Ágota Kristóf’un izinde (II):
Büyük Defter’de cinsellik, şiddet, iktidar
“Büyük Defter’de benim kafamı kurcalayan şey bir etik sorunsalından çok, ikizleri ve genişleterek söylersem ölümün kıyısındaki insanları hayatta tutan şeyin ne olduğu, dirayetlerini ve yaşama gücünü neye borçlu oldukları sorusu.”
A Nagy Füzet / Le Grand Cahier (Büyük Defter, János Szász, 2013)
“Zaferden söz eden kim? Tek mesele hayatta kalmak.”
–Rainer Maria Rilke
Büyük Defter bir annenin dokuz yaşındaki ikiz erkek çocuklarını Büyük Şehir’deki, bombardıman ve açlıktan kurtarmak için anneannelerinin yanına getirmeleriyle açılır. Çocuklar ellerinde içinde giyeceklerinin olduğu kutuları ve büyük bir sözlük taşımaktadırlar. Küçük Şehir’de, yabancı bir ülkenin sınırına en yakın evlerden birinde oturan anneanne, ilk kez gördüğü çocukları istemeye istemeye kabul eder ve anne gider.
İkizler çok geçmeden çoktan çivisi çıkmış bir dünyaya düştüklerini anlayacaklardır. Bu dünyada eski dünyalarından getirdikleri hiçbir şeyin hükmü yoktur. Hedef artık yaşamak değil, hayatta kalmaktır. Önce beden gücüyle çalışmayı ve ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenirler. Bahçeyi sularlar, ormandan odun getirirler, balık tutarlar, hayvanları beslerler. Daha sonra ise soğuğu, açlığı, acıyı ve yaşadıkları aşağılanmaları hissetmemek için bedenlerini ve ruhlarını eğitmeye girişirler. Günlerce yemek yemezler, acıyı hissetmeyene kadar birbirlerine vururlar, aşağılanmayı duymayana kadar birbirlerine küfrederler. Neredeyse bir apati halini, bir kayıtsızlık durumunu hedeflerken sözcüklerle de ilişkilerini değiştirirler. Çünkü bu dünyada ne sevgi sözcüklerine ne de insanın insan olduğunu belli edecek duygu ve düşüncelere yer vardır; yani sözcüklere karşı da dayanıklı olmaları gerekir. Tavan arasında oturup cümleleri her türlü duygu, düşünce, muhakeme ve yargıdan arıtıncaya kadar düzelttikleri notları tutarlar. Bu notlar adeta bir zabıt niteliğindedir ve anlarız ki elimizdeki metin, Büyük Defter aslında tutulan bu notlardan ibarettir. Notların anlatıcısı ise hep birinci çoğul şahıs zamiri “biz” ve şimdiki zaman kipinde konuşur.
Hayatı ve sözcükleri kontrol aldıktan sonraki aşama ise “adaleti” tesis etmektir. İşe önce pedofil papazdan başlarlar ve şantaj yaparak istismar ettiği kıza ve annesine para yardımı yapmasını sağlarlar. Ama cezalandırması gerektiğine inandıkları insanlara ağır fiziksel zararlar vermekten de uzak durmazlar. Papazın hizmetçisi, şehirden geçirilerek toplama kamplarına gönderilen Yahudilerden birine önce bir ekmek parçası uzatıp sonra da alay ederek kendi yediği için bir sobadaki bir patlamayla ağır yaralanır.
Savaşın bitimine doğru, Sovyet ordusu ilerlerken anne yabancı bir subay ve yeni doğmuş kız kardeşleriyle ikizleri almaya gelir. İkizler gitmek istemezler ve bu tartışma esnasında anneyle bebeği bahçeye düşen bir havan topuyla ölürler. Bir süre sonra birdenbire ortaya çıkan ve yine hemen kaybolacak babalarının isteği üzerine ikizler anne ve kız kardeşlerinin evin bahçesindeki mezarını açar. Baba gidince de anne ve kız kardeşin iskeletlerini tavan arasına taşırlar, temizlerler ve bir yere asarlar.
Bir süre sonra gerçekten de şehirdeki yabancı askerlerin yerini başka yabancı askerler alır. Küçük Şehir yine bir sınır şehri olarak sıkı denetim altındadır. Yönetim değişir. İkizler bu arada ölmek isteyen anneannelerine ve komşularına zehir kullanarak ve yangın çıkararak “ötenazi” yardımı yapmışlardır. Beş yılın ardından ikizler için geçmeleri gereken tek bir sınav kalmıştır: Ayrılmak. İkizlerden birisi, yine birdenbire ortaya çıkan ve sınırdan geçmek için kendilerinden yardım isteyen babalarının mayınla parçalanan vücuduna basarak sınırı geçer. Böylece babalarını da öldürmüşlerdir. Ágota Kristóf’un küçük kardeşi Attila Kristóf bir yazısında bu olaya “Ágota babamızı ölüme mahkûm etti” yorumuyla not düşer. Attila belki de babalarının unutmak istedikleri geçmişine gönderme yapmaktadır.
Büyük Defter üzerine notlar
Büyük Defter hakkında ek yorumlara geçmeden önce Türkçe baskıdaki iki çeviri problemine değinmek isterim. Bunları problem olarak anmamın nedeni anlamsız bir titizlik gösterisi değil, bu noktaların eserin anlaşılması ve yorumlanması sürecini etkilemesidir.
1. İngilizce ve Almanca metinlerde yer alan bir paragrafın Türkçe metinde hiç yer almaması: Türkçe metnin “Banyo” bölümünde (s. 66) ikizleri küvette yıkayan hizmetçi bu esnada çocukları öper ve okşar. Ancak İngilizce metinde hizmetçi çocukları sadece sevgi dolu sözcüklerle öpüp okşamakla kalmaz, ardından onlara açık şekilde cinsel saldırıda bulunur, çocukları istismar eder. Bu paragraf Türkçe metinde yer almamaktadır. Bu eksiklik metni yorumlamada iki sorun yaratır. İlki ikizlere karşılıksız yardım eden tek kişi gibi görünen hizmetçinin de aslında diğer yetişkinler gibi onları istismar etmiş olması. İkincisi ise ikizlerin hizmetçiyi acımasızca yaralamalarında bu olayın katkısının da olabileceğinin ya da bu istismarın onların eylemlerini kolaylaştırdığı fikrinin okura ulaşmaması.
2. Büyük Defter’in açılışında anne ve anneanne arasında şöyle bir konuşma geçer:
Anneanne: “Demek beni hatırladın. On yıldır hatırlamıyordun…”
İkizlerin annesi: “Sebebini gayet iyi biliyorsunuz. Babamı severdim ben.”
Annenin sözleri Almanca metinde ise şu şekildedir:
“Sebebini gayet iyi biliyorsunuz. Ben, ben babamı sevdim.”
Romanın İngilizce baskısı ise cümleyi‚ I loved my father (“babamı sevdim”) olarak verirken “loved” sözcüğünü italik yazarak vurgulamaktadır.
Konuşma devam eder:
Anne: Bunlar sizin torunlarınız.
Anneanne: … Torunlarım mı? Kaç tane?
Anne: İki. İki erkek çocuk. İkizler.
Anneanne: Diğerlerini ne yaptın? Boğdun mu?
“Babamı severdim ben” cümlesi ile “Ben, ben babamı sevdim” cümlesi arasındaki anlam farkı çok açık olsa da: Çevirmen “sevdim” yerine “severdim” sözcüğünü seçerek doğal bir baba sevgisi varsayımını aktarıyor. Bu, çevirinin sadece bir dil çevirisi olmayıp, aynı zamanda bir nevi kültür çevirisi de olduğu düşünüldüğünde genel olarak geçerli bir tutum. Ancak bu tutumun doğruluğu metnin bütününe, bağlamına göre değişebilir ki, bu metinde de böyle olduğunu düşünüyorum.
Almanca baskı “Ben, ben babamı sevdim/sevmiştim” şeklinde çevrilmiştir. “Ben, ben” tekrarı annenin söyleyeceği şeyi ifade ederken tereddüt ettiğini gösterir. Kısacası Türkçe çevirinin tersine, hem İngilizce hem de Almanca çeviride bu basit cümlede üzerinde durulması gereken bir aykırılık olduğunu sezeriz. Daha sonraki sayfalarda ise anneannenin kocasını zehirlediğini öğreniriz. Ancak bunun nedeni metinde açıklanmaz. Yukarıdaki diyaloga ve çeviri problemine ikinci kitabı konuşurken tekrar dönmek üzere bir çentik atalım ve devam edelim.
Romanın daha en başında görece nadir görülen bir olguyla, bir ikizlik olgusuyla karşılaşmamız, metni de daha en başından itibaren bu olguya dair önceden oluşmuş duygularımız, düşüncelerimiz, önyargılarımız ve hatta batıl inançlarımız eşliğinde okumamıza yol açar. Sanırım ikizlik olgusunun ilk elde söylenebilecek en çekici yanı, bunun çoğu insan için erişilmesi, deneyimlenmesi kesinkes mümkün olmayan bir durumu yansıtmasıdır. Bir yandan ikizler arasında var olduğuna inanılan o görünmez bağın varlığı bizi büyüler ve bu mükemmel bağı hiç tadamayacağımızı düşünürüz, öte yandan ise kendimizin bir eşi olan bir başkasının varlığı ihtimali tuhaf ve tanımsız bir duygudur. Bu yüzden daha Büyük Defter’e adım atar atmaz, tam olarak içimizde hissedemeyeceğimiz, bir bölümü bizim için hep karanlıkta kalacak bir hikâyeye adım attığımızın da farkındayızdır. Bu nedenle hikâyenin geleneksel anlatıcı tekniğinin dışına çıkarak “biz” zamiriyle aktarılması ve bu yolla simbiyotik bir ilişkiyi işaret etmesi, durumu uzun boylu sorgulama ihtiyacını bertaraf ederken aynı zamanda da bir dayanışma fikri uyandırarak bizi yatıştırır, çünkü aktarılan vahşet tek başına değil, “biz” olarak yaşanmaktadır. Metinde kullanılan duygulardan arındırılmış, indirgenmiş ve çıplak dilin sarsıcı bir etki yaratması ise ilk bakışta bir paradoks gibi görünebilir, ama dilin tam da bu özellikleri anlatımı sınırlandırmak yerine aktarılan vahşetin “objektif” olarak gözlemlendiği izlenimini verir. Hemen hemen bütün akışta kullanılan şimdiki zaman kipi ise her şeyin şu anda ve gözümüzün önünde cereyan ettiği hissini yoğunlaştırarak metnin etkisini artırır.
Metinde zaman ve mekân belirsizdir. Bu belirsizlik zihinsel olarak bir evrensellik fikrinin ipucu olarak görünse de, sonuç olarak daha en baştan itibaren kendimizi bir boşluğa fırlatılmış gibi hissederiz. Bu his, bu yabancılaşma hissi, ama aynı zamanda bu hissin olanlara doğrudan tanıklık ettiğimiz izlenimiyle çelişkisi, bütün metin boyunca gerek karakterlerin kimliğinde gerekse kurguda beslenir. Ve böylece tam bir dala tutunduğunu düşünen okur aslında tutunacak hiçbir dalı olmadığını eninde sonunda kavrar. Buna örneğin Slavoj Žižek’in ikizlerin geliştirdiğini öne sürdüğü ve “saf, naif etik” olarak adlandırdığı etik de dahildir. Çünkü ikizlerin kurdukları dünyada tek bir ana kural vardır: Hayatta kalmak. Annelerinin onları anneanneye bırakırken söylediği gibi, “savaştan canlı çıkmak”. Bunu tehdit eden hiçbir şeyin onların dünyasında yaşama hakkı yoktur. Ve bütün bu çabanın içinde, her şeye rağmen “öğrenimlerini” sürdürürler. Bunun kaynağı ise yanlarında taşıdıkları sözlüğün sahibi babadır. Annenin sevgi sözcüklerine kayıtsız kalmayı öğrenmek isterler ama o sözlük hayatlarında varlığını hep sürdürür.
Ancak unutulmamalı, ikizlerin duyguları da dahil her türlü öznel yorumu silebildikleri yer zihinleri değil, sadece bunların defterdeki temsilidir. Deftere yazdıklarını gözlemlenebilir nesnel gerçekliğe eriştiklerine inanıncaya kadar ısrarla düzeltmeleri de bunun işaretidir. Annelerini tavan arasında asılı bir iskelete dönüştüren savaş, yazıyı da bir iskelet haline getirir. Aslolan ise deftere yazılmayan ya da silinen o cümleleri de okuyabilmek ya da ifade edilemeyeni hissetmektir.
Anneye ait ve kayıtsız kalmayı öğrenmek istedikleri “canlarım” gibi sözcüklerin arasında iki cümle dikkat çekicidir: “Sizi hiç terk etmeyeceğim” ve “Yalnızca sizi seveceğim”. Oysa anne sözünü tutmamış, ikizleri bırakıp gitmiştir ve üstelik nihayet döndüğünde de bir zamanlar “yalnızca” onları seveceğini söyleyen annenin kollarında bir başkası, yeni doğmuş bir kız kardeş vardır; anne sözünü tutmamıştır. Yanındaki işgal ordusuna mensup yabancı subay annenin bu ihanetini iyice pekiştirir. Baba cepheden ilk kez döndüğünde ise ikizler ona annenin öldüğünü kanıtlamak için annenin bahçedeki mezarını gösterirler. Fakat baba hâlâ ısrarla “ölüleri istedikleri yere gömemeyeceklerini” söyler. Bu sözler ilk elde duyduğu acıya katlanamayan babanın kendini nasıl çaresiz hissettiğinin ve ölüm gerçeğinden bir kaçış yolu aradığının işaretidir ama aynı zamanda onun aile içindeki entelektüel işlevini ve kural koyucu rolünü de vurgular. İkizler baba gittikten sonra anne ve bebeğin iskeletlerini tavan arasına götürüp oraya asarlar. İkizler bir otorite olarak babalarının sözünü dikkate almış ve mezarı bahçeden kaldırmışlardır. Bu davranışın diğer bir anlamı ise anneyi ihanetinden ötürü sembolik olarak idam etmeleridir, ama bu aynı zamanda onu hayat boyu yanlarında tutmak istemeleri anlamına da gelir. Tabii ek olarak Kristóf’un, Fransızcada bir sırrı olanlar için kullanılan “dolapta iskelet” (squelette dans le placard) deyimiyle oynaması da ihtimal dahilindedir.
Bu noktada, babaya itaati göz önüne alarak tekrar Žižek’in ikizlerin naif etiği yorumuna dönersek:
Daha önce belirttiğim gibi, ikizlerin bütün davranışları hayatta kalmak üzerine kuruludur. Aynı zamanda sadece ve sadece, eğer kendi hayatlarına bir zarar gelmeyecekse, hayatta kalmak isteyen insanların hayatlarını tehdit eden, o insanların hayatta kalmalarını önleyen diğer insanlara karşı olmak gibi bir tavırları da vardır. Ancak bu tavır da babalarını gayet soğukkanlı bir biçimde ölüme yollamalarıyla rafa kalkar. Bu durumda sanırım “en saf” haliyle de olsa bir etik sorunsalından söz edemeyiz, çünkü başta “öldürmeyeceksin” diyen kutsal kitabın yazdıkları dahil olmak üzere, verili herhangi bir ahlak kuralının tutunamadığı ve tek belirleyicinin bütün canlıların ortak içgüdüsü olan hayatta kalma içgüdüsü olduğu bir durumda bir etik söylemi de kategori dışıdır. Zaten Kristóf’un göstermek istediği de budur.
Yine Žižek’in etik kategoride değerlendirdiği bir başka olgu, ikizlerin kendilerinden ölmek için bile olsa yardım isteyenlere onları öldürerek yardım etmeleridir. Bu tavırlarını yukarıda sözünü ettiğim “mümkünse hayatta kalmanın dokunulmazlığı” ilkesiyle birleştirince varabileceğimiz tek sonuç, ikizlerin içlerinde eski hayatlarından geriye kalan tek tük seslere hâlâ kulak vermeleridir: “Savaştan canlı çıkmalısınız, yardım isteyene yardım etmelisiniz, kötüler cezalarını bulurlar.”
Büyük Defter’i düşündüğüm zaman benim kafamı kurcalayan şey bir etik sorunsalından çok, ikizleri ve genişleterek söylersem ölümün kıyısındaki insanları hayatta tutan şeyin ne olduğu, dirayetlerini ve yaşama gücünü neye borçlu oldukları sorusu. Bu hayatta kalma arzusuyla en uyumlu bulduğum kavram Spinoza’nın “conatus” kavramıdır. Conatus var olan her canlıya içkin olan varoluşunu sürdürme, varlığını koruma çabasıdır. Ya da Schopenhauer’un irade kavramını işin içine sokabiliriz, belki Freud’un eros’u ile de devam edebiliriz. Ama adını ne koyarsak koyalım, Kristóf’un “insanlık dışı” olarak niteleneni insana dahil etme çabasını görmezden gelemeyiz. İnsanın uç koşullarda belirgin olarak ortaya çıkan karanlık yüzü, insan ruhunun ikili yapısı ve iyi kadar kötüyü de öğrenmeye muktedir olduğu savları Ágota Kristóf’un temel savları gibi görünmektedir. Ama bunların da ötesinde, Kristóf’un derdi insan doğasını ve kültürel bir varlık olarak insanın varlığını sorgulamaktır. Ve bunu yaparken kurguladığı karakterlerde cinsellik öne çıkar.
Büyük Defter’in ana kadrosundaki bazı karakterlerde cinsel arzular sapkınlık düzeyindedir. Örneğin bekâret yemini etmiş olması lazım gelen rahip pedofil, yabancı subay pedofil ve mazoşist, hizmetçi pedofil, Tavşandudak ise zoofildir. İkizlerde ise her şeyi kontrol altında tutma arzusu neredeyse voyerizmin bir tezahürü olarak gelişir. İkizler, yabancı subayın emir eriyle papazın hizmetçisinin, subayla sevgilisinin ve evde sakladıkları Yahudi genç kızla sevgilisinin cinsel ilişkilerine tanık olurlar. Bu aykırı cinsel karakteristiklere ve eyleme görece yoğun vurgu, temelde şiddet ve saldırganlık demek olan savaş koşullarıyla birlikte ele alındığında ilk bakışta Freud’un dürtü teorisinin hayat pratiklerini akla getirir.
Freud tartışmalı dürtü teorisinde insan doğasına içkin iki temel dürtünün, yani yaşam ve ölüm dürtüsünün varlığını öne sürer. Hayatta kalmak ve cinsellik eros olarak anılan yaşam dürtüsünün hesabına yazılırken, saldırganlık ölüm dürtüsünün bir yansıması olarak ortaya çıkar. Kristóf’un neredeyse sadece dürtüleriyle resmedilmiş karakterleri, Fransızcada “küçük ölüm” olarak adlandırılan orgazm yoluyla ölümün gözüne bakıyor gibidirler. Bu durumu varoluşçu psikanalizin temsilcilerinden Rollo May’in sözlerini biraz esneterek yorumlarsak:
Cinsellik saplantısı, çağdaş insanın ölüm korkusunu örtmeye yardım eder. Seks saplantımızın üstesinden gelebilseydik neyi görmek zorunda kalırdık? Ölmek zorunda olduğumuzu. Etrafımızdaki seks yaygarası, kapıda bekleyen ölümün varlığını bastırır.
Büyük Defter’de cinsellik, iktidar ve şiddet bir aradadır. Bu nedenle ikizlere ya da Tavşandudak’a yaşatılanlar sadece cinsel saldırı değil, bir iktidar/güç aracı olarak cinselleştirilmiş şiddettir. Örneğin hizmetçinin ikizlere davranışıyla Yahudi mahkûma davranışı arasında su götürmez bir paralellik vardır. Hizmetçi çocukları yıkayıp temizlerken onları istismar eder ve sonra onlara ekmek verir. Sokaktaki Yahudiye de merhamet gösterir gibi ekmek verir ve sonra çekip kendisi yer. İki eylemde de şiddet vardır. Ama tabii ki Tavşandudak’ın ölümüyle sonuçlanan şiddet bundan farklıdır, çünkü savaşta bir silah olarak kullanılan cinselleştirilmiş şiddet tekil değil, örgütlü bir şiddettir, bir silahtır ve ataerkil düzenin ayrılmaz bir baskı aracı olan “kadının namusu’nu” yok ederek erkeği ya da bütün ülkenin namusunu yok etmeyi hedefler.
Bu bağlamda Büyük Defter’de aktarılan iki durumun zihnimde özellikle bir soru işareti oluşturduğunu belirtmek isterim. Yabancı subayın eşcinselliği ve Tavşandudak’ın ölme biçiminin aktarılışı.
Yabancı subay bir Nazi subayıdır ve ülkede iktidarı temsil eder. İkizler onun dikkatini birbirlerine kemerle vurmak ya da hiç kıpırdamamak gibi dayanıklılık alıştırmaları yaparken çekmiş ve bu “eğitim” subayda bir hayranlık duygusu uyandırmıştır, çünkü o bu eğitimde kendi faşist ideolojisinin ve örgütlenme biçiminin özelliklerini görür. Hitler Gençlik Örgütlenmesi’ne giriş yaşı on yaştır ve orada da çocuklar küçük yaşta “askerî alıştırmalara” tabi tutulurlar, bu eğitimin temel amacı disiplin ve itaattir. İkizler işte kendi kendilerine bu eğitimi keşfetmişlerdir. Üstelik sarı saçları ve açık tenleriyle de “ari ırka” mensupturlar. Bu özellikler subayda ikizlere karşı bir koruma duygusu yaratır ama bu onları, onun pedofil ve mazoşist eğilimlerinden kurtarmaya yetmez. Bu subay aynı zamanda müzik dinler, bir eşcinseldir ve kaybettiği aşkın acısını çekmektedir. Bu onun “insani” tarafıdır. Kristóf ihtimaldir ki yine insan ruhunun çelişkili yönlerini vurgulamak istemektedir ve bu gerçekçidir. Çünkü subay toplama kamplarında Yahudi tutsaklara konser verdirip hayranlıkla müzik dinleyen ya da Yahudi çocukları gaz odasına gönderirken az ilerideki evinde kendi çocuklarıyla Noel’i kutlayan “iyi aile babası” Nazi subaylarından farklı değildir. O zaman ikizlerin erkek olduğu gerçeğiyle aynı çerçevede yer alan bu eşcinsellik ayrıntısının hizmet ettiği tek nokta kurguda bir pedofil daha yaratma gereksinmesidir ki, bence bu hikâyeyi kurgusal olarak zayıflatır, çünkü sadece verili bütün iktidar odaklarının istismar eğiliminde olduğunu kabul eden bir kurguya uyum sağlaması için yaratılmış gibidir.
Tavşandudak savaşın son günlerinde on iki-on üç askerin toplu “tecavüzünden” sonra ölür. İkizler onu bulduğunda o çoktan ölmüştür ve yüzünde “sonsuz bir gülümseme” vardır. Annesi askerleri Tavşandudak’ın kendisinin çağırdığını ve durmadan “ne kadar mutluyum” diye bağırdığını söyler. Metinde sadece Tavşandudak’tan değil, diğer “ırzına geçilen kadınların çığlıklarından” da söz edilir. Bunun tek bir cümleyle aktarılmasının Ágota Kristóf özelinde bir geçiştirme değil de, bir stil meselesi olduğu ve bu yolla İkinci Dünya Savaşı esnasında cinsel saldırıya uğrayan milyonlarca kadını ifade ettiği düşünülebilir. Ancak yine de hayatın kendisinin ve daha özelde de savaşın başlı başına travmatik bir deneyim olarak aktarıldığı bir metnin yazarının neden özellikle Tavşandudak’ın “sonsuz gülümsemesinden” söz ettiği, niye bunu ayrıştırarak yazmış olabileceği hakkında uzun uzun düşündüm. Beni buna iten, birçok araştırmanın cinsel saldırıya uğrayan bir kadının kendisini savunamayarak donup kalmasının, istemsiz felç geçirmesinin sıkça ortaya çıkan bir tepki olduğunu göstermesiydi. Elbette bu noktada hemen hatırlamamız gereken, ikizlerin defterlerine sadece ve sadece görünen gerçekleri yazma ilkesidir. Bu tavır belki de Tavşandudak’ın donup kalmış “sonsuz gülümsemesini” açıklayabilir. Ve yine metnin kurgusal gerçekliğinde kalarak, bütün değerler sisteminin çöktüğü bir dünyada “beni sadece hayvanlar seviyor” diyerek ağlayan Tavşandudak’ın ne pahasına olursa olsun elde edilen bir cinsellikte sevgi aramasının trajedisinin ifade edildiğini de düşünebiliriz. Üçüncü ya da bunları tamamlayıcı nitelikte bir yaklaşım olarak da toplumun ve hukukun el ele verip kadına “kışkırtıcı” rolünü atfederek suçu erkek lehine meşrulaştırma çabasının bir parodisinin kurulduğunu var sayabiliriz. Son yıllarda bu konuda bir parça yol alındığını bilsek de, romanın kırk yıl önce, daha İsviçre’de evlilik içi tecavüzün suç bile sayılmadığı ve Batı ülkelerinde “kışkırtan kadın” söylemi tartışmalarının somutlaştığı yıllarda yazıldığını hatırlayalım. Örneğin 1988 yapımı ve Jodie Foster’ın başrolünde oynadığı Sanık, 1983 yılında ABD’de geçen gerçek bir olay üzerine kuruludur. Sanık filmi bir barda, birçok insanın gözleri önünde ve hatta destekleriyle üç erkeğin cinsel saldırısına uğrayan Cheryl Araujo’nun her şey bu kadar ayan beyan ortadayken bile erkek egemen sistem tarafından nasıl “kışkırtan” rolüne itildiğini ve suçluların ceza alması için nasıl zorlu bir mücadele vermek zorunda kaldığını anlatır. Bütün bunları göz önüne alarak Kristóf’un da askerleri kışkırtan ve “mutluluk içinde” ölen Tavşandudak tasviriyle bir kurbandan bir suçlu yaratan söylemin absürdlüğüne işaret ettiği sonucuna varabiliriz. Ancak Ágota Kristóf (AG) ile 1998 yılında Riccardo Benedettini (RB) tarafından yapılan bir söyleşinin bu tür bir yorumu rahatlıkla “aşırı yorum” köşesine yolladığını söyleyebilirim. Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
RB: Büyük Defter’deki Tavşandudak karakteri de beni çok etkiledi. Tavşandudak tanıdığınız bir kişiyi mi temel alıyor, yoksa bütünüyle kurgu mu?
AK: Ah, hayır, o gerçekten vardı. Kőszegli bir kadındı. Onu nasıl yazacağımı bilemiyordum, zaten en kötüsü de buydu. (Kadının) burnu bile kalmamıştı. Düşüp burnunu kırmış, iyileşmeyince de burnu düşmüştü. Köydeki bütün erkeklerle yatmıştı. İki tane muhteşem çocuğu vardı, iki ya da üç, tam hatırlamıyorum, ama gerçekten çok güzellerdi. Kardeşim de (Attila Kristóf) ondan söz ettiği bir kitap yazdı. Aynı dönemde geçen ama çok farklı bir kitap. Bir suikast hakkında yazdı. Benim hangi romanımda bir suikast var?
RB: Tekrar Tavşandudak karakterine dönersek: Sanırım onun ölümünün çelişkili de olsa (paradoksal) mutlu bir ölüm olduğunu varsayabiliriz. Siz ne düşünüyorsunuz?
AK: Tavşandudak’ın ölümü, evet, mutlu bir ölüm.
Saklamayayım, gönül isterdi ki yazar bu noktada bir istisna yapıp, bu konu hakkında bir iki cümle daha etsin. “İstisna” diyorum, çünkü Eric Bergkraut’un Ágota Kristóf’a İsviçre’den başlayıp, Köszeg’de biten bir yolculuk boyunca eşlik ettiği belgesel filmi Kontinent K.’yı dışarıda tutarsak, Kristóf’un aşağı yukarı bütün söyleşilerinde bu tür kısa cevaplar verdiğini gözlemleyebiliriz. İlk bakışta geliştirdiği edebiyat diliyle de tutarlı bir tavır içinde olduğu söylenebilir ama gerçekten de ilk bakışta söylenebilecek bir şey olur bu. Çünkü Kristóf’un “minimalist” dili ve mekanik anlatımı sadece kısa ve öz cümleler kurması demek değildir. Bu temel cümleler aynı zamanda bir saati inatla ve saniyesi saniyesine kuran bir hassasiyeti de yansıtır. Ama sadece kurulmuş cümlelerdeki hassasiyet ve kesinlik değildir bu. Bir cümlenin metindeki varlığı da aynı hassasiyetle sorgulanmıştır. Örneğin hizmetçinin yaralandığı patlamayı okura ikizler anlatmazlar. Okur bu olayı ancak polisin ikizleri sorgulaması esnasında öğrenir. Kristóf’un bu şekilde ekonomik ve kısa vuruşlarla ilerlerken aynı zamanda gerilimi artırması, diyalogların anlatımının önemli bir parçası olması kuşkusuz Büyük Defter öncesi deneyim kazandığı oyun yazarlığı döneminin meyveleridir ve alametifarikasıdır, ama yine de “keşke bazen daha uzun konuşsaydı” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
EDİTÖRÜN NOTU:
Dizi yazının ilk bölümü için bkz. “Ágota Kristóf’un izinde (I): Sürgünde bir hayat”, K24
KAYNAKLAR
- Ágota Kristóf, Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2023 (6. baskı)
- Ágota Kristóf, Okumaz Yazmaz, çev. Feyza Zaim, İstanbul, Can Yayınları, 2023
- Lee Ki-Ho, Özür Dileriz, çev. Mehmet Ölçer, İstanbul, Othello Kitap, 2022
- Roland Koberg, “Profane Wallfahrten: Auf den Spuren der Romane von Ágota Kristóf”, die Zeit, 30 Ağustos 1996
- Verena Auffermann, Julia Encke, Ursula März, Elke Schmitter, Gunhild Kübler, 100 Autorinnen in Porträts, Piper, 2021
- Andrea Lepold, “Túllépni apánkon, Elindultam szép hazámból” (“Güzel Ülkemi Terk Ettim - Ágota Kristóf Anısına”), Ibolya Czetter, Szombathely, 2016
- Eric Bergkraut belgeseli, Kontinent K. ,1998
- Dóra Szekeres, Interview, 2011 (https://hlo.hu/interview/Ágota.html)
- Riccardo Benedettini, A Conversation with Ágota Kristóf, 1999
- Slavoj Žižek, “Ágota Kristóf’s The Notebook awoke in me a cold and cruel passion”, The Guardian, 2013
Önceki Yazı
Komün varlıkları: Köpekler, kediler…
“Bitkiler sahipsizdir, hayvanlar sahipsizdir, bebekler de sahipsizdir. Bu demektir ki herkese aittirler, herkese seslenirler. Bir bebeğe bakmak için onun anası babası olmak zorunda değiliz. Sahipsiz bir bebek herkeste sorumluluk uyandırır. Bizle birlikte yaşayan, kaderlerini ister istemez bizim kaderimize bağlamış hayvanlar için de durum farklı değildir.”
Sonraki Yazı
Şavkar Altınel ve Orhan Pamuk:
Şairlerden kurtulabileceğinizi sanmayın
“Şavkar Altınel şiiri, Türk şiirinde örneği olmayan ölçüde dünyaya açık ve 'dünyalı'. Umberto Eco’nun muhayyel bir İtalyan aforizmacıya atfettiği 'büyük bir Bulgar şairi olunamayacağı' yönünde, dil üzerinden gelişen yargısını da kıran bir şiir bu.”