Komün varlıkları: Köpekler, kediler…
“Bitkiler sahipsizdir, hayvanlar sahipsizdir, bebekler de sahipsizdir. Bu demektir ki herkese aittirler, herkese seslenirler. Bir bebeğe bakmak için onun anası babası olmak zorunda değiliz. Sahipsiz bir bebek herkeste sorumluluk uyandırır. Bizle birlikte yaşayan, kaderlerini ister istemez bizim kaderimize bağlamış hayvanlar için de durum farklı değildir.”
“Hayvanlar gitgide, teker teker sahneyi terk edip insanlığı kendi temsilleriyle, evcil hayvanları ve oyuncaklarıyla baş başa bırakıyor.”
–Oxana Timofeeva
Garip
Çocukluğumda diğer mahallelerdeki gibi bizim mahallenin de bir köpeği vardı. Büyük, iri, yaşlıca, sarımsı bir köpekti bu, ona Garip derdik. Niye Garip? Belki o sıralar meşhur olan Edip Akbayram’ın “Garip” adlı parçası yüzündendi, bilemiyorum. Yine de bu garip sözcüğünün çağrışımlarını düşününce isabetli bir ad verdiğimiz söylenebilir. Sözlükler Arapça kökenli garib sözcüğünün gurbet ile akraba olduğunu söylüyor, yani sözcük yerini yurdunu yitirmiş kimseden geliyor. Garip hem yabancı, gizemli, anlaşılmaz, tekinsiz olan anlamına gelir hem de terk edilmiş, hiç kimsesi olmayan, sahipsiz demektir. Bizde hem tedirgin edici duygular uyandırır hem de bizi bir biçimde çağırır, sorumluluk duygumuza seslenir. Garip’e biz çocuklar her şeyi yapmışızdır; aşırı sevgi gösterilerinden, kulağını ya da kuyruğunu çekmekten, kim bilir belki ısırmaktan üstüne binmeye… Yine de bize kızdığını hiç anımsamıyorum, oysa düşününce ara sıra da olsa herhalde kızmış, hırlamış, havlamış olmalı. Her koşulda çocuk olduğumuzu çok iyi bildiğine inanıyorum. Ama bizimle olmaktan hoşnut olduğuna da inanıyorum. Aşırılıklarımıza, çocukluklarımıza tıpkı bir büyük gibi katlanır, ciddiye almazdı. Bizim zevkimiz ise sanırım bizi bir çırpıda yiyip yutacak güçteki bu canavarın oyun arkadaşımız olmasıydı.
"Terörist köpekler"
Köpekler vahşi midir? Yüzyıllardır bizle yaşayan bu varlığın vahşi olduğuna birdenbire inanmamız isteniyor. Fotoğraflar gösteriliyor, köpek saldırısına uğramış insanları öne sürüyorlar, insanların korkularıyla oynuyorlar. İşleyiş o hep bildiğimiz işleyiş: Önce medya aracılığıyla köpeklerin birer canavar, hatta terörist –“köpek terörü”– olduğunu göstermek, sonra her tür ortamda koro halinde propagandaya girişip insanları şuna ikna etmeye çalışmak: Ya onlar, ya biz. Bir ölüm kalım mantığı, hatta biyolojik bir savaş mantığı: Ya insan türü, ya köpek türü.
Öldürme izni
Yine de iktidar böyle büyük, insanın aklının almakta zorlandığı bir katliama niçin gereksinim duyuyor? Bir yanıt, özellikle seçim yenilgisinden sonra iyiden iyiye hissettiği güçsüzlüğü olabilir. Her iktidar gücünü sonuçta öldürme hakkından ya da gücünden alır. Aslında iktidarla öldürme gücü arasında ters bir orantı olduğu söylenmiştir. Bir iktidar ne kadar kendinden emin, güçlü hissediyorsa o oranda öldürme hakkından vaz geçer.Söz gelimi idamı kaldırır, cezaların şiddetlerini indirir, hatta iktidarını sivil denen kurumlarla paylaşır; giderek iyice fark edilmez, görünmez olur. Tersine, iktidar ne derece güçsüz, güvensiz, darbelere açık hissediyorsa o derece öldürme gücüne başvurur. Her yerde görünmek ister, teatralliği giderek artar. Tümüyle bu güce dayanan iktidar tipinin adını ise biliyoruz: faşizm. Hitler’in yaptığı çoğunluğa bir azınlık grubunu, başka bir ırkı ya da belki de –elbette onlar açısından “aşağı, zararlı”– bir türü “öldürme izni” vermekti.
