Arafta Düet: Kurgu kurgudan ibaret değil
“Arafta Düet tezler içeren bir roman ve bu nedenle bizatihi bir tartışma çağrısı zaten. Selahattin Demirtaş’ın yıllardır yazılarında, cezaevine girmeden önce meydanlarda, muhtelif toplantılarda yahut televizyon ekranlarında anlattıklarını bu kez de roman formunda ifade ettiğini söylemek mümkün.”
Yiğit Bener, Selahattin Demirtaş
Selahattin Demirtaş’la Yiğit Bener’in birlikte yazdıkları Arafta Düet hayli tartışılacağa benziyor. Aslında yayımlanmadan başladı tartışılmaya, mesela tanıtımlarda yer alan “eşyazar” tabirine tepki gösterenler oldu. Siyasilerin edebiyatla ilgilenmesine itiraz edenler de olacak (Demirtaş’ın önceki kitaplarında olduğu gibi) – hem siyasi cenahlardan hem de edebiyat çevrelerinden. Siyaseten Demirtaş’a yakın olmayanlar gene okumadan salvolar atacaklar. “Tartışılacak” derken kastettiğim bunlar değil, romandaki görüşler eleştiri konusu olacak, nasıl ki önceki romanlarında siyasetin az olmasına söylenenler olduysa, bu kez de fazla siyasi bulanlar olacak. Bu denli siyasetle, yakın tarihle içli dışlı bir metnin tartışılacağını ileri sürmek de kehanet değil, farkındayım.
Tartışılacak ve tartışılması iyi olacak, çünkü Arafta Düet tezler içeren bir roman ve bu nedenle bizatihi bir tartışma çağrısı zaten. Selahattin Demirtaş’ın yıllardır yazılarında, cezaevine girmeden önce meydanlarda, muhtelif toplantılarda yahut televizyon ekranlarında anlattıklarını bu kez de roman formunda ifade ettiğini söylemek mümkün. Bir de bu kurmaca yapı içerisinde bakın söylediklerime, fikirlerime, diyor, romanın iki başkişisinin somut varlıkları üzerinden, son kırk yılda onların yaşadıkları, yaşamadıkları, duyguları, hüsranları ve tartışırlarken karşı karşıya getirdikleri fikirleri üzerinden görün memleketin neden bu halde olduğunu…
Romanın bu iki başkişisi aşağı yukarı yaşıtlar, aynı kuşaktanlar, biri emekli bir tümgeneral, öbürü eski bir devrimci, emekli bir avukat, Ankara’da yaşamış ama birkaç yıl önce İzmir’e yerleşmiş. Memleket üzerine fikirleri var, tecrübeyle ya da okuyarak öğrendikleri birçok şey var, gördüklerinden yaşadıklarından yola çıkarak yürüttükleri muhakemeleri var. Demirtaş ve Bener bu iki kişiyi ilgi çekici bir kurgu içerisinde karşı karşıya getirip konuşturmuşlar. Konuşmak bir yana, çatır çatır tartıştırmışlar.
Dediğim gibi, bu ikisinin romanda birbirlerine karşı ileri sürdükleri tezler ve romanın tezi tartışılacaktır. Roman kişilerinin tezleriyle romanın tezini ayrı tuttuğuma dikkat çekerim. Romandaki eski devrimci avukatın Demirtaş’ın (ve/veya Bener’in) sesi olduğu düşünülmemeli; kuşkusuz dünya görüşlerinin yakınlığı nedeniyle birbirlerine çok yakın fikirleri olabilir, ancak büsbütün örtüştükleri asla söylenemez. Bu nedenle roman kişilerinin tezlerinin yanı sıra ayrıca bir de “romanın tezi”nden söz etme gereği duyuyorum. Daha önemlisi, roman kişilerinin tezleriyle romanın tezlerinin ayrışmasını sağlayan da romanın hayli sürükleyici olan kurgusu. Bu iki “ihtiyar”ın tartıştıkları konuları kesen bir üçüncü hat, roman boyunca sessiz sedasız, neredeyse kendisini unutturarak ilerledikten sonra çarpıcı biçimde, gene çok fazla kelimelere dökülmeden beliriveriyor. Romanın olay örgüsü içerisinde bu üçüncü hat arada gözden kayboluyor; roman kişilerince kâh varlığı unutuluyor, ihmal ediliyor, kâh kuruntulara, vehimlere neden oluyor, başkasıyla karıştırılıyor (çok kısaca “aynı isim altında anıldıkları için” demekle yetineyim) – her durumda dışarıda, ötede duruyor, orada tutuluyor. Arafta Düet, konusu ve içerdiği tartışmanın yanı sıra sürükleyici, şaşırtıcı kurgusuyla da ilgi çekecektir, ancak sürükleyicilik dışında bu kurgunun romanın düşünsel yanına derinden etki edişi çok daha önemli göründü bana.
Bir tez olarak da belirmiyor bu üçüncü hat üstelik; öbür ikisinin tezlerinin esaslı bir yanını boşa düşürüyor. Şöyle de denebilir: Karşıt olarak konumlanmış iki tezin ortaklaştıkları temel bir noktayı görünür hale getiriyor. Bununla beraber aralarındaki tartışmayı bu şekilde boşa düşürüyor olsa da büsbütün geçersiz kıldığını söylemek doğru olmaz; yaptığı şu, tartışmanın gerçek başlama vuruşunu işaret ediyor. Ayrıca avukat Sinan’ın tartışmayı sadece geçmişin muhasebesiyle sınırlamayıp bundan sonra neler yapılabileceği konusuna taşırken işaret ettiği hakikatle yüzleşmenin ve barışın hayata geçirilmesinin yolunu da açıp derinleştiriyor. İki tezin karşılıklı konumlanmasıyla bir “diyalog” ortaya çıkmayacağı, bunun için birçok tarafın bir araya gelerek konuşabilmelerinin gerektiği de su yüzüne çıkıyor.
Bununla beraber, romandaki bu iki kişinin konuşmuş olmaları, konuşabilmeleri asla önemsenmeyecek bir şey değil. Gerçek hayatta pek mümkün görünmeyecek bu konuşmayı romanda mümkün kılan da Demirtaş ve Bener’in ince ince kotardıkları olay örgüsü. Romanda böyle bir şeyi mümkün kılmakta ne var, denebilir; bir olay örgüsü hazırlarsınız, bir-iki tesadüf eklersiniz, karakterleri karşı karşıya getirir, konuşturur, tartıştırırsınız. Pek böyle değildir, şöyle bir soru bunu yapmaya kalkanın karşısına bütün azametiyle dikilir: “Karşı karşıya geldiklerinde konuşmalarını nasıl sağlayacaksın?” Bu sorunun sakladığı esas soru şudur tabii ki: “Bizi nasıl inandıracaksın konuşabildiklerine; daha da önemlisi, tam da senin aktardığın gibi konuştuklarına?”
Arafta Düet’i okurken olay örgüsünün iki roman kişisini karşı karşıya getirip konuşturmak, tartıştırmak için yeterli olmadığını, aslında konuşmaya imkân verenin karakterlerin inşası olduğunu düşündüm. Avukat Sinan’ın kendisi gibi solcu iki eski lise arkadaşını anlattığı yerde aklımdan geçti bu. Neden İrfan ya da Aysel değil de Sinan generalle tartışmıştır; daha doğru bir ifadeyle, neden o tartışabilmiştir? (Romanın başkişisi olduğu için elbette, ama neden yazarlar onu başkişi olarak atamışlardır?) Aynı lisede okumuş, kendilerini solcu olarak adlandıran, ama birbirlerinden farklı hayatlar sürmüş üç arkadaştırlar. Öbür ikisi olamaz mıydı romanda generalle tartışan kişi?
