Haftanın vitrini – 30
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Arslanhane / Bir Dem Ankara / Bir Olmayan O Cinsiyet / Duino Ağıtları / Kıyamet Notları / Nehirler ve Çocuklar / Rehin Alınmış Bir Batı / Soğuk Ter / Taklitçiler / Tüfekle Vurulacak Şeyler
Yunanistan’ın Parga kentinden korsanlarca kaçırılıp Manisa’da dul bir kadına satıldıktan sonra şehzade Süleyman’a hediye edilen ve kabiliyetleri sayesinde Makbul İbrahim Paşa adıyla sadaret makamına kadar yükselen Piero.
Venedik Doçu Andrea Gritti’nin gayrimeşru oğlu olduğu için ata yurdu yerine İstanbul’a giden ve ticari kariyeri sebebiyle imparatorluktaki en kudretli insanlardan biri olan Alvise Gritti.
Bu iki kişinin yolları 16. yüzyılın başlarında İstanbul’da kesişecek ve ne yazık ki son nefeslerini verirken de benzer bir kaderi paylaşacaklardır.
Arslanhane’de Christopher de Bellaigue, bu iki karakter üzerinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman döneminin tarihini kurgusal öğelerle zenginleştirerek bir roman tadında okurlara sunuyor.
“Christopher de Bellaigue’in tarihi olayları kaleme alma yeteneği büyüleyici.”
–Orhan Pamuk
“Bu bir tarih kitabı ama bildiklerimizden değil. Gerçeklere dayansa da roman gibi okunan, olaylar ve sinematik ayrıntılar açısından zengin bir eser. Tam anlamıyla muhteşem.” –Justin Marozzi, Sunday Times
Ankara deyince çoğunlukla aklımıza devlet bürokrasisinin asık yüzü gelir. Ankara’yı bilmeyenler için haberlerde izlenenler öncelik taşır, ağırlanan yabancı devlet adamları, yapılan basın toplantıları, meclis görüşmeleri…
Oysa Ankara, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türkiye aydınlanmasının da başkentidir. İlk zamanlarından başlayarak yeni kurulan bir devletin benimsediği yeni yaşam biçiminin de temsilidir. Bu nedenle İstanbul’un imparatorluk tozuna bulanmış ışıltısından farklı bir kültürel vahadır. Lokantaları, mekânları ve aydınlarıyla, özellikle de yetmişli yıllarda Türkiye’nin geleceğe dönük yüzünü taşır.
Ankara’da doğup büyümüş, aydın kimliklerini ana babalarından devralmış iki aydın, Eren Aysan ile Zeynep Altıok Akatlı, çocukluklarından beri tanığı oldukları bu Ankara’yı anlatıyorlar bize. Okudukları, dinledikleri ve yaşadıklarıyla… Onlara adlarını dizinde de bulabileceğiniz binden fazla kişi eşlik ediyor.
Kadının cinsiyeti ve cinselliği bugüne kadar hep erkekliğin parametrelerine göre düşünüldü. Dişili bastırmayan, onun çokluğunu bir’e indirgemeyen bir libidinal ekonomi, bir dil, bir toplum neye benzerdi? Fallik iktidarın ekonomisinin buyurduğundan başka bir dişil? Psikanalizin tarif ettiği ve normalleştirdiğinden başka. Dilin anlamsızlığa ve suskunluğa ittiğinden başka. Eril öznenin terse çevrilmiş imgesi olmayan bir başka? Aynı’nın Ötekisi olmaktan kurtulmuş bir Başka.
Kadınların bedenlerinin sömürüsüne dayanan bu toplumsal işleyişi açığa vuracak, kadınların arzularının çokluğunu ifade edecek bir dil nasıl icat edilecek? Kadınların politikayla ilişkisi nasıl olacak? Kuramlarla? Bilimlerle? Kadın olarak nasıl konuşacağız? Hâkim söylemin düzenini bozarak. Erkeğin efendiliğini sorgulayarak. Kadınlar arasında, kadınlarla konuşarak.
Irigaray’ın sorduğu soruların birçok dili, birçok ruhu, birçok sesi var o yüzden. Bir analizin kılı kırk yaran titizliği de var onun metinlerinde, bir kanıtlamanın kendinden eminliği, cesareti de. Söylemin hakikat iddiaları karşısında kendini gülmekten alıkoyamamanın mizahı da var, birbirine dokunurken kendine dokunmanın iç kıpırtısı, sevgisi de. Ve kuşkusuz, yanıtlardan, öğretilenlerden, kullanıla kullanıla eskimiş cümlelerden kurtulmanın özgürlüğü de.