“Vahşi olan köpekler değil, tehcir mantığı”
İstanbul’da büyük bir köpek katliamı 1910’da gerçekleştirilmişti. Sayısı 80 ile 100 bin arasında tahmin edilen köpek Hayırsızada’ya sürülmüş, orada korkunç bir ölüme terk edilmişti. Mine Yıldırım bu katliamla birkaç yıl sonra Ermenilere yapılanlar arasında bir bağ kuruyordu. Express’te köpeklere şiddetin tarihi, şehrin köpeksizleştirilmesi gibi konularda araştırmalar yürüten Mine Yıldırım ve Bahar Bayhan’la gerçekleştirilen, tarihi biraz eski olsa bile –2019– hâlâ güncel ve okunması gereken söyleşilerinde Mine Yıldırım şöyle diyor:
Hayırsızada katliamını büyük bir kopuş olarak görmemizin nedeni, İstanbul’da 80 bin köpeği yok etmiş bir mekân siyasetinin bu denli sistematik bir şekilde örgütlenmesidir. (...) Hayırsızada vakası, bir ucunda İstanbul’da ilk belediye idaresinin, polis teşkilatının kurulmasının yer aldığı, diğer ucunda hemen birkaç yıl sonra 1915 Ermeni tehcirinin gerçekleşeceği bir tarihsel izleğin halkası.
Cumhuriyet’e giden, kimilerinin modernleşme dediği süreçte yeni bir iktidar mantığının oluştuğu söylenebilir. Foucault’nun deyişiyle hükümdarlık mantığından bir idare mantığına geçiş, yani belediyeler, polis teşkilatları gibi çeşitli idari kurumlarla nüfusu kontrol etme, farklı amaçlara göre belli kesimleri ya da şeyleri düzenleme, buna uygun taktikler, stratejiler geliştirme. Bununla birlikte hedefleri açısından bakınca bu katliamın boşu boşuna yapılmış olmasının ortaya çıkması amacını belki çok daha iyi açığa çıkarıyor:
Hayırsızada’dan yalnızca iki yıl sonra, 1912’de İstanbul’da köpek nüfusunun yeniden arttığını biliyoruz. Bu anlamıyla Hayırsızada vakası başarısız olmuş korkunç bir girişim, bizim modernleşme tecrübemizin geneline de damgasını vurmuş gerçek bir fiyasko.
Ama bu fiyasko, bu başarısızlık aynı zamanda bizdeki iktidar mantığının Avrupa’dakinden farkına ışık tutuyor. Bizde ya da eskiden Üçüncü Dünya denen ülkelerde öldürmeler, katliamlar tıpkı askerî darbeler gibi aralıklarla, şu ya da bu ölçekte tekrarlanmak zorundaydı:
Kuzey Avrupa başkentlerine gittiğinizde sokakta köpek göremezsiniz. Onlar bu “başarıya” ulaşmış. Türkiye’de 1910-2019 arasındaki süreçte her gelen belediyenin belirli aralıklarla uyguladığı “öldürme siyaseti” var. 1927’de yeni Cumhuriyet’in itlafları var. Cemil Topuzlu’nun “Hayırsızada’dan sonra en büyük itlafı ben yaptırdım, 30 bin köpeği yavaş yavaş itlaf ettirdim” dediğini biliyoruz. Daha sonra bu açıklamaları kimse yapmıyor, ama pratikte itlaf devam ediyor.