"ROMAN KİŞİLERİNİN TEZLERİYLE ROMANIN TEZLERİNİN AYRIŞMASINI SAĞLAYAN, ROMANIN HAYLİ SÜRÜKLEYİCİ OLAN KURGUSU. BU İKİ “İHTİYAR”IN TARTIŞTIKLARI KONULARI KESEN BİR ÜÇÜNCÜ HAT, ROMAN BOYUNCA SESSİZ SEDASIZ, NEREDEYSE KENDİSİNİ UNUTTURARAK İLERLEDİKTEN SONRA ÇARPICI BİÇİMDE, GENE ÇOK FAZLA KELİMELERE DÖKÜLMEDEN BELİRİVERİYOR."
Bu kişilere biraz yakından bakmak yardımcı olabilir. Aysel geçmişte hiçbir örgüte girmemiştir, ancak Sinan ondan söz ederken “bizi örgütlerdi” diyor; gündelik hayatlarında “arkadaşlık grubu örgütlenmesinin” lideri olduğunu düşünebiliriz. Doktor İrfan fakülteyi birincilikle bitirmiş, asistanlığı sırasında, 12 Eylül döneminde üç yıl cezaevinde kalmış, çıkınca uzmanlık eğitimine dönmüş, hatta öğretim üyesi olabilmiştir. Sonra bir dönem sosyal demokrat bir partide siyaset yapmış, bir ilçede belediye başkanı olmuş, gelgelelim yakın dönemde KHK ile üniversiteden atılmıştır. İnişli çıkışlı da olsa düzgün bir hayat çizgisi olduğu söylenebilir – ne ki beş yıl önce trafik kazasında oğlunu kaybetmiş biridir o da. Şu pasajı okurken neden İrfan karakterinin ya da Aysel karakterinin değil de Sinan’ın romanın başkişisi seçildiğini sezdiğimi düşündüm.
İrfan’ın oğlu öldüğünde Aysel’in İzmir’e gidip bir hafta boyunca onun yanında kaldığını öğrenmiştim. Ne vefalı kızdır Aysel! Ve ben ne öküzdüm! Neden aynı şeyi yapmak benim de aklıma gelmemişti ki? Gerçi, evet, kimselerle pek görüşmediğim için olan biteni ancak cenaze kalktıktan sonra öğrenmiştim ve İrfan’a ulaşamamıştım, üstelik o hafta peş peşe önemli duruşmalarım vardı. Ama neyin mazeretiydi bu? (s. 80)
Sinan kırk yaşına geldikten sonra mutsuz bir evlilik yapmıştır, bir yıl önce üniversiteden mezun olan oğluyla hiçbir zaman doğru dürüst bir ilişkisi olmamıştır. Meslek hayatını da büyük başarılarla sürdürmemiştir, depresif biridir, dönem dönem “alkolün dibine vurmuş”, arkadaşlarının ellerini uzatmasıyla yeni bir hayat kurabilmiştir kendisine, romanın anlatı zamanında da psikiyatri tedavisi görmektedir. 12 Eylül döneminde o da cezaevine girmiş, ancak sonraki yıllarda örgütlü mücadeleye yanaşmamıştır. Kendi halini, birçok kuşaktaşını da işin içine katarak şöyle anlatır:
Öyle ya da böyle, o askerî darbeden beri yüreğimiz buruk, ağzımda kekremsi bir tat, iyileşemeyen yaralarımızı kanata kanata, umarsızca debeleniyoruz nafile… Yeniden doğamadığımız küllerimizin esaretinde, kısır bir döngüde hapsolmuşuz yenilgilerimize: Dudağımızda kâh yılgın tempolu cılız bir sloganla ıhlayan aciz bir şikâyet… (s. 19)
Onu depresyona sokan, alkolün dibine vurmasına neden olan, gündelik hayatta yapılması gerekenleri yapmasının önüne geçen şu soru ve buna verdiği yanıtın ağırlığı olsa gerektir.
