp parıldamaktadır.

Kaurismäki’nin özgül üslubu işte bu beklenmedik tezatlar üzerine inşa edilmiştir. İnsanı şaşırtıp duraksatan tuhaf, hatta absürd uyuşmazlıklar, kendine özgü donuk (deadpan) mizahının da beslendiği kaynak olmalıdır. Zira Dünya Mutluluk Raporu’na göre yedi yıldır dünyanın en mutlu ülkesi seçilen Finlandiya’da yalnız ve kaybeden insanların yaşadığı başka bir Finlandiya resmetmek, daha doğrusu günümüzün üretim-tüketim çarkına sıkışmış kapitalist toplumun mutluluk anlayışına çomak sokup onu kökten reddetmek ancak böylesi bir ölü dalga mizahla mümkündür. Kaurismäki’nin Amerikalı ruh ikizi olan Jim Jarmusch’un da paylaştığı bu mizah tarzını bir denizcilik terimi olan “ölü dalga” ile karşılamayı uygun buluyorum. Ölü dalga geçmiş bir fırtınanın hatırası gibidir, mevcutta esen rüzgârla ilişkili olmadığı için kestirilemez. Bu sebeple hiç çaktırmadan insanı serseme çevirir ve tekneyi alabora eder. Zamanı askıya almış görünen durağanlığı içerisinde aslında çok şeyin olup bittiği Kaurismäki sineması bu anlamda tam bir ölü dalgaya benzer: Kapitalizmin sinir bozucu, illa ilerlemeci ve yenilikçi hızına çelme takıp onu en azından birkaç saatliğine alabora eder. Özgün biçimsel tercihleri de, mesela gayet ölçülü mizansenlerde kaydırmayla yakın plana geçmek gibi beklenmedik kamera hareketleri bu durağan harekete hizmet eder.
-1976572132.jpg)
Kati Outinen & André Wilms, Juha (1999).
Fin ruhu: “Sisu”
Sararmış Yapraklar ve Aki Kaurismäki sinemasını ele alırken en çok üzerinde durulan, işçiler, bohemler, yoksul ve göçmenler gibi toplumun bir açıdan görünmez sınıfları etrafında şekillenen renkli ve yalın umut anlatısıdır. Kanımca bu anlatının mayası müzik ve sinema aşkı ile insan olmaya, insan gibi yaşamaya duyulan güçlü arzudur. Kaurismäki adı geçen sınıfları görünür kılmaktan öte, salt bu sınıflardan oluşan bir dünya resmeder. Bildik politik filmlerden burada ayrışır: Normal şartlarda göz önünde olanları görünmez, görünmezleri ise görünür kılan bu dünyada fukaralığın zıddı bir zenginlik bulunmaz. Çünkü ona göre kaybeden sınıfların hayatları haricinde bir drama yoktur. Hamlet'i, Suç ve Ceza'yı, Bohem Yaşamdan Manzaralar'ı (Henri Murger) dahi hep bu açıdan yorumlamıştır. Filmografisindeki kara filmlerden edebi uyarlamalara, farklı türlerdeki filmlerin ortak dünyası budur.

Ölü dalga (deadpan) oyunculuğun pirlerinden biri saydığım, F. Truffaut'nun gedikli oyuncusu Jean-Pierre Léaud'nun bohem portresi, Bohem Hayatı (1992). Aynı zamanda, Henri Murger'nin bohem öykülerinin operadan (G. Puccini, La Bohème, 1896) sinemaya yolculuğu.
Katiyen duygusal olmayan, aksine gereksiz/yanıltıcı duygusallıktan arındığı için duyarlı ve farkında olabilen bir dünyadır bu. Laf kalabalığından uzak, kişilerin içinde bulunduğu hali kavradığı ve kâh susarak kâh müzikle aktardığı bu dünya trajedi, meşakkat ve sefaletten yana hiç noksan değildir. Fakat umulmadık tezatlarla devinen bu uzamın özelliği, umutsuzluk girdabına kapılmayıp her an mucizelere gebe olmasıdır. Burada alıştığımız katı determinist ilkeler seyrelmiş, doğanın nedensellik bağı askıya alınmış ve bedbaht, köleci kader duyumu yerine indeterminist, özgürleştirici bir kader anlayışı geçmiştir. Bunun doğal sonucu umuttur. Kaurismäki’nin umudunu hayalle ya da duyguyla karıştırmamak gerekir, duygularla değil insan olmayı başarmakla, bilinçlenmekle ilgilidir bu umut (Sararmış Yapraklar’da market çalışanları arasındaki ya da Geçmişi Olmayan Adam’ın finalindeki dayanışmayı hatırlayalım). Bu umutla kişiler bir anda ölümcül bir hastalığı yenebilir (Le Havre, 2011), fakat bu onları melodramatik bir hale sokmaz.
Kuşkusuz bu indeterminist dünyanın insanlarını en iyi anlatan sözcük, kökeni yüzlerce yıl öncesine dayanan, Fin ruhunu ve Fin halkının felsefi karakterini özetlediği düşünülen “Sisu” kavramıdır. Sisu metanet, azim, sebat, cesaret, içsel dayanıklılık, zorluklara direnç gibi ahlaki karşılıkları olan, başarının olanaksız olduğu, en umutsuz durumda bile direnmeyi ve çabalamayı salık veren Fin felsefesidir. Daha çok II. Dünya Savaşı’nda Sovyet işgaline direnen Fin halkının imkânsız görüneni başarmalarından sonra gündeme gelmiş ve çeşitli psikolojik araştırmalara konu olmuştur. Finlerin en sevdiği kelime olarak tanımlanan Sisu’nun evrensel bir insani ilkeye atıf yapması bakımından başka birçok kültürde karşılığı bulunmaktadır. Türkçede bu kavramı en iyi ifade edenlerden biri, Çıktım Erik Dalına şiiriyle Yunus Emre’dir:
“Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu”
Sehl-i mümteni, yani az sözle çok şey söyleme sanatının üstadı olan Yunus Emre’yi bu bağlamda anmak hiç garip değildir. Sehl-i mümteni literal olarak “imkânsız kolay” olarak çevrilebilir; Japon şiir türü haiku böyledir mesela, lakonik şiirler de keza. Minimalizm bu sanatın görsel sanatlardaki karşılığıdır. Kaurismäki de Sisu gibi evrensel insani özellikleri her anlamda ekonomik mizansenlerle anlatabilmesi bakımından “imkânsız kolay”ın ustalarından biri sayılabilir. Büyük jestlerin, süslü kahramanlıkların, taşkın şiddet ve cinselliğin (ana akım sinema kodlarının) yerine Brecht’vari gestus’ların geçerli olduğu Kaurismäki sineması tüm fazlalıklarından arındırılmış bir dünya sunar. Kimilerine göre bu dünya nostaljik, eski model olarak tanımlansa da, kanımca mevcut dünyamızın eskisi değildir. Özgül bir zamansallığı olan, her ne kadar otomobilden radyoya her şey eski gibi görünse de eskilik-yenilik üzerinden tarif edilemeyecek, eskinin eskimediği bir modeldir bu. Hâlâ 35 mm ile film çeken Kaurismäki’nin –ve görüntü yönetmeni Timo Salminen’in– Edward Hopper estetiğiyle benzerlikler gösteren sinematografisi de bu tantanasız dünyayı güçlü kontrastlar ve renklerle boyayarak son derece pitoresk bir havaya büründürür. Tek çiçekli masalarda ya da bar taburelerinde oturan yalnız karakterlerden yayılan bu Hopper etkisi, herhalde en çok –melankolik tonuyla da onun resimlerine benzeyen– Alacakaranlıktaki Işıklar'da belirgindir.