Kuşkusuz bu öldürmeler bugüne kadar aralıklarla sürüyor. Gelgelelim, bugün önemli bir fark bu idare mantığının kuruluşunda değil, sonunda yani çöküşünde bulunuyor olmamızdır. Siyasal açıdan bunun anlamı sürekli kriz, sürekli bir olağanüstü hal içinde olmamız demektir. Öyleyse bugün iktidardakiler bu derece büyük bir öldürme girişimiyle güçlerini yeniden hissetmek, elbette aynı zamanda göstermek istiyor. Yani bir güç göstergesi sahnelemek istiyor. Hayvanların kendini savunma olanağı yok. Aslında hayvanların hiçbir şansı yok.
Buna bağlı olarak insanın aklına şu da geliyor; insan ortamımızın şu geldiği noktadaki “vahşilik” basit bir düzdeğiştirmeyle köpeklere aktarılıyor, böylece köpekler ölünce her şey yoluna girecek. Tıpkı günah keçisi terimindeki gibi… Günahları, suçları keçiye yükler, sonra da ölmesi için yabana gönderirlerdi.
Sokakta
Temmuz. Akşam. Yokuşun başında iki yol arasında küçücük, ancak parkçık diyebileceğim bir yer. Genelde esinti eksik olmaz ama bu akşam esinti nerdeyse yok. Sıralarda iki erkek, yaşlı bir kadın, başka bir sırada anneyle bir çocuk, bir ötekinde iki ergen kız oturuyor. Bir de bir sıranın ucunda, büyükçe bir zambağın altında ara sıra kaşınan, kulaklarını diken bir sokak köpeği var. Geçerken ister istemez şöyle düşünüyorum: Hiç haberin yok ama seni öldürmek için, seni öldürmek yasal olsun diye birtakım adamlar, galiba kadınlar da harıl harıl çalışıyor. Seni düşman bellemişler. Sense burada böyle esniyor, kaşınıyor, çevrende konuşanların seslerine göre kulak dikiyor, sonra yeniden kafanı yere yatırıyorsun.
Küresel içeri'si
Başka bir yanıt, bunun özelleştirme mantığının çok daha ileri götürülmüş hali olduğu biçiminde olabilir. Hayatlarımız çoktandır içlere, sitelere, evlere, en önemlisi de ekranlara sıkışmış durumda. Sokaklar zaten uzun süredir boş. Dahası, tüm gezegen küresel bir içerisi’ne dönüştürülmüş durumda. Sokaklarda ise kala kala işte bu “sokak hayvanları” kaldı.
Komün varlıkları
Ama ne demek “sokak hayvanı”? Aslında yakın zamana kadar bizde genel olarak köpekler, kediler hep mahallenin köpeği, kedisi olmuştur; başka bir deyişle komün varlıkları olmuştur. Hayvanlarla yakınlaşan herkes bilir; her hayvan, ister köpek olsun ister kedi, her insanla farklı bir ilişki kurar; o insanın tarzı neyse o tarza bir yanıt verir. Aslında aşağı yukarı son yirmi yılda bu komün varlıkları giderek daha çok ev köpekleri, ev kedileri haline geldi. Kuşkusuz, sokağın terk edilmesinin, herkesin kendi özel alanlarına çekilmesinin bir sonucudur bu. Demek ki sokak hayvanı denirken hem hayvanın sahipsizliği, başıboşluğu hem de sokağın sahipsizliği, terk edilmişliği kastediliyor. Elbette bunların tehlikeli, zararlı, sağlıksız olduğu varsayılıyor, bize de bu kabul ettirilmek isteniyor. Hazırlanan bu katliamla aynı zamanda komün varlıklarıyla belki de son cılız ilişkimiz kesilmek, öldürülmek isteniyor. Öyle görünüyor ki, iktidarın en çok korktuğu, her tür komün varlığı, her tür komün hareketi. İnsanların toplanmasından korkuyor; siyaseti üst katlardan ya da medya kanallarından indirip yeniden kendi ortak ellerine almalarından; başka insanlara, başka varlıklara, kendisine benzemeyenlere karşı bir sorumluluk geliştirmesinden; tabii bir de herhalde sokak hayvanları gibi başıboş dolaşmalarından, başıboş davranmalarından, başıboş düşünmelerinden.
