Svanibor Pettan ile
müzikle düşünme rehberi
“Kimileri için müzik bir sanattır, ben müziğin sanat olduğunu ya da sadece sanat olduğunu düşünmüyorum, çalışmalarımda müziği bir araç olarak ele alıyorum; kimi zaman iyiye, kimi zaman kötüye kullanılan bir araç.”

Svanibor Pettan
2019 Güz dönemi, Slovenya Ljubljana Üniversitesi’nde Erasmus kapsamında aldığım Etnomüzikoloji dersi birçok açıdan dönüştürücü bir deneyim olmuştu. Gerek derste kullanılan çok çeşitli müzik enstrümanlarından, ICTM[1] Yönetim Kurulu Başkanı, The Oxford Handbook of Applied Etnomusicology (Oxford Uygulamalı Etnomüzikoloji Elkitabı) editörü profesörümüz Svanibor Pettan’ın saha çalışmalarından kalan kasetlere, kaset dönüştürücülerinden, ancak filmlerde görme imkânım olan tepegöze değin ders deneyimini zenginleştiren materyaller, gerekse Pettan’ın sağduyulu üslubu, 4-5 saatlik uzun derslerin yorgunluk ve can sıkıntısı uğramadan keyifle geçmesini olanaklı kılmıştı.
Her derste bir kıtaya uğrayıp oranın kültürel-siyasal tarihi, müzik pratikleri ve enstrümanlarına dair bilgi sahibi oluyor, üstüne bir de ayrı bir ders olmasına rağmen Pettan’ın koleksiyonundan enstrümanlarla kısa da olsa applied etnomusicology (uygulamalı etnomüzikoloji) session’ları yapıyorduk.
Tüm bunlara ek olarak Klasik Türk Müziği ve makam dersine tamburi Necdet Yaşar’ın yakın dostu ve Washington Üniversitesi’nde ders vermesine vesile olmuş Amerikalı etnomüzikolog Robert Garfias’ın gelmesinin ne kadar büyüleyici bir deneyim olduğunu ayrıca not etmek istiyorum.
Ancak dersin benim için en ufuk açıcı kısmı, müziğin estetik ve kültürel ifadeden çok daha fazlası olarak göç, politik güç ilişkileri, savaş ve etnik ayrımcılıkla çok yakinen ilişkili olduğuna dair yeni bir perspektifle tanışmış olmaktı. Bu durumu, müziğe dair düşünmekle “müzikle düşünmenin” arasına çizgi çizebilmek açısından, edindiğim yeni bir kazanım olarak değerlendiriyorum. Daha sonra okuduğum Oxford Handbook of Applied Etnomusicology kitabıyla da bu ayrım somut örnek ve akademik çalışmaların takibiyle pekişmiş oldu.
Bahsettiğim bu perspektif etnomüzikolojinin bir disiplin olarak barındırdığı bir imkân olmanın yanı sıra, benim için kaynağını büyük oranda Pettan’ın yaşamının ve çalışma ufkunun merkezine yerleştirdiği hassasiyetten alıyordu. Sahip olduğu sağduyu ve içine doğup büyüdüğü değerlendirme mirası karşısındaki eleştirel tutumu beni oldukça etkilemiş ve bazı önyargı ve umutsuzluklarıma panzehir olarak içime işlemişti.
Kendi ifadesiyle, “dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek” uğraşının peşinde; sömürü, göç, işgal ve savaş hikâyelerinin çeperinde sürdürdüğü etnomüzikoloji çalışmalarıyla benim için tarih, sosyoloji, politika ve müzik ilişkilerini takip edeceğim, değer yargılarından arınmış bir yol haritası oldu.
Dönemin sonuna geldiğimizde bu ufuk açıcı deneyimi ve Pettan’ın ışığını hayatımın geri kalanında da ihtiyaç duyduğum zamanlarda hissedebilmek için onunla bir röportaj yaptım.
Çalışma arşivleri, kitaplar, kasetler, CD’ler ve enstrümanlarla döşeli odasında aldığım bir saatlik kaydı dört sene telefonumun arşivinde beklettikten sonra, müziğe ve müzik sosyolojisine yeniden merak sardığım bu süreçte, nihayet yazılı olarak da kayıt altına almaya karar verdim.
Kaydı dört yılın sonunda yeniden dinlediğimde, sorularımın altında yatan, “umudumu doğrulama arzusundan” kaynaklanan acemiliği fark etmemem mümkün değildi. Bu acemiliğin altında yatan sebebin benim için oldukça kıymetli ancak bir yanıyla imkânsız görünen “özel bir tutumu”, hüsnükuruntuya düşmeden değerlendirmek olduğunu düşünüp kendime karşı anlayışlı kalabildim. Bu uzun girizgâhı burada noktalayıp ilk soruma uzanayım.