1912 kışında Adriyatik Denizi yakınlarındaki Duino Şatosu’nda misafir olan Rilke, bir sabah, denize inen sarp kayalıklar boyunca dar bir patikayla kalenin eteklerine bağlanan burçlara tırmanırken birden durdu; şiddetli rüzgârın soluğundan türeyen bir ses, âdeta bir melek ona sesleniyordu:
“Kim duyardı haykırsaydım, beni melekler / makamından? Hatta içlerinden biri tutup aniden / alıverseydi beni kalbine, tükenip giderdim onun o / müthiş Özgüvarlığında ben.”
Derhal hep yanında taşıdığı not defterini çıkardı ve sanki dikte ediliyormuşçasına gelen bu dizeleri kaydetti. 1915’in sonlarına doğru Duino Ağıtları’nın üçü bitmişti; ancak I. Dünya Savaşı’nın doğurduğu ruhsal çalkantı, Rilke’nin Ağıtlar’la olan mesaisini kesintiye uğrattı. Ömrünün son yıllarını İsviçre’nin Valais Kantonu’nda geçiren şairin burada, Muzot Şatosu’ndaki çileli inzivası, Şubat 1922’de Duino Ağıtları ve Orpheus’a Soneler’in tamamlanmasıyla taçlandı.
“Şairler Ulusu”nun sesi Türkçede “şimdi” yankılanıyor:
“Geçicilik her yerde derin bir oluşun içine dalar. Bize düşen bu fani dünyayı, acısı ve tutkusuyla içimize olabildiğince derin bir biçimde nakşetmektir; öyle ki cevheri içimizde ‘görünmezce’ yeniden varlığa kavuşabilsin. Ağıtlar, elle tutulur ve görünür güzelim âlemin durmaksızın, evrenin titreşen kürelerine yeni titreşim frekansları ekleyen doğamızın görünmez titreşimlerine ve çalkantılarına dönüştürülmesi çabasıdır.”
The New York Times Magazine, The Guardian gibi dünyanın en prestijli yayınları için yazan, ödüllü yazar Mark O’Connell’dan sıra dışı bir kitap: Kıyamet Notları.
En kötü senaryoların gerçekleştiği bir zamanda yaşıyoruz: İklim acayipleşti. Bir pandemi, küresel topluluğumuzu durma noktasına getirdi. Her yere baktığınızda bir alamet, finali kıyamet olan kurgular görüyoruz. Böylesine kasvetli bir geleceğin gölgesinde insan nasıl yaşayabilir? Mark O'Connell, bu soruya kafa yorarken cevabı bulmak için dünyanın dört bir yanına seyahat ediyor; kâh Güney Dakota'daki sığınakları geziyor kâh medeniyetin çökeceği üzerine bahse giren milyarderlerin gözde kaçış yeri Yeni Zelanda'ya gidiyor. Mars'a yerleşmek isteyenlerle, kıyamet hazırlık yapanlarla, aşırı-sağcı komplo teorisyenleriyle görüşüyor. Ve sonuç, elinizde tuttuğunuz “endişeli şimdiki zaman”ımız ve geleceğimizle yüzleşmek hakkında ilgi çekici, komik ve derin kitabın kendisi oluyor.
“Hem çılgınca komik hem de tuhaf bir şekilde dokunaklı.” –Ed Caesar, The Guardian
“Keyifli... Dünyanın sonuna dair alaycı ve eğlenceli bir tur.” –Financial Times
“Hüzünlü, bilge ve komik bir kitap ve çoğu zaman üçü de bir paragrafta... [O'Connell] zor zamanlarda iyi bir iş çıkarıyor. Bize kara mizahın yanı sıra umut da sunuyor.” –The Daily Telegraph
“İtiraf, siyasi eleştiri, meditasyon ve ölüm karşısında yaşamaya dair komik monologların ürkütücü derecede ileri görüşlü bir karışımı... Bu düşündürücü, komik ve rahatsız edici okuma esnasında O'Connell, doğayla ve birbirimizle bağlantı kurmanın kıyamet korkumuzu yatıştırmanın en iyi yolu olduğunu ve hatta en kötüsünden kaçınma ihtimalimizi artırabileceğini ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor.” –Nature
Nehirler ve Çocuklar – Büyük Menderes Havzasında Yavaş Şiddetin Görünümleri raporu, Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) ve Mekânda Adalet Derneği (MAD) ve) iş birliğiyle gerçekleştirilen Büyük Menderes Havza Çalışması’nın gözlem, değerlendirme ve izlenimlerinden oluşuyor.