Hayırsızada sürüyor
Sokaklarda yalnızca sokak hayvanı kaldı dedik ama aslında bu kalanlara “kalanların kalanı” demek lazım. Yine andığımız söyleşiden bir parça:
Belediye 2012’den itibaren “ikinci dalga Hayırsızada” diyebileceğimiz bir şey yapıyor. Önce merkezden koparıp bir coğrafyaya yığıyor hayvanları. Şehrin çeperlerine doğru bir yığılma fark ediyoruz. Nerelere yığılıyor bu köpekler? İstanbul’un çeperlerinde orman köpeği diye bir durum ortaya çıktı. Üçüncü havalimanı inşaatı çevresine, Hasdal barınağı çevresine, Sarıyer’in kuzey kıyılarına kadar, Kuzey Marmara bağlantı yollarının çevresine köpeklerin yığıldığını görüyoruz. Kuzey Ormanları’nın yıkımı ve köpek nüfusunun artışı birbirinin içine geçen süreçler. Şehrin merkezlerindeki popülasyon azaldı ve eşitsiz olarak dağıtılmaya başlandı.
Ayrıca, yerinden edilen hayvanlarla yoksullar arasında her zaman bir ilişki vardır. Başka bir yerde:
Köpek sürgününün doğrudan tanıkları oradaki inşaat işçileri ve köylüler. Aslında İstanbul’un en yoksul kesimleri. Tarım alanları ellerinden alınan insanlar ve İstanbul’daki emek kesiminin en kayıt dışı, taşeronlaşmanın en yoğun olduğu yol inşaat işçileri. Çok düşük maaşla proje bazlı çalışan insanlar. Sahada işçilere “Nereye gideceksiniz?” diye sorduğunuzda “Limak nereye götürürse” diye cevaplıyorlar. Bir tür gezici işçi gibi kullanılıyorlar. Benim için en zor tecrübelerden biri orayı öyle bırakıp geri dönmek. O şantiye hali, yok olmuş bir dağ, kesilmiş ağaçlar ve köpekler…
Birbirine benzemeyenlerin ortaklığı
Komün ortaklığın adıdır, komün varlığı ortak varlık demektir. Ortak varlık? Yani özelleştirilmeyen varlık, ya da başlangıçtaki sözcüğümüzle sahipsiz varlık. Bu ortak, sahipsiz varlık ilkin elbette bu yeryüzüdür. Ama yeryüzü dediğimiz bu ortaklık zemini birbirine benzeyenlerin ortaklığı değildir. Yeryüzü ya da doğa benzerlikten değil, farklılıktan yanadır. Farklılık üretmeyi, farklılıkları çoğaltmayı hiç kesmez ama bunu durmaksızın bu farkların her birinden diğerine bir şeyleri geçirerek, uzak, şaşırtıcı bağlantılar kurarak, ilişkisiz görünen şeylerden ilişkiler üreterek yapar. Bitkiler sahipsizdir, hayvanlar sahipsizdir, bebekler de sahipsizdir. Bu demektir ki herkese aittirler, herkese seslenirler. Bir bebeğe bakmak için onun anası babası olmak zorunda değiliz. Sahipsiz bir bebek herkeste sorumluluk uyandırır. Bizle birlikte yaşayan, kaderlerini ister istemez bizim kaderimize bağlamış hayvanlar için de durum farklı değildir. Bir insan yavrusunun bir hayvan yavrusundan farkı yoktur.