Hopper etkisi, Alacakaranlıktaki Işıklar (2006)
Teknolojiye gayet mesafeli, karakterlerin fosur fosur sigara içip radyo dinlediği, trende otobüste sırf dışarıyı seyrettikleri, örneğin Sararmış Yapraklar’da takvimler 2024’ü gösterdiği ve radyodan Rusya-Ukrayna savaşı duyulduğu halde akıllı telefon ve bilgisayarın insanların hayatında yer etmediği bu homojen zaman-dışı dünya, bir kadınla bir adamda (ve bir köpek) kristalleşir. Bu insanların iş, aş, aşk, sevgi, dostluk, dayanışma dışında hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur ve bize ısrarla başka herhangi bir şeye ihtiyacımızın olmadığını gösterirler. Bu bana Jonathan Crary’nin isabetli kavramsallaştırmasını, yaşam-dünyamızın hızla internet-kompleksi tarafından yakılıp kavrulduğu tespitini anıştırıyor. Sanat tarihçisi Crary dünyanın bir geleceği varsa bu geleceğin kapitalizmin kesintisiz faaliyetinden ve dünyayı mahveden sistemlerden ayrıştırılmış, çevrimdışı bir gelecek olacağını öngörürken tam da Kaurismäki’vari bir çevrimdışı dünyayı tarif etmiştir.
Kaurismäki sinemasının zaman-dışılığı ve durağanlığı gerçekçiliğine halel getirmez. Sararmış Yapraklar bir süpermarketin kasa konveyöründe üst üste yığılmakta olan paket paket ürünle, yani Fordist bant sisteminin küçük ölçekli bir örneğiyle açılır. Market çalışanlarının esnek çalışma sözleşmesine tabi olmaları Fordizm-sonrasının uygulamalarının bir kesitidir. Keza Kibritçi Kız’ın başındaki kibrit fabrikası sahneleri emeğe yabancılaşmış yığınlar üzerinde tesir gücü yüksek bir gerçeklik barındırır. Özetle “sayısı belli olmayanların sonsuz sefaleti” bir an olsun odak-dışı kalmaz. Buna rağmen hiçbir karakter sızlanıp dövünmez. Madenci, kasiyer, çöpçü, kaynakçı, garson, ayakkabı boyacısı… herkes Sisu halindedir; canını dişe takmıştır, kimse pes etmez, düşene yardım gecikmez, olmaz denenler olur, mucizeler gerçektir. Kaurismäki filmlerinin onca komikliği içinde bize bu denli sahici gelmesi yaşama ve insana olan güçlü tutkusunun eseridir.

Kaurismäki sinemasını özellikle müzik ve insana bakışı yönünden irdelemek istediğim ve umarım bir ölçüde buna eriştiğim bu yazıyı yönetmenin sinema sevgisi, ustalara saygısı ve oyuncularıyla ilişkisine değinerek bitirmek istiyorum. Bu tarz bir yönetmenin genelde aynı oyuncularla çalıştığını tahmin etmek güç değildir. Bu oyuncular arasında Matti Pellonpää, Sakari Kousmanen, Kati Outinen ve önce yazar, sonra ayakkabı boyacısı, müthiş bohem Marcel Marx karakteriyle gönüllere giren André Wilms sayılabilir. Pellonpää 1995’teki vefatına kadar çoğu Kaurismäki filminde rol almıştır, Geçmişi Olmayan Adam’da (2002) da barda fotoğrafı asılıdır. Kaurismäki’ye özgü bir anma biçimi, bir tür görsel vefadır bu (Le Havre’da bir barda Little Bob, Sararmış Yapraklar’da Olavi Virta posterleri gibi). Ayrıca Sararmış Yapraklar’da, kapitalist tüketim toplumunun Jarmusch’vari bir hicvi olan Ölüler Ölmez’in oynadığı sinemanın çıkışında L’Argent ve Pierrot le Fou’nun posterleri göze çarpar.

Kaurismäki, izlerini takip ettiği Ozu, Bresson, Godard gibi auteur yönetmenlere şükranlarını sunacağı hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kendi ifadesiyle gelecekten ziyade geçmişe bakmayı yeğleyen biridir o. Tokyo Monogatari’yi (Yasujirō Ozu, 1953) izledikten sonra her şeyi bir kenara bırakıp kırmızı bir çaydanlığı aramaya koyulduğunu söyleyecek kadar ustalarına minnettardır.
Biz de ona minnettarız, bizi insanlığımızdan gıdıkladığı ve çok kritik anlarda Patetik çaldığı için...
KAYNAKÇA
- Aki Kaurismaki - Yasujiro Ozu'yla Sohbeti, YouTube
- Andrew Nestingen, The Cinema of Aki Kaurismäki: Contrarian Stories, Wallflower Press, 2013.
- Jonathan Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2023.
- Robert Barry, "Alone (Together) with the Music: Songs in the Films of Aki Kaurismäki", Mubi
- Pekka Gronow, "The tango and the Finnish soul", Virtual Finland
- Philippe Baudoin, "History and Analysis of Autumn Leaves”, Current Research in Jazz
- WW Jones, "Kaurismäki-Land: A Sad and Beautiful World", Mubi
Önceki Yazı

Bize bir yerlerden tanıdık gelen bir zorbalık
“Kairos. ile 2024 Uluslararası Booker Ödülü'nü kazanan Erpenbeck, Berlin Duvarının yıkılışından önceki birkaç yılı ve yıkılmasından sonraki kısa dönemi bir aşk ilişkisi üzerinden ele alıyor. Yıkım ve çürümenin izleri aşk ilişkisi üzerinden toplumsal çalkantılarla önümüze seriliyor.”