Uşak’ın Eşme ilçesindeki Ulubey Kanyonu civarında bulunan altın madeninin yol açtığı sorunları inceleyerek başlayan havza çalışması, Denizli’deki açık linyit madenine ve oradan da Aydın ilindeki jeotermal enerji yatırımlarının sebep olduğu sorunlara uzanıp Büyük Menderes Nehri’nin denize döküldüğü yer olan Söke’de son buluyor.
Rapor akademik yayınlara dayanan bir değerlendirme raporundan ziyade kuraklık, susuzluk, toksik kimyasal madde kirliliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, müştereklerimiz, çocuk sağlığı ve yavaş şiddet gibi çeşitli meseleleri ele alan bir saha günlüğü ya da deneme kitabı olarak da görülebilir.
BAYETAV Ekoloji ve Hayat Bilimleri Araştırmaları Koordinatörü Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık’ın kaleme aldığı raporda, Türkiye’nin en büyük sulak havzası olan Büyük Menderes Havzası’nda, altın madeni, kömür madeni ve jeotermal enerji santrallerinin yol açtığı ekolojik ve toplumsal sorunlar çocuk sağlığı odağında tartışılıyor.
Rapor, havzadaki madencilik ve enerji odaklı faaliyetlerin çevresel ve toplumsal etkilerini, bu projelerden olumsuz etkilenen kesimleri ve yerel çevre mücadelelerini kamu refahını dikkate alan bir perspektiften görünür kılmayı amaçlıyor. Bölge sakinleri, sivil toplum örgütü temsilcileri, hukuki mücadele yürütenler ve uzmanlarla çeşitli görüşmelere de yer verilerek sorunların tartışıldığı kitapta insan dışındaki diğer canlı türlerinin sağlığını da gözeten bir yaklaşım var.
Raporda, havza sınırları içinde en büyük alana sahip olan Aydın, Denizli ve Uşak illerindeki kömür ve altın madenciliğiyle, jeotermal enerji yatırımları odağında yöre sakinlerinin yaşadıkları sorunları kayda geçirmek; yıkımın, mülksüzleştirmenin, kirletmenin ve sadece insanların değil diğer canlıların da yaşam alanlarını daraltmanın, susuz ve nefessiz bırakmanın yol açtığı ve açacağı meselelere dikkat çekmek amaçlanıyor.
Raporda yaşanan sorunlara çözüm olabilecek kamusal politika önerileri de yer alıyor.
Büyük Menderes Havza Çalışması'nın asli amacı yaşanan yıkımdan doğrudan etkilenen, hayatları bir anda altüst olan insanların seslerini duyulur ve günbegün daha çok kayıplara karışan çeşitli canlıları görünür kılmaktı. Havza çalışmasının bir ürünü olan Nehirler ve Çocuklar raporunun çevre adaleti, doğal hayatın korunması, gıda güvencesi ve güvenliğiyle halk sağlığı çalışmalarına özellikle de çocuk sağlığını korumaya yönelik çalışmalara katkı sunacağını umuyoruz.
Yakın dönem Avrupa tarihine ayna tutan Rehin Alınmış Bir Batı, genç Milan Kundera’nın 1967’de Prag Baharı’nın ortasında, Çek yazarlar Birliği’ne verdiği “Edebiyat ve Küçük Uluslar” başlıklı konferans ile 1983 yılında Le Débat dergisi için yazdığı “Rehin Alınmış Bir Batı ya da Orta Avrupa’nın Trajedisi” makalesini bir araya getiriyor.
Kundera, Çekoslovakya ve Ukrayna gibi Orta Avrupa’daki ‘küçük uluslar’ın Batı kültürüyle ilişkilerine odaklanıyor ve kültürel kimliklerinin giderek daha fazla tehdit altında olduğunu savunuyor.