Kırk yıl geçti darbenin üzerinden. Bir ömür… Dile kolay! Peki ama, kırk yıl önce yüz binlercemiz meydanları doldururken neden bir türlü toparlanamadık, neden silkip atamadık üzerimizdeki ölü toprağını? Bunun nedenlerini bütünüyle kavrayabildiğimi hâlâ söyleyemem, ama bir fikrim yok değil tabii. Biz asıl darbeyi kendi içimizden aldık, kendi hatalarımızdan ötürü ahlaki üstünlüğümüzü yitirdik. (s. 20)
Tartışmayı mümkün kılanın ve bizi romanda anlatılan tartışmaya ikna edenin Sinan’ın kendisini, kendi aidiyetlerini de sorgulamayı bırakmaması olduğunu zannediyorum. Belki içine düştüğü boşluk, belki yenilgi duygusu, onu eşini dostunu zor zamanlarında arayıp onlara destek olmak gibi gündelik uğraşları, yükümlülükleri bile başaramayacağı hallere sokmuştur; beri yandan sorgulamayı, muhasebe yapmayı hep sürdürdüğü anlaşılıyor – her şeyi bir yana bırakmışken bile kitap okumayı sürdürdüğü de! Bütün bunları yaparken kendindeki, kendi tarafındaki kusurları görmezden gelme tuzağına (yahut kolaycılığına) da düşmemiştir. Muhtemelen onun gündelik hayatını sürdürmesini zorlaştıran bütün bunların bir araya gelerek üzerine abanıp durmasıdır. Sinan’ın gönüllü olarak sürdürdüğü mülteci derneğindeki danışman avukatlık görevini yaparken aşırı titiz ve mükemmeliyetçi olması da romandaki ince bir detay, ama önemli bir detay bence. Sinan’daki bu mükemmeliyetçiliğin yaptığı işi yapabilmesinin tek yolu olduğunu sanıyorum. Sözünü ettiğim ruh hali içindeyken, hem de ilerlemiş sayılacak yaşında işleri kotarmak iyice zor olsa gerektir. Romanda bu şekilde anılmasa da, –hatta detaycılığının gençliğinden bu yana onun önemli bir özelliği olduğunun altı çizilmiş de olsa– bu titizlikte aynı zamanda ayakta kalma çabasının bir etkisi ve gevşediği an iplerin elinden kaçabileceğini hissetmenin verdiği aşırı bir dikkat yahut tetiktelik hali bulunduğu kanısındayım.
"ARAFTA DÜET’İ OKURKEN OLAY ÖRGÜSÜNÜN İKİ ROMAN KİŞİSİNİ KARŞI KARŞIYA GETİRİP KONUŞTURMAK, TARTIŞTIRMAK İÇİN YETERLİ OLMADIĞINI, ASLINDA KONUŞMAYA İMKÂN VERENİN KARAKTERLERİN İNŞASI OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜM."
Aysel’i ya da İrfan’ı Sinan kadar yakından tanımıyoruz romanda, haliyle onların da benzer bir sorgulamayı sürdürüp sürdürmediklerini bilemiyoruz, ancak Sinan gibi gündelik hayatlarından düşmedikleri ortada – üstelik İrfan oğlunu kaybediyor, Aysel’in gençlik aşkı, kocası dönekliğin kitabını yazıyor! Yine de Sinan’la kıyaslandıklarında daha “tutunmuş” kişiler oldukları, sarsaklaşmadıkları, boşluklara düşüp durmadıkları ortada.