Estetikten silaha uzanan yol
Söz konusu etnomüzikoloji olduğunda, farklı kültür ve müzik geleneklerinden alışık olunmayan ses dizgeleri akademik çalışmaya dahil olduğunda, estetik duyunun çalışma üzerinde bir etki sahibi olup olmadığını soruyorum ilkin. Cevabında etnomüzikolojinin muhtemel bir değer yargısında bulunma hatasına düşmekten oldukça uzak bir disiplin olduğunun altını çiziyor ve değer yargılarından arınma çabasının bir gerekliliği olan bir başka şüpheye gönderme yaparak, estetik söz konusu olduğunda çalışmalarını “kimin estetiği?” sorusuyla birlikte yürüttüklerini söylüyor: “Söz konusu estetik, üzerine çalıştığımız insanların estetiği mi, çalışmaları yürütenler olarak bizim estetiğimiz mi?”
Önyargıya kapı aralayan bu merkezî, kurumsallaşmış ve farklı olan diğer tüm müzikleri dışlayan ve değersizleştiren klasik Batı estetiğinin etnomüzikolojide bir ölçüt olmadığının altını çizerek devam ediyor.

Müzik ve Azınlıklar Sempozyumu’nda, Prof. Dr. Svanibor Pettan ve katılımcılar, Ljubljana Şehir Müzesi, 2020.
Pettan’da gördüğüm, ancak yine de emin olmak istediğim hassasiyetin, çalışma tutumunda nasıl bir konuma sahip olduğunu biraz daha kurcalamak üzere, kendi deneyiminde kişisel estetik algısıyla nasıl başa çıktığını soruyorum: “Duyduğunuz ilk anda sizi rahatsız eden ya da beğenmediğiniz bir müzik üzerine çalışma yaptığınız oldu mu; süreci nasıl kontrol altına aldınız ya da alabildiniz mi?”
“Elbette oldu, ancak sonrasında kendimi bu müziğe dair bilgi sahibi olmam gerektiğine dair ikna ettim. Çalıştığım müziklere estetik duyumdan değil, fenomenolojik açıdan yaklaştım. Basitçe söyleyecek olursam, dünyada estetik uyuşmazlık yüzünden üzerine çalışmak istemediğim bir müzik türü olmasını reddettim.”
Akademik çalışmanın yansızlığına duyduğum şüpheden, menşeini Nietzsche’nin Hıristiyan ahlakı eleştirisinden alan, eylemde bulunduğumuz alanlara yaklaşımın ahlaki bir motivasyondan kaynaklanabileceğine dair bir başka şüphenin yansısı olarak, etnomüzikolojiyle uğraşında müziğe olan tutkusunun mu, yoksa ahlaki motivasyonun mu birincil olduğu sorusuyla devam ediyorum.
Bu defa sorunun barındırdığı yönlendiricilikten kaçınmak için soruyu farklı bir açıdan ele alıyor, iyi ki öyle yapıyor!

“Kimileri için müzik bir sanattır, ben müziğin sanat olduğunu ya da sadece sanat olduğunu düşünmüyorum, çalışmalarımda müziği bir araç olarak ele alıyorum; kimi zaman iyiye, kimi zaman kötüye kullanılan bir araç. Bosna Hersek’te gerçekleşen müzikal işkenceyi (musical torture) ele alalım, orada savaşa maruz kalan insanları hayal edelim. Temel ihtiyaçlarından yoksun, yaşadıkları yerlerden kaçmak zorunda bırakılmış insanlar, şınayderlerle iç içe bir yaşam… ve tüm bunlara ek olarak şehre yerleştirilen hoparlörlerden politik liderlerine, kimliklerine ve dinlerine karşı yazılmış, politik güç sahibi işgalcilerin gücünü yansıtan şarkıları dinlemeye mecbur bırakılıyorlar. Dolayısıyla insanlar müziğin araç kılındığı bir işkenceye maruz bırakılıyor. Ben burada hiçbir estetik görmüyorum, bu durumda estetik tamamen konu dışı. Dolayısıyla bu örnekte de görüldüğü gibi müzik birçok farklı işleve sahip. Savaş dönemi müzik çalışmalarım sırasında müziğin kendi güruhunu cesaretlendirmek ve düşmanları provoke etmek amacıyla kullanıldığını gözlemledim.”
Bu örnekle müziğin “saf iyi” ya da “saf estetik” olmadığını, her şekilde kullanılabilecek bir “iletişim biçimi” olduğunu çok daha derinden algılıyorum:
“Evet, müzik sadece sanat ve estetik olmaktan çok daha fazlası, bir iletişim aracı, işte müziği böyle görüyorum… Müziğin kültürel farklılıktan kaynaklanan bir başka kötüye kullanım örneği olarak, Amerika’da esir tutulan İslami radikallere heavy metal müzikle işkence edilmesini verebilirim.”
Gülsek mi ağlasak mı insan aklının bu denli hin ve muzip işleyişine… Müziğin politik silah olarak kullanımını inceleyen bir çalışma örneği olarak Nili Belkid’in Music in Conflict (“Çatışma Zamanında Müzik”) kitabını da tavsiye ediyor. Bugünlerde süren İsrail-Filistin çatışmasını bir başka açıdan da ele almaya olanak tanıyabileceği için sizinle de paylaşayım.
Etnomüzikolojinin müzikolojiden ayrım yolu
Aldığım yanıtla, şüpheyle yaklaştığım ahlak (Nietzscheci Hıristiyan ahlakı) meselesine dair yumuşamış ve ahlakın (etik demek daha doğru olur) yapılan işe “olumlu” bir anlam katabileceği kapının eşiğinde, bir kez daha Pettan’ın kişisel serüveninde ahlaki motivasyonun yerini, bu kez saldırgan olmayan, kendim için referans noktası alabileceğim bir tonda soruyorum:
“Benim hikâyem nasıl gelişti biliyor musun? Afrika uzmanı olmayı hayal ediyordum; lisans tezimi Zanzibar, yüksek lisans tezimi Mısır üzerine yaptım ve çalışmalarıma Mısır ya da Fas müzikleriyle devam etmek için Amerika’ya gittim. Sonrasında zamanla Somali müziğiyle ilgilenmeye başladım ama sürekli devam eden savaş yüzünden çalışma yapabilmem mümkün olmadı. Ancak tüm bunların içinde aklımı kurcalayan en temel ahlaki mesele şuydu: Kendi ülkemde insanlar hayatlarını kaybederken Afrika uzmanı olabilir miydim? Gözlerimi kapayıp kişisel arzumun peşinden gidebilir miydim? Bu açıdan elbette ahlaki bir meseleydi. Ve bir noktada, savaş sırasında klasik müzik ve folk müzik kullanımına dair oldukça ilginç bir çalışma yaptım. Bu çalışmada şunu fark ettim, klasik müziğin dünyasında savaş hayatın ve müziğin bir parçası olmak için oldukça çirkin bir şeydi, bu yüzden klasik müzikte savaşın esamisi okunmuyordu, gözleri yaşananlara tamamen kapanmış bir şekilde yalnızca klasik müziğin güzelliğiyle ilgileniyorlardı. Daha sonra Sırbistan’ın başkentinde yapılan Klasik Sanat Müziği Festivali’ni ve Folk Müzik Festivali’ni karşılaştırdım ve gördüm ki Sanat Müziği Festivali’nde o esnada Yugoslavya’da sürmekte olan savaşa dair hiçbir iz yokken, Folk Müzik Festivali tamamen savaşa adanmış, savaşa dair müziklerden oluşuyordu. Bölgede savaştan etkilenmiş insanlar müziklerini icra etmek için festivale davet edilmişti ve müzikleri tamamen o sırada yaşamakta oldukları savaşa dairdi.”
Böylelikle müziğin insanın iç ve dış dünyasını yansıtmasının yanı sıra, bu işle uğraşan insan için, başka insanların dertleri ve sevinçleriyle tanışıp ortaklaşmak, kapalı fanusundan çıkmak, bir diğer deyişle müzikle düşünmenin açtığı patikada yürüyebilmek için de araç kılınabileceği örneklenmiş oluyor:
“Bu çalışmayla çok farklı bir bakış açısı, o sırada yapılandan çok uzakta, alışılmışın dışında bir yaklaşım geliştirilebileceğini düşündüm. Çünkü o sırada literatürde lokal insanlarla, askerle bu gözle yapılmış röportajlar bulmak mümkün değildi. (…) Sonrasında, birçok insan hayatını kaybederken, ülkemden uzakta, olanları televizyondan, gazetelerden takip etmektense orada olmanın daha kolay olacağına karar verdim.”
 (455)-1467922271.jpeg)
Uyumdan uyumlandırmaya uzanan yol
Buradan müziğe dair merakımın dönem boyu perçinlenen bir başka boyutuna, uyum (harmony) meselesine değen bir soruya geçiyorum: “Ritmin, melodinin bir yanıyla neşet ettiği, diğer yanıyla içinde barındırdığı uyum hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle içinde büyüdüğünüz ve aşina olduğunuz müzikten tamamen farklı ritim ve melodilerin uyumla ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz? Uyum ‘kendinde bir şey’ mi, yoksa oluşturulan bir şey mi? Farklı uyum anlayışlarına ilk tepkileriniz ne olmuştu?”
