Min Nevâdiri’l-Kütüb – 25:
Hikmetli bir papağanın hikâyeleri
“Kocası seyahate çıkmış olan bir kadının âşık olduğu erkekle buluşup eşini aldatmasını önlemek için evdeki papağanın her akşam farklı bir hikâye anlatarak onu meşgul etmesi, kitabın çerçeve hikâyesini oluşturuyor. Yani kadınların vefasız ve düzenbaz olduğu, şehvetlerine her zaman yenik düştükleri, dolayısıyla cinselliklerinin erkekler tarafından kontrol altında tutulması gerektiği varsayımı, kitabın temeli.”
16. yüzyıl ortalarına ait Bâbürî bir Tûtînâme yazmasından bir minyatür.
Birkaç aylık zorunlu bir aradan sonra, ilgimi çeken nadir kitaplara değindiğim bu diziye devam ediyorum. Umarım sürdürebileceğim.
Bu ay, aslı Sanskrit dilinde olup birçok dile çevrilmiş olan bir hikâyeler mecmuasından, Türkiye’de bilinen adıyla Tûtînâme, yani “Papağan[ın] Kitabı”ndan, elimin altında bulunan farklı dillerdeki birkaç baskısı üzerinden söz edeceğim.
Bilindiği gibi Orta Doğu’da dolaşımda olan bazı meşhur kurgusal edebî eserlerin kaynağı Hindistan’dır. Bunların en ünlüsü Kelîle ve Dimne’dir şüphesiz, ki aslı Pançatantra (Beş Risâle) adlı, yazarı belli olmayan Sanskrit dilinde bir eserdir. Önce Pehlevî (Orta Farsça) diline, sonra da İbnü’l-Mukaffa (ö. 759) tarafından Arapçaya çevrilmiş, oradan da Türkçe dahil birçok başka dile aktarılmıştır.
Tûtîname de anlaşılan Şukasaptati (Papağanın 70 Hikâyesi) adlı Sanskrit dilinde yazılmış bir eserden çevrilmiştir. En yaygın versiyonu, Ziyâü’d-dîn Nahşebî (ö. 1350 civarı) tarafından Farsçaya uyarlanmış olanı ve ondan yapılan çevirilerdir, ki bu uyarlamada eserin aslındaki bazı bölümler atlanmış, yer yer bazı bölümler eklenmiş, nisbeten özgün bir eser oluşturulmuştur. Telif kavramına bugünkinden çok farklı bir şekilde bakılan premodern dönemde bu olağan dışı bir uygulama değildi.
Eserin konusuyla söze başlayayım. Daha önce Kırk Vezir Hikâyeleri münasebetiyle misojen (kadın düşmanı) edebiyattan söz etmiştim. Tûtînâme de benzer bir temel üzerine kurulmuş. Kocası seyahate çıkmış olan bir kadının âşık olduğu erkekle buluşup eşini aldatmasını önlemek için evdeki papağanın her akşam farklı bir hikâye anlatarak onu meşgul etmesi, kitabın çerçeve hikâyesini oluşturuyor. Yani kadınların vefasız ve düzenbaz olduğu, şehvetlerine her zaman yenik düştükleri, dolayısıyla cinselliklerinin erkekler (yahut mümessilleri) tarafından kontrol altında tutulması gerektiği varsayımı, kitabın temeli. Çok eskiye giden bir misojen kalıptır bu.
Sözünü edeceğim ilk kitap, Muhammed Hüdâvend-i Kādirî’nin 17. yüzyılda Nahşebî’den seçtiği hikâyelerden ve Francis Gladwin’in (ö. 1813) İngilizce çevirilerinden oluşuyor. Başlığı The Tootinameh; or, Tales of a Parrot (Tûtînâme; yahut Bir Papağanın Hikâyeleri). İlk defa 1792’de Hindistan’ın Kalküta (şimdiki adıyla Kolkota) şehrinde tab edilmiş olan bu iki dilli (Farsça ve İngilizce) çevirinin ikinci baskısı da 1801 yılında Londra’da yapılmıştır. Bu versiyonda çocuğu olmadığı için sürekli Allah’a dua eden Ahmed Sultan adlı bir beyzâdenin duası kabul olunur ve bir oğlu doğar. Meymun (uğurlu, kutlu, bereketli) adını verdiği bu güzel ve zeki oğlu gün gelir, Huceste (keza uğurlu, kutlu, bereketli) adlı bir kadınla evlenir. Birbirlerini çok severler, çok iyi anlaşırlar. Bu arada Meymun pazarda geçmiş, gelecek, her şeyi bilen bir papağan görüp satın alır. Seyahate çıkacağı zaman Huceste’ye yokluğunda önemli bir karar vermeden önce papağana danışmasını öğütler ve şehirden ayrılır. Eşi altı ay boyunca onu özler, papağanın anlattığı hikâyelerle avunur. Derken bir gün pencereden şehri ziyaret eden bir “melikzâde”yi (yani prensi) görür ve birbirlerine uzaktan âşık olurlar. Prens onu dâvet eder, Huceste de onunla buluşmadan önce papağana danışır. Papağan gitmemesini öğütleyip onu hiddetlendireceğine bir uzun hikâye anlatarak meşgul eder, arada tanyeri ağarınca iş işten geçmiş olur. Kitap bu minval üzre devam eder, 35 hikâye anlatