Ágota Kristóf’un izinde (I):
Sürgünde bir hayat
“Kristóf’un Üçleme’si baştan planlanarak ve kurgulanarak yazılmış değildir. Yazar Büyük Defter’in ardından romanın ikiz kahramanlarının zihnini meşgul etmeye devam ettiklerini, kendisini bir türlü rahat bırakmadıklarını ve bu yüzden ikinci ve üçüncü kitabı yazdığını söyler.”
Ágota Kristóf, 1991. Fotoğraf: Ulf Andersen
Ekim 1988. İnsan kaçakçıları tarafından İsviçre sınırı yakınlarında bırakılan Maraşlı bir ailenin on yaşındaki çocuğu, aile dağları aşarak sınırı geçmeye çalışırken babasının kollarında donarak ölür. Bu trajedi bütün İsviçre gazetelerinde, radyo ve televizyonda ilk haber olarak duyurulur. Artık otuz iki yıldır İsviçre’de yaşayan yazar Ágota Kristóf da bu haberi okur ve önce, kendi deyimiyle “tıpkı herhangi bir İsviçreli gibi” insanların çocuklarıyla birlikte böyle bir işe kalkışmalarının ne kadar sorumsuzca bir davranış olduğunu düşünür. Ancak birkaç saniye geçmeden irkilir. Çünkü kendisi de otuz iki yıl önce, soğuk bir kasım gecesi, üstelik yanında henüz dört aylık bir bebekle tıpkı bu aile gibi bir bilinmeyene doğru yola çıkmıştır. Birkaç kişilik grup ormanı yürüyerek geçmiş ve sınıra doğru yaklaştıklarında bir köprünün üzerinden açılan ateşten yere yatarak kurtulmuşlardır. Kristóf o tarihte yirmi bir yaşındadır, eşinin kucağında dört aylık kızları vardır. Onun elinde ise iki büyük çanta. Birinde bebek bezleri, diğerinde ise sözlükler. Tıpkı karşımıza ilk kez, kollarında güç bela taşıdıkları ağır bir sözlükle çıkan Büyük Defter’in ikizleri gibi.
Size de olur mu bilmiyorum ama ilk kez okuduğum ve etkilendiğim bir yazarın daha birkaç yıl önce bu dünyadan göçüp gitmiş olduğunu öğrenirsem benim içimi adını pek koyamadığım bir duygu kaplar. Bir burukluk mu desem, bir geç kalmışlık duygusu mu? Yoksa suçluluk mu? Her koşulda okuyup, beğenip, hatta bir gönül bağı kurabileceğinizi sezdiğiniz bir yazarla aynı dünyada, aynı anda nefes aldığınızı fark edememiş olmanın ve açık soruların artık ilelebet açık kalacağının bilincidir belki de bunun nedeni.
Beş-altı yıl önce Üçleme’yi ilk kez okuduğumda, Ágota Kristóf hakkında da böyle hissetmiştim, çünkü hem teknik hem de duygu olarak eserden etkilenmiş ama yazara çıkan kapıyı araladığımı sandığım her anda o kapının biraz sertçe yüzüme kapandığını hissetmiştim. Ancak o günlerde vaktim çok azdı, hakkında yazılanlara şöyle bir göz atıp birbirini tekrar eden metinlerden yılmış, elbette sürgün ve göçmen edebiyatı kapsamındaki değerlendirmelere pek kayıtsız kalmamış ama yine de bunların onu anlamaya yetmeyeceğini sezmiştim. Örneğin yazarın sürekli karşımıza çıkarttığı kestane ağaçlarını ne yapacaktım? Bu kadar itinayla yazan ve bir o kadar da itinayla susan bir metne gözle görülür hiçbir bir katkısı olmayan ama ısrarla yoluma çıkan kestane ağaçlarını ne yapacaktım? Fakat dediğim gibi, o günlerde vaktim gerçekten azdı ve meseleyi istemeye istemeye de olsa arka planda demlenmeye bıraktım.
Kristóf’a tekrar dönüşüm ise beklemediğim bir vesileyle oldu. Hiç aklımda yokken arkadaşlarımın tavsiyesi ile Lee Ki-Ho’nun Özür Dileriz adlı kısa romanını okudum. Daha ilk sayfalarda belirgin olan sade, dolaysız anlatım ve sanki ortadaki vahşete elim kolum bağlı olarak bir köşeden tanıklık ediyormuşum hissi çok tanıdıktı. Ancak yazarın kendi notunu görene kadar bunun Ágota Kristóf’tan etkilenerek yazılmış bir metin olduğunu anlamamıştım. Bunun beni kendim hakkında orta çaplı bir hayal kırıklığına uğrattığını itiraf etmeliyim. İşte belki biraz da bunun etkisiyle birkaç yıl önce açık kalmış hesabı kapatmaya karar verdim. Şunu da içtenlikle eklemek isterim: Eğer Üçleme’yi okumadıysanız lütfen bu yazıyı okumaya devam etmeyin. Çünkü bence Kristóf’un dünyasına önce yalnız girmeli, orada el yordamıyla dolaşmalı ve dünyanızı tek başına kurmalısınız ki, edebiyatın insanı meraklandıran, derin düşüncelere sevk eden o eşsiz zevkinden kendinizi mahrum etmeyesiniz.
Ágota Kristóf’un yukarıda sözünü ettiğim tehlikeli yolculuğu birkaç hafta sonra İsviçre’nin Neuchâtel kentinde “mutlu sona” ulaşır, ancak bu ülkesinden ayrılmak zorunda kalan birçok sürgün için olduğu gibi, onun için de yıllar sürecek ya da hiç bitmeyecek huzursuz bir yolculuğun başlangıcı demektir. Çünkü bir sürgün nerede hangi düzeni kurarsa kursun, artık her yerde seferidir. Bu duygu, ilk zamanlarda baskın olan temel gereksinimlerin karşılanması ve bunun sürekliliğinin sağlanması aciliyetinin gölgesinde kendisini ilk anda göstermese de hep pusudadır. Kristóf da başlarda böyle yol alır. Sabah kalkar, dört aylık bebeğini kreşe bırakır, bir otobüse biner ve kırk dakika sonra bir saat fabrikasının önünde iner, içeri girer, gri önlüğü giyer ve başlar: Bir delik, sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha. Tekrar. Bir tane daha… Sonra on, yüz, bin… On bin? Fabrikadaki bütün işi bir delik açmaktır. Beş yıl boyunca her gün ne işe yaradığını tam olarak bilmediği ama ücretinin kaç tane açtığına bağlı olarak değiştiği bu delikleri açar. Akşam eve döndüğünde ise işi evde, mutfakta devam eder. Kendisine gerçekten ayırabildiği tek zaman dilimi, gündüz çalışırken zihninde yazdığı şiirleri yazıya döktüğü gece saatlerdir.
Hayatın bu kadar sıkı bir gündelik rutin olarak düzenlenmesi ve bu rutine dahil edilen yazma edimi Kristóf’un ana kahramanlarının da ortak özelliği, adeta hayatta kalma stratejilerinin bir parçasıdır. Örneğin İkizler, Lucas ve Claus büyük deftere yazarlar; ikizlerin babası gazetecidir; Lucas’ın evlat edindiği oğlu Mathias günlük tutar; hatta kitabevi sahibi Victor’a göre zaten bu dünyaya herkes bir kitap yazmak için gelmiştir. İkizler büyüdüklerinde ise artık karşımıza bir yazar ve bir şair olarak çıkarlar.
Üçleme’nin kahramanları arasında elbette yazmayanlar da vardır, ama onlar için de kitaplar hayatlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Örneğin Peter kitabevini üstlenir, Clara ise kütüphanecidir. Ve hepsinin hayatının ortak merkezi Üçleme’de adı K. ya da “Küçük Şehir” olarak anılan Köszeg’tir. Köszeg, İsviçre’ye gidene kadar Kristóf’un da hayatının merkezidir. Bu otobiyografik öğeler Üçleme’de bazen belli belirsiz bazen de herkesin bildiği bir sırrı saklar gibi belirgindir. Kimi zaman ise kestane ağaçları olarak metnin içinden geriye sadece hafif bir esinti bırakarak geçerler. Belki de bu yüzden Kristóf’un hayatını ve edebiyatını düşündüğümde aklıma birbirinden ayrı duran ama ipleri feci şekilde birbirine dolanmış iki yün yumağı geliyor.
Hayatı ve eserleri
Ágota Kristóf 1935 yılında, bugün nüfusu beş yüz civarında olan Csikvánd köyünde doğar. Elektriği, suyu olmayan, Kristóf’un öğretmen babasının bütün sınıfları bir arada okuttuğu yoksul bir köydür burası. Baba yakınlardaki bir köydendir, annesi ise Slovakya’dan Macaristan’a kaçan bir ailenin kızıdır. Bu nedenle anneanne Macarcanın yanı sıra Slovakça da konuşur.
Aile babanın tayini nedeniyle 1944 baharında Köszeg’e taşındığında Ágota dokuz, abisi Jenő on, kardeşi Attila ise altı yaşındadır. Şehir meydanında, kitapçının karşısında bir eve yerleşirler. Ve bu küçük şehirde Attila’nın deyimiyle “çocukluklarının altın çağına” gidecek yolun ilk taşları atılır. Aslında II. Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürmektedir, Macaristan bombardıman, Köszeg ise Nazi işgali altındadır. Baba kısa bir süre sonra cepheye gönderilir ve okullar kapanır. Ágota ve Jenő artık savaşın ve yokluğun çıplak gerçekliğinin tanığı olarak sokaklarda dolaşmakta, evde ise annelerinin kesmekten uzak durduğu hayvanları kesip babalarının zengin kütüphanesini istedikleri gibi kullanmaktadırlar. Kardeşler o kütüphaneden ellerine geçeni okurlar. Bu dönemde tanık oldukları bir olay Kristóf’un hafızasında tazeliğini hep koruyacak ve Büyük Defter’e olduğu gibi yansıyacaktır: Şehre kurulan gettoda tutulan Yahudiler artık toplama kamplarına gönderilmektedir. O günlerden birinde Kristóf ailesinin yanında çalışan Köszegli bir kadın açlık ve susuzluk içinde önlerinden geçirilen bu bitkin insanlardan birine bir parça ekmek uzatır, fakat sonra alay ederek, gülerek ekmeği çeker ve kendisi yer.
Aynı yılın sonbaharına gelindiğinde Sovyetler Birliği ordusu Macaristan sınırını geçer, birkaç ay sonra Köszeg’de Almanca konuşan düşman askerlerinin yerini Rusça konuşan askerler alacaktır. O günlerde baba cepheden döner, ülkede serbest seçimler yapılır, çocuklar tekrar okula başlar. Ama bu görece “normal” hayat 1948 yılında babanın tutuklanması ve yedi yıl hapse mahkûm olmasıyla bir anda sona erer. Ágota Kristóf’a dair birçok kaynakta babanın “muhalif kimliği” ya da savaş sırasında ordudan firarı nedeniyle mahkûm olduğu belirtilir, ancak yıllar sonra, kardeşlerin ölümünden sonra ortaya çıkarılan, daha doğrusu açıklanan arşiv kayıtları bu tutuklamanın bambaşka bir nedeni olduğunu gösterir: Baba öğretmenlik yaptığı uzun yıllar boyunca küçük kız çocuklarına yönelik olarak sürdürdüğü cinsel istismar iddiaları nedeniyle tutuklanmıştır. Bu konuda uzun araştırmalardan sonra erişebildiğim üç kaynak bu iddiayı doğrular nitelikte. İlki 1997 tarihinde, die Zeit gazetesinde yayımlanan bir yazı. Köszeg’de Ágota Kristóf’un izlerini süren bir gazeteciye şehirde tesadüfen karşılaştığı ihtiyar bir hanım bu olaydan söz eder ve Kristóflar’ın çocuklarının bu olayın ardından sokağa bile çıkamadıklarını anlatır.
Bu olay üzerine annenin (Antonia) saçları bir gecede ağarır. Aile sadece ruhen değil, maddi olarak da çökmüştür. Antonia uzun aramalardan sonra nihayet kırk kilometre uzaklıktaki bir okulda iş bulur. Ancak bu durumda eve, çocukların yanına sadece hafta sonları gelebilecektir. Jenő o sıralar zaten yatılı bir okuldadır, Antonia iki küçüğü de şehirde bir yurda yerleştirmeye karar verir. Ancak Attila daha ilk gece yurttan kaçar. Bunun üzerine on dört yaşındaki Jenő yatılı okuldan alınır ve kardeşlerinin başında durmak üzere eve döner. Komşuları Bayan Szász da çocuklara göz kulak olmasına olacaktır ama yine de bu durum on, on üç ve on dört yaşlarındaki üç çocuk için olağan dışı bir özgürlük döneminin başlangıcı anlamına gelir. Çocuklar geceleri Bayan Szász tarafından dışarıdan kilitlenen ön kapıyla hiç uğraşmadan pencereden evin çatısına çıkarak, atlaya atlaya şehrin çatılarının üstlerinde dolaşacak ve yine babalarının kütüphanesindeki kitaplarla yatıp kalkacaklardır. Bu dönem hayatlarına bir de Bayan Szász’tan ödünç aldıkları polisiye romanlar girer. Üç kardeş sürekli okudukları gibi okulda da olağanüstü başarılıdır. Ve birbirlerine çok düşkünlerdir. Ágota Kristóf, daha sonra hakkında Eric Bergkraut tarafından çekilen bir belgeselde çok kısa, söz arasında abisi Jenő’ye karşı duyduğu çocukluk aşkından söz eder.
Çocuklar hayatın böyle, bir masal gibi sürüp gideceklerini düşünürlerken, bir gün anne Antonia eve geldiğinde Ágota ve Attila’nın oturup “kimin saçından daha çok bit çıkacak yarışı” yaptıklarına tanık olur ve çocukların bu “başıboş” kalmaları durumuna daha fazla direnemeyeceğini anlar. Ágota, Szombathely’e (S.) yatılı bir kız okuluna gönderilir, Jenő,Köszeg’de bir yurda yerleştirilir, Attila ise annesi ile birlikte gidecektir. Bu Ágota için katlanılması zor bir ayrılık, hiç bilmediği şiddetli bir yalnızlık demektir, adeta çocukluğundan sürgün edilmiştir. Yatılı okulda günlük tutarak, şiirler ve tiyatro oyunları yazarak acısının, yalnızlığının üstesinden gelmeye çalışır. O günlerde annesini bir kez ziyaret eder ve onu dar, havasız bir bodrum katında diğer çalışanlarla birlikte fare zehiri paketlerini kapatırken bulur. Ágota bir daha oraya gitmez. Baba Kristóf beş yıl sonra hapisten çıkar ve anne Antonia ile evlilikleri devam eder.
Ágota on dokuz yaşına geldiğinde mezun olduğu lisedeki tarih öğretmeniyle evlenir, bir tekstil fabrikasında işe girer, anne olur ve bebeğiyle ilgilenir. 1956 yılında patlayan ve Sovyet tanklarıyla bastırılan ayaklanmada aslında sokağa bile çıkmamıştır. Ancak eşinin muhalif kimliği nedeniyle ve tutuklanma ihtimalinin ortaya çıkışının ardından kendisini bir gece dört aylık bebeğiyle Avusturya sınırını geçerken bulur. Ailesine ve arkadaşlarına veda bile edememiştir. Bu Ágota için ikinci sürgündür; bu kez ülkesinden, geçmişinden, dilinden ama aynı zamanda bütün bunları bir arada tutabileceği geleceğinden, kendisi için hayal ettiği başka bir hayat ihtimalinden sürgündür. Bu ihtimalde sadece sevdikleriyle birlikte olmak değil, üniversiteye devam etmek ve yetkin olduğunu bildiği ana dilinde yazmak da vardır. Ama o artık yazmak yerine yabancı bir ülkede ailesinin geçimini sağlamak için bir fabrikada her gün binlerce delik açmaktadır. Bu arada eşi bir burs alarak üniversiteye kaydını yaptırmıştır. Belirtmek isterim ki, bu durum, istisnaları olsa da, o yıllarda politik sürgünde yaşayan çiftler için tipik olan rol dağılımına denk düşer. Yani erkek entelektüel/politik varoluşunu sürdürür, kadın ise hem ekonomik hem de duygusal olarak geçimi, dirliği, düzeni sağlamakla yükümlüdür. Neyse ki bu düzen beş yıl sonra bozulacaktır.
Kristóf artık Fransızcayı gündelik hayatta az çok konuşabilmektedir. Ancak daha dört yaşında okumayı yazmayı sökmüş Kristóf bu dili ne okuyup ne yazabilmekte, ayrıca Fransızca konuşan beş yaşındaki çocuğuyla da iletişim sorunları yaşamaktadır. Fransızca öğrenmek için üniversiteye başlar. Bu arada boşanır ve tekrar evlenir, bu evlilikten de iki çocuğu olacaktır. Kristóf artık temkinli adımlarla Fransızcaya yaklaşmaktadır. Önce Macarca yazdığı şiirleri deneme mahiyetinde Fransızcaya çevirir, sonra yerel olarak sahnelenecek tiyatro oyunları yazar. Bir süre sonra da oyunları radyoda yayımlanmaya başlar. Bu arada oğlu on iki yaşına gelmiştir. Onun ödevlerine yardımcı olurken oğlunun kurduğu sade cümleler, doğrudan anlatım biçimi dikkatini çeker ve belki de böylece Büyük Defter’in anlatım biçiminin, tekniğinin ilk tohumları atılır. Abisi Jenő’ye telefonda “çocukluklarını” yazdığını söyler, Jenő gülerek “Kediyi unutma sakın” der. Çocukken önce asıp, sonra da vücudunun çok uzadığını görünce çözüp saldıkları kedidir bu.
Ágota o tarihlerde bir diş hekiminin yanında çalışmaktadır. Jenő ise bir işletmede yüksek bir pozisyondadır. O da bir gençlik düşü olan müzikten vazgeçmiş ve eğitim gördüğü konservatuardan ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü hem bir inşaatta çalışıp hem de bu eğitimi sürdürmek imkânsız gibidir. Küçük kardeş Attila ise artık tüm ülkede tanınan ünlü bir gazetecidir, Budapeşte’de yaşar ve gazete yazılarının yanı sıra polisiye romanlar yazar.
Kristóf büyük bir heyecanla Büyük Defter’i yazmaya devam etmektedir. Amacı telefonda abisine söylediği gibi çocukluklarını, Köszeg’de savaşı nasıl yaşadıklarını anlatan bir roman yazmaktır. Önce anlatıcı tektir, ancak anlatım hep abisini de kapsadığı için sürekli “ben ve o” ya da “ben ve abim” kalıbını kullanmak zorunda kalır, fakat bir süre sonra bunun Fransızcada kulağa tuhaf geldiğini düşünür ve sadece “biz” kullanmaya karar verir. Kristóf bu kararını bir röportajda, yine eserlerine de hâkim olan üslubuyla, yani sadece ve sadece bildiğini dosdoğru söyleyeceğine dair mahkeme önünde ettiği yemine sadık bir tanık gibi anlatır. Bir tür olarak romanın ve bütünüyle çağdaş edebiyatın birey olmadan hayat bulamayacağı kabulü düşünüldüğünde bu çoğul anlatım son derece cesur bir karardır.
Nihayet 1986 yılında Büyük Defter yayımlanır, roman İsviçre ve Fransa’da coşkuyla karşılanır. Daha sonra bu coşkuya Almanya ve Avusturya da eklenir, artık ödüller ardı ardına gelmektedir. Fakat Macaristan suskundur. Ágota Kristóf memleketinde neredeyse sadece Attila Kristóf’un kız kardeşi olarak anılır. Elbette bu yaklaşımda öncelikle Kristóf’un anadilinde yazmaması etkendir ya da en azından romanını neden bizzat kendisinin anadiline çevirmediği düşünülür. Bu noktada Ágota Kristóf’un Fransızcayı da Almanca ve Rusça gibi “düşman dil” olarak nitelendirdiğini, çünkü Fransızcanın Macarcasını yavaş yavaş öldürdüğünü ifade ettiğini hatırlatmak isterim. Belki çeviriyi hakkıyla yapamayacağını düşünmüştür. Bir diğer etmen de kendisinin sıkça dile getirdiği gibi, yazdıklarını dönüp tekrar okumak istememesi olabilir. Ancak bir yazarın anadili dışında bir dilde yazmak gibi zor bir kararı vermesinde başka faktörlerin de payı mutlaka vardır. Örneğin kendi ülkesinde politik olarak sansürlenmesi, yani okura ulaşma ihtimalinin hiç olmaması yazarı buna zorlayabilir. Ya da Fransızca gibi bir dili tercih ederek geniş bir yayın ağına ve okur kitlesine ulaşmayı hedefleyebilir. Kristóf için muhtemelen bunların hepsi geçerli…
Büyük Defter’in başarısının ardından 1988 yılında Kanıt, 1991 yılında da Üçüncü Yalan’ın yayımlanmasıyla Üçleme tamamlanır. Ágota Kristóf nihayet başka işlerde çalışmak zorunda kalmadan, bir yazar olarak hayatını sürdürebilmektedir. Daha sonra Dün (1995) yayımlanır. Sonra dokuz yıllık bir sessizliğin ardından Okumaz Yazmaz gelir. Bu incecik kitabı otobiyografi niyetine yazmıştır. Bunu 2005 yılında Önemi Yok ve 2006’da Où es-tu Mathias? izler. Hepsi farklı anlatılar da olsa, Kristóf bütün kitaplarında Üçleme’nin ana temaları çevresinde dolaşır: Çocukluk, yabancılık, yalnızlık, ensest ve bir an göz kırpıp sonra kaybedilen mutluluk.
Ágota Kristóf son beş yılını nadir olarak dışarı çıktığı Neuenburg’daki evinde, hemen hemen hiç okuyup yazmadan, televizyonda polisiye dizileri izleyerek geçirir. Sanki Önemi Yok’ta yazdığı gibi bir hayat sürdürmektedir: “Tek başına, yaşlı ve mutlu.” Yazmanın iyileştirmekten çok acı verdiğini söyleyen Kristóf gerçekten de bu yıllarda çocukluğundaki mutluluğu yine bulduğunu söyler. Ama bütün bu mutlulukta bir şey eksiktir: Macaristan’ın onu kendi yazarı olarak tanıması. Bu da nihayet o uzun bekleyişin ardından gerçekleşir. Macaristan’ın en önemli ve resmî edebiyat ödülü olan Kossuth Ödülü’ne 2011 yılında layık görülür. Ödülünü almaya Macaristan’a gider ve bundan üç ay sonra uzun bir hastalığın ardından bu dünyadan ayrılır. Külleri Köszeg’de kardeşi Atilla ile yan yanadır. İkisi de çocukluklarının altın yıllarının altın şehrine ebediyen dönmüşlerdir.
Üçleme
Ágota Kristóf’un Üçleme’si Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan kitaplarından oluşur. Hiçbir kitapta zamansal ya da coğrafi bilgiler somut olarak verilmemekle birlikte, aktarılan tarihî olaylar ve mekânlar genel çerçeveyi belli eder. Elbette yazarın ifadeleri ve biyografisiyle birlikte düşünülünce Üçleme’nin ilk kitabının Macaristan’ın Avusturya sınırında yer alan Köszeg, ikinci kitabının Köszeg ve çevresi, üçüncü kitabının da aynı kasabalara ek olarak Budapeşte’de geçtiğini anlamak zor değildir. İlk kitap 1944 yılında başlar, “büyük şehir” olarak anılan Budapeşte bombalanmaktadır, “küçük şehir” Köszeg ise Nazi işgali altındadır ama buraya henüz bombalar düşmez. Büyük şehirleri kasıp kavuran kıtlık kendisini hissettirse de, halk kapalı bir ekonomi içerisinde hayatını sürdürmeye çalışır. Ancak bir süre sonra savaş Köszeg’e ulaşacaktır. Kasabadaki Yahudiler gettodan çıkarılıp toplama kamplarına gönderilir, büyük şehirdeki gibi bomba alarmları başlar ve bir süre sonra Sovyet ordusu şehre ulaşır. Bundan sonra Macaristan sosyalist Doğu Bloku’na dahil olacak, Köszeg ise Avusturya sınırında olması nedeniyle sıkı bir denetim altına girecektir, şehre giriş çıkış artık izne tabidir. Kristóf röportajlarında bu dönemdeki açlığın savaş sırasındaki açlıktan çok daha vurucu olduğunu anlatır, çünkü ülkede ne var ne yoksa ihraç edilmektedir.
İkinci kitapta sosyalist devlet aygıtının şehirde yeniden kurulan hayatı nasıl düzenlediğine tanık oluruz. Kristóf bu değişimi yine genel bir anlatımdan kaçınarak, tek tek roman kahramanlarının değişen hayatlarının izinde verir. Örneğin artık yasaklanan, kütüphanelerden çıkarılan kitaplar vardır ya da insanların hayatlarına komiteler, parti sekreterleri ve kamulaştırmalar girer. Öğrenci protestolarıyla başlayıp kısa sürede tüm Macaristan’a yayılan 1956 ayaklanması da hikâyede ana hatlarıyla yerini bulur. Bu kitabın yayım tarihi 1985 yılında Sovyetler Birliği’nde başlayan Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarının Macaristan’da yankı bulduğu, hatta muhalefet gruplarının kurulduğu döneme denk gelir. Bu nedenle de ilk kitabın sonunda sınırdan Batıya kaçan ikizin, hâlâ vize alması gerekmesine rağmen uzun dönemli kalmak üzere Köszeg’e gelişi mümkün görünür.
Üçüncü kitabın yayım tarihi ise 1991’dir; yani diğer iki kitaptan farklı olarak bu kitap Berlin Duvarı’nın yıkılıp sınırın Batıya açılmasından sonra yayımlanır. Değişiklik çok belirgin olmasa da, ilk kez özgürlüklerin kısıtlanması birkaç sözcükle de olsa doğrudan adı konarak ve daha genel bir eleştiri olarak göze çarpar.
Ágota Kristóf’un Üçleme’si baştan planlanarak ve kurgulanarak yazılmış bir Üçleme değildir. Yazar Büyük Defter’in ardından romanın ikiz kahramanlarının zihnini meşgul etmeye devam ettiklerini, kendisini bir türlü rahat bırakmadıklarını ve bu yüzden ikinci ve üçüncü kitabı yazdığını söyler. Gerçekten de ilk kitap diğer iki kitaba göre gerek stil, gerek kurgu gerekse de hikâye olarak daha bağımsız ve kapalı bir nitelik gösterir. Yalnız kurulan ucu açık final, hikâyeyi sürdürme olanağını da içinde barındırır, çünkü her şeyi birlikte yaşayan, hatta bunu “biz” olarak aktaran öykünün ikiz kahramanlarından biri, savaş sonrasında rejimin değiştiği “sosyalist” ülkede kalırken, diğeri sınırdan Batıya kaçmıştır. Her ikisinin de hayatının nasıl şekilleneceği, yaşadıkları travmadan sonra ayrı ayrı bireyler olarak hayatla nasıl baş edecekleri, olası bir tekrar buluşmada karşılarında kimi bulacakları ve buldukları kişiyi nasıl görecekleri gibi birçok soru okurun zihninde devam edebilir. İkinci ve üçüncü kitap bazı dikkatli okurların bu merakını bir ölçüde dindirse de birçok okurda da sona varır varmaz Üçleme’yi baştan tekrar okuma isteği yaratır. Bunun nedeni ise Üçleme’nin akış mantığının özellikle üçüncü kitapta değişmesi ve doğrusal anlatıyı bırakmasıdır. Buna ek olarak hikâye, daha önce anlatılmış olan her şeyin, yani Büyük Defter’in başladığı zamanın da öncesine döndüğü gibi, kendi içinde de üçlü bir zaman düzleminde ilerler. Böylece anlatı Christopher Nolan’ın 2000 yapımı filmi Memento’nun akış mantığına benzer bir yola evrilir. Hatırlatmak için kısaca filmi özetlersek:
Filmdeki kahramanın hafızası travma öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmıştır. İkinci kısım boştur, yani kahramanın hafızası yeni olan hiçbir şeyi kaydetmez. Film iki anlatım düzlemi izler. Zamanda ileri doğru akan siyah-beyaz sahneler ve geriye doğru akan renkli sahneler. İzleyici kendisini sürekli öncesini bilmeden izlediği ve anlam veremediği bir sahnenin içinde bulur ve o sahnenin anlamı ancak geriye gidilince anlaşılır. Üçleme’de de okur parçalanmış ve tekrar tekrar yazılmış olan hikâyenin bütününü ve en önemlisi Büyük Defter’i ancak son kitabı okuduğunda kavrayabilir. İşte bunun farkına varan birtakım takıntılı ruhlar elbette ki kitabı ikinci ve hatta üçüncü kez okuyacaktır. Çünkü sadece tersine çevrilmiş bir akış değil, aynı zamanda karakterler ve öyküler arasında kurulan paralellikler/bağlantılar ve aslında kurgu bir metni yazma eyleminin kendisinin sorgulandığı genel dinamik de ancak bu şekilde daha net anlaşılabilir. Üçleme’de kurulan bağlantılar hem ileriye hem geriye yöneliktir, açık olabildikleri gibi sık sık da satır aralarında gizlenir. Buna ek olarak söz konusu bağlantılar yüzde yüz bir neden-sonuç ilişkisi gösterebilirler, ama birbirlerine sadece gevşek olarak bağlanmış, çekiverince bir ucu kopan ya da çağrışıma dayalı ve yoruma açık, yani ayan beyan değil “hissedilen” bağlantılar da olabilirler. Kristóf’ta her şey mümkündür.
KAYNAKÇA
- Ágota Kristóf, Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2023 (6. baskı)
- Ágota Kristóf, Okumaz Yazmaz, çev. Feyza Zaim, İstanbul, Can Yayınları, 2023
- Lee Ki-Ho, Özür Dileriz, çev. Mehmet Ölçer, İstanbul, Othello Kitap, 2022
- Roland Koberg, “Profane Wallfahrten: Auf den Spuren der Romane von Ágota Kristóf”, die Zeit, 30 Ağustos 1996
- Verena Auffermann, Julia Encke, Ursula März, Elke Schmitter, Gunhild Kübler, 100 Autorinnen in Porträts, Piper, 2021
- Andrea Lepold, “Túllépni apánkon, Elindultam szép hazámból” (“Güzel Ülkemi Terk Ettim - Ágota Kristóf Anısına”), Ibolya Czetter, Szombathely, 2016
- Eric Bergkraut Belgeseli, Kontinent K., 1998
- Dóra Szekeres, Interview, 2011
- Riccardo Benedettini, A Conversation with Ágota Kristóf, 1999
- Slavoj Žižek, “Ágota Kristóf’s The Notebook awoke in me a cold and cruel passion”, The Guardian, 2013
Yazı dizisinin ikinci bölümü için tıklayınız:
Ágota Kristóf’un izinde (II):
Büyük Defter’de cinsellik, şiddet, iktidar
Önceki Yazı
Euro 2024’ün ardından:
Kanatlı tikitakanın zaferi
“İspanya hakkıyla ve layığıyla şampiyon oldu. XavIniesta döneminde içselleştirdikleri tikitakaya kanat takarak hegemonik bir oyun kurdular. 2022/23 Barcelona’sını ve Guardiola’nın M. City’sini 'tititaka 2.0' sürümü sayanlar olmuştu. Bu kanatlı tikitaka’ya da 'tikitaka 3.0' mı demeli?”
Sonraki Yazı
Arafta Düet: Kurgu kurgudan ibaret değil
“Arafta Düet tezler içeren bir roman ve bu nedenle bizatihi bir tartışma çağrısı zaten. Selahattin Demirtaş’ın yıllardır yazılarında, cezaevine girmeden önce meydanlarda, muhtelif toplantılarda yahut televizyon ekranlarında anlattıklarını bu kez de roman formunda ifade ettiğini söylemek mümkün.”