“Uyum söz konusu olduğunda, uyumlandırma’yı (harmonize) düşünmek de çok hoş bir başka veçhe. Müzik insanları uyumlandırmak, onları bir araya getirmek için oldukça güzel bir araç. Norveç’te yaptığım bir projede Norveçli ve Bosnalı insanları, Norveç müziği ve Bosna müziğini bir araya getirmek oldukça keyifli bir deneyimdi. Birbirlerinden bir şeyler öğrenmeyi ve birbirlerine kendilerinden başka şeyler öğretmelerini sağlamak… Ve söyleyebilirim ki birlikte oldukça uyumluydular. Oradaki görevim kesinlikle onlara ne yapmaları ve yapmamaları gerektiğini söylemek değildi ve günün sonunda ortaya çıkan şey tam anlamıyla karşılıklı mutabakata dayalıydı. Başlangıçta Bosna’nın taşra müziği üzerine çalışıyorduk, gayet de güzel bir kayıt aldık, ancak sonrasında yapmak istediklerinin bu olmadığını düşündüler ve Osmanlı’nın etkisiyle ortaya çıkmış bir kent müziği olan Sevdalinka’ya[2] odaklanmak istediler. Nihayetinde de, projeye başlarken kültürel anlamda daha yararlı olacağını düşündüğüm için seçtiğim köy/kırsal müzik odağı, bir kent müziği olan Sevdalinka’yla yer değiştirdi. Sonuçta bu müzik de Bosna kültürünün ve ortak hikâyenin bir parçası olarak orada ve ortak kanı bu müziği tercih ettiyse yapacak bir şey yoktu. Benim için de kimseyi zorlamadan ve yönlendirmeden ne kadar ileri gidebileceğimi gördüğüm öğretici bir deneyim oldu.”
Müzikten yeni bir düşünme imkânına uzanan yol
Bir süre sonra Pettan da sorular sormaya başlıyor ve röportajımız sohbete dönüşüyor. Yazıyı “özel tutum”, hassasiyet ve sağduyu kelimeleriyle ifade etmeye çalıştığım tutumu yansıttığını düşündüğüm şu sözlerle bitireyim:
“Mozart ve Beethoven zamanında yaşamış, birçok kişinin bilmediği, Hint klasik müziğinin üç önemli bestecisi, halk tarafından meyve analojisi kullanılarak karşılaştırılıyordu. Hemen ısırarak tadına varabileceğin elma gibi meyveler olduğu gibi, muz gibi yemeden önce soyman gereken meyveler de vardır; kimi müzikler de tadına varabilmek için çaba sarf edilmesini gerektirir. Harika bir benzetme, değil mi?”
Gerçekten harika! Üstelik müzikle düşünmek mefhumunu da farklı bir yönüyle açık eden bir analoji. Sosyolojik, politik ve etnogafik bilgi zemininde müzikle düşünmenin yanı sıra, değer atfetmek için alternatif bir yol olarak müzikle düşünmek…
Ne demek istiyorum? Mesele karşılaştırma yapmaksa, karşılaştırmanın meyvelerin (ya da müziklerin) verdiği tadı kıyaslayarak değil, tadın her türlüsünün kıymetli olduğu zeminde, tada ulaşılacak yolların farklılığının altını çizerek yapılabilmesi… Kıyaslayarak değerlendirirken, benimki-öteki, tanıdık-yabancı ikiliğinden kaynaklanan iyi-kötü, değerli-değersiz yargılarından soyunabilmeye imkân tanınması söz konusu burada.
Müzikle düşünmekten kaynaklanan “özel tutum” ismini verdiğim şey tam da bu önyargıdan soyunmuş, “sahip çıkılan estetik” üzerinden düşünme hapishanesinden kurtulma imkânı. Etnomüzikoloji ise, bir araştırma alanı olmanın ötesinde, tabiri caizse, gören gözler için bu imkânı barındıran bir düşünme pratiği aynı zamanda.
Pettan’ın insan hikâyelerine, dertlerine ve sevinçlerine belirli bir değer menzilinden yaklaşmayan sağduyulu tavrı, nereye varacağı bilinmeyen kişisel yolculuğumda benim için bir kutup yıldızı.
NOTLAR:
[1] Yönetim başkanları arasında Ahmed Adnan Saygun’un da olduğu, International Council for Traditions of Music And Dance.
[2] Bosna’da aşk şarkılarına verilen isim.
Önceki Yazı

Sararmış Yapraklar:
Patetik hiciv ve Aki Kaurismäki sineması
“Aki Kaurismäki sinemasını ele alırken en çok üzerinde durulan, işçiler, bohemler, yoksul ve göçmenler gibi toplumun bir açıdan görünmez sınıfları etrafında şekillenen renkli ve yalın umut anlatısıdır. Kaurismäki adı geçen sınıfları görünür kılmaktan öte, salt bu sınıflardan oluşan bir dünya resmeder.”