Dilsiz hayvanın acısı
Hayvanlar bir zamanlar bizim başkalığımızdı. Başkalık sessiz, ısrarlı bir soru ya da ne dediğini anlamadığım, dahası bana mı, değil mi, emin olmadığım bir seslenme, bir çağrı olarak düşünülebilir. Oxana Timofeeva, Hayvanların Tarihi kitabında hayvanlara ilişkin bu başkalığın nasıl düşünüldüğünü bazı filozoflarla sanatçılar üzerinden anlatır. Son bölümü büyük Sovyet yazarı Platonov’a ayırır. Platonov doğayı yüceltmez; onda doğa insanlığın büyük bir bölümü gibi yoksuldur. Platonov’a göre hayvan, sınıf ilişkilerinin kölesi olan insandan farklı olarak iki kere boyunduruk altındadır. Bir kez doğayı boyunduruk altına alan insan yüzünden, bir de bizzat ona başka türlü eyleme izni vermeyen, doğasına hapseden doğa yüzünden. Komünizm bu yüzden yalnızca insanların değil, aynı zamanda hayvanların, tüm doğanın özgürleşmesi anlamına gelir. Doğa Walter Benjamin’deki gibi Platonov’da da yaslıdır. Bir hayvanla göz göze gelen insan dilsiz hayvanın acısını görür. Benjamin’in bir sözcüğü melankoliydi, Platonov’un sık kullandığı bir sözcüğün de “sıkıntı, melankoli, azap, özlem” gibi anlamlara sahip toska sözcüğü olduğunu öğreniriz. “Komünizm arzusu derin sıkıntıdan (toska) ve mevcut düzenin dayanılmazlığından doğar” diye yorumlar Timofeeva, biraz ileride:
Gezegen çapında bir değişim olarak devrimin zorunluluğu ve aciliyeti bilinçsiz hayvan doğasına bile kayıtlıdır; bu doğa insanlardan, komünistlerden, bizden bir tür kurtuluş bekliyor gibidir.
İnsanla hayvanın karşılaşmasında sanki insandaki o unutulmuş hayvanla hayvandaki henüz ortaya çıkmamış gelecek hayvan ya da varlık birbirine seslenir. Devrimci arzuda (ya da sıkıntıda) insandan hayvana, hayvandan insana, her ikisini de başkalaştıracak bir sürece sokan bir şey geçer.
“Çok geç, ama öyleyse, aynı zamanda çok acil”
Ne ki çok geçtir. Timofeeva, Mayakovski’nin “Devrime Övgü” şiirinden bir parça aktarır: “Denizcileri gönderdin / Batan bir kruvazöre / Kedi yavrusu ağlıyordu / Orada unutulmuş.” Şöyle yorumlar: “Tek sorun zaten hep çok geç olmasıdır. Yoksul hayat kendisini bir kader olarak gerçekleştirmek ve ufacık, biricik fırsatını yakalamak için ihtiyaç duyduğu hayatın kendisinden yoksun gibidir.” Paradoks gerçekten de budur, özellikle günümüzde: Zaten çok geç. Yeryüzü çoktan talan edilmiş, dünyanın bir zamanlar “vahşi, yaban” denen kısımları çoktan yok olup gitmiş, hayvanlarsa sahneyi terk etme üzere. Zamanın kendisine gelirsek, sermayenin zamanı yuttuğunu bile söyleyebiliriz; yani anımsama ile unutuşun bile dışına atılmışız. Çok geç, ama öyleyse, aynı zamanda çok acil. Yıllar önce bu “çok geç” içinde insanlar İstanbul’da betonların arasında neredeyse terk edilmiş görünümündeki bir parkta, Gezi’de ağaçlar için bir araya gelmeyi başardılar. Şimdi, bugün böyle bir acil çağrı bu kez köpeklerden, kedilerden, ortak bir kaderi paylaştığımız bu komün varlıklarından geliyor.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 30
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Arslanhane / Bir Dem Ankara / Bir Olmayan O Cinsiyet / Duino Ağıtları / Kıyamet Notları / Nehirler ve Çocuklar / Rehin Alınmış Bir Batı / Soğuk Ter / Taklitçiler / Tüfekle Vurulacak Şeyler
Sonraki Yazı
Ágota Kristóf’un izinde (II):
Büyük Defter’de cinsellik, şiddet, iktidar
“Büyük Defter’de benim kafamı kurcalayan şey bir etik sorunsalından çok, ikizleri ve genişleterek söylersem ölümün kıyısındaki insanları hayatta tutan şeyin ne olduğu, dirayetlerini ve yaşama gücünü neye borçlu oldukları sorusu.”