Generale de bu bağlamda çok kısa değinmek gerekirse, bu karakter de romanın anlatı zamanında kendisinden yüzde yüz emin biri olarak çıkmıyor karşımıza. Ne ki Sinan’ınki kadar değildir onun sıkıntıları, gelgelelim onu da bir tür yenilgi duygusu içindeyken tanırız: Yakın zamandaki seçimde iktidarın değişeceğini umarken seçmenler ömrünü Cumhuriyeti korumakla geçirdiğini düşünen bu generalin beklentisini gerçekleştirmemiştir. Beri yandan Sinan'ın yenilgiyi yirmilerinde yaşadığını, onunsa yetmişlerine yaklaştığı sırada tattığını hatırda tutmak lazım. Sinan’ı kaplayan ve neredeyse bütün yetişkin hayatını kateden yenilgi hissi onun hayatını altüst etmişken, generali bulaşıkların kirli kalmasından rahatsız olmayacak hale getirmiştir. Eşini kaybettikten sonra insanlardan uzaklaşıp münzevi bir hayat seçen Ayvaz general uzun yıllar boyunca yapıp ettiklerini sorgulama ihtiyacını hiç duymamış gibidir; aksine, övünçler duyarak sürdürmüştür hayatını – düşüncelerini, bakış açısını, vs. siyaseten sorgulamadığı gibi, çocuklarının kendisinden ve ülkeden uzaklaşmalarını da bir sorun olarak dert edinmişse bile bunda kendi kabahatini arama, görme noktasına varmamıştır; kızmış, söylenmiş, belki küsmüştür, bunlardan inşa ettiği bir perdenin ardına çekilmiş gibidir.
Arafta Düet’te Sinan’la emekli general Ayvaz’ın tartışmalarına bizi ikna eden temel unsurun Sinan karakterinin çizilmesinde yattığı kanısındayım. Daha “sağlam” bir karakter, girecekleri tartışmanın sürmesinin önünde engel olurdu büyük olasılıkla. Kaldı ki Sinan da büyük bir gönül rahatlığı içinde tartışmıyor işkenceci generalle; onun vaktiyle işlediği suçları görmezden gelmiyor, ancak onu mahkûm etmekle yetinmediği de ortada. Generalin mahkûm edilmesi ya da suçlarını kabul etmesi onun hayatında (ve memleketin hayatında) büyük değişikliklere neden olmayacaktır; şöyle dense yeridir, bunlar olsa bile geçmişte yaşanan gene öyle ya da böyle geçmişte kalacaktır. Oysa Sinan’ın kendisini boğan geçmişten kurtulması için şimdiye ve buradan yola çıkarak geleceğe yapılacak müdahaleye gereksinimi var. Adaletin salt geçmişin yargılanmasıyla değil, adil bir şimdi ve yarının inşa edilmesiyle geleceğini sezdiği için kör döğüşü bir tartışma yerine “Şimdi ve yarın ne yapmak lazım?” sorusunu öne alıyor. Geçmişi yargılarken kendisini dışta tutmayıp sorumluluklarını dile getirecek cesareti de var; bununla kendisini on yıllarca hırpalamış biri çünkü. Çoktan unutulmuş bir şiddet olayını, faili kendisi olduğu için hiç unutmamış, sızısını hep duymuş – biraz da böyle biri olduğu için gündelik hayattan düşmüş, sarsaklaşmış olduğunu düşünebiliriz. Şimdi ve yarın neler yapılacağı konuşulacaksa neden şiddeti dışlamanın, barışmanın ve diyaloğun gerektiği bilgisine (isterseniz sezgisine ya da bilgeliğine de diyebilirsiniz) çoktan ulaşmış, bunu yapmanın bedelleri olacağını da öğrenmiş.
"BİR ROMANDAN ASIRLIK MUHASEBELERE NİHAİ ÇÖZÜMLER GETİRMESİ BEKLENMEZ ELBETTE, ARAFTA DÜET’İN YAZARLARININ DA BÖYLE BİR İDDİALARI YOK, AMA ANLATTIKLARI HİKÂYE EĞLENCELİ BİR SERÜVENDEN İBARET DEĞİL. BİR ODAKLANMA ÇAĞRISI DİYEBİLİRİZ BELKİ…"
Arafta Düet’in kurgusunun sürükleyici, merak uyandırıcı ve şaşırtmacalarla bezeli olduğunu belirttim. Demirtaş ve Bener’in bu kurguyu nasıl kotardıklarını bilemiyoruz; tahminim, olay örgüsünün yazıldıkça belirdiği, yazarların birbirlerinden aldıkları paslarını iyi değerlendirip ileri taşıdıkları yönünde. Romanın olay örgüsünün çarpıcı bir yanı daha var: Roman kurgusuyla kolaycı formüllerin safdilliğini hatırda tutmamız gerektiğini de bize hatırlatıyor – biterayak yapıyor bunu! Kırk yılın, hatta yüz yılın yahut daha da öncesinin muhasebesinde hesaba katılması gereken birçok “girdi” var; bunların bazısı kitaplara uygun ama bazısında pekâlâ ayak oyunları, hileler mevcut; keza unutmamak lazım, bu bizim hesabımız kitabımız denmeyecek kadar iç içeyiz dünyanın dertleriyle… (Romanı okumanın tadını kaçırmamak için ayrıntılara girmiyorum, ama kurgudaki şaşırtmacalar sadece şaşırtmaca değil, demeye çalışıyorum.)
Bir romandan asırlık muhasebelere nihai çözümler getirmesi beklenmez elbette, Arafta Düet’in yazarlarının da böyle bir iddiaları yok, ama anlattıkları hikâye eğlenceli bir serüvenden ibaret değil. Bir odaklanma çağrısı diyebiliriz belki; barış ve adalet için pürdikkat odaklanılması gereken kimi noktaların, misal şiddeti dışlayan, hakiki diyaloglara imkân tanıyan karşılaşmalara ve özgürce konuşmaya ve cesarete ne çok gereksinimimiz olduğunun belirginleştiği, somutlaştığı bir anlatı. Demirtaş’ın önceki kitaplarından aşina olduğumuz ironinin yine işbaşında olduğunu söylemeye gerek var mı, bilmiyorum, ama Arafta Düet’in çok canlı çizilmiş karakterleriyle son kırk yılın tozunu şöyle bir attığını, silkelediğini söylemek mümkün. Tozun silkelenmesinde büyük umutlar var, ama altından çıkan ya da çıkması olası pislikler de…
Selahattin Demirtaş’la Yiğit Bener bir edebi kurgu ortaya çıkarma işinde büyük bir uyum içinde buluşmuş, Edirne Cezaevi’nin duvarlarını barış ve adalet özleminden de güç alan yaratıcı esinle ve birlikte bir iş görme arzusuyla, şevkiyle aşmışlar.
Önceki Yazı
Ágota Kristóf’un izinde (I):
Sürgünde bir hayat
“Kristóf’un Üçleme’si baştan planlanarak ve kurgulanarak yazılmış değildir. Yazar Büyük Defter’in ardından romanın ikiz kahramanlarının zihnini meşgul etmeye devam ettiklerini, kendisini bir türlü rahat bırakmadıklarını ve bu yüzden ikinci ve üçüncü kitabı yazdığını söyler.”
Sonraki Yazı
Min Nevâdiri’l-Kütüb – 25:
Hikmetli bir papağanın hikâyeleri
“Kocası seyahate çıkmış olan bir kadının âşık olduğu erkekle buluşup eşini aldatmasını önlemek için evdeki papağanın her akşam farklı bir hikâye anlatarak onu meşgul etmesi, kitabın çerçeve hikâyesini oluşturuyor. Yani kadınların vefasız ve düzenbaz olduğu, şehvetlerine her zaman yenik düştükleri, dolayısıyla cinselliklerinin erkekler tarafından kontrol altında tutulması gerektiği varsayımı, kitabın temeli.”