Pierre Boileau ve Thomas Narcejac ikilisinin 1954’te Ölüler Arasından başlığıyla yayımlanan bu klasik kara romanı, gerilim filmlerinin büyük ustası Alfred Hitchcock’un unutulmaz filmi Vertigo’ya esin vermiştir. 1958 tarihli filmin vizyona girmesinin ardından Soğuk Ter başlığıyla yeniden yayımlanan roman, iki yazarın işbirliğinin en dikkate değer örneklerinden biridir. Saplantı, manipülasyon, tamahkârlık ve ahlaki çürümüşlük üzerine yazılmış bu zamansız hikâye, gizemli olay örgüsü ve sarsıcı finaliyle dikkat çeker.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Fransız halkının kaçınılmaz saldırıyı huzursuzlukla beklediği, Tuhaf Savaş olarak adlandırılan dönemde, varsıl işadamı Gévigne, hukuk fakültesinden arkadaşı eski polis Flavières’den karısı Madeleine’i takip etmesini ister. Tuhaf davranan Madeleine, zaman zaman adeta transa geçerek tamamen içine kapanmaktadır. Madeleine’in aynı gizemli hastalıktan mustarip büyük ninesi Pauline Lagerlac’ın intihar etmiş olması Gévigne’i daha da endişelendirmektedir. İstemeden giriştiği bu takip, Flavières’in hayatını kâbusa dönüştürecektir.
Hint asıllı Ralph Singh, kırk yaşına geldiğinde Londra’da bir otel odasına kapanır ve kendisini Karayipler’deki eski bir Britanya sömürgesi olan Isabella Adasından bu odaya sürükleyen hayatını yazmaya başlar. Taklitçiler, kültürel çatışmalar, çelişkiler ve kayboluşların ortasında kimlik bunalımına ve yalnızlığa sürüklenen bir hayatı anlatıyor. Singh’in kaos dolu varoluşuna bir düzen katmak amacıyla kaleme aldığı anılar, iktidarın gerçek yüzünü, samimi vaatlerle iktidarı elde edenlerin emperyalist eğilimlere yenik düşüşünü, bir ülkeyi kendine yeter hale getirmenin karşısındaki iç ve dış engelleri ortaya koyuyor. Nobel ödüllü V.S. Naipaul’un deyimiyle, “Kendisiyle ilgili hiçbir şeye güvenmemeyi öğrenen sömürge insanının, insanlığın koşullarını taklit etmesi hakkında” olan Taklitçiler, 1968’deki ilk yayımlanışından bu yana güncelliğini ve evrenselliğini koruyan bir eser.
“O zamanki karmaşa, o zamanki keder, ihtiras, acılar, pişmanlıklar, bunların hepsi önce basit birer et acısına ve sonra morluğa dönüştü, en sonunda da bedenimin üstünde artık benim daha fazla dikkatimi çekemeden yok olup gittiler. Artık başka türlü, ben bir gün ölecek olsam da benden geriye ölmeyecek bir tarih yarattığımı düşünerek yaşıyordum.”
Vuslat Çamkerten, hayatın hiçbir zaman tek bir renkten ibaret olmadığını hissettiriyor öykülerinde. Her şeyi kapkara veya tam aksine toz pembe gördüğümüz anların, içlerinde zıddını da barındırdığını gösteriyor. Dünyadan umudunu kesmeyen ama ipleri de tamamen onun eline bırakmayan karakterler yaratıyor. Hiç bitmeyen hevesler, duygulardan çok planlar üzerinden yürümeye başlayan aşklar, intikam hissiyle geçen dakikalar, gizli saklı korkular…
Tüfekle Vurulacak Şeyler, kendi sesini bulan öyküler…
Önceki Yazı
"Understanding meyhane"
“Why would a restaurant where the food was just so-so, be so very popular? Years of living in England may have provided me with an answer.”
Sonraki Yazı
Komün varlıkları: Köpekler, kediler…
“Bitkiler sahipsizdir, hayvanlar sahipsizdir, bebekler de sahipsizdir. Bu demektir ki herkese aittirler, herkese seslenirler. Bir bebeğe bakmak için onun anası babası olmak zorunda değiliz. Sahipsiz bir bebek herkeste sorumluluk uyandırır. Bizle birlikte yaşayan, kaderlerini ister istemez bizim kaderimize bağlamış hayvanlar için de durum farklı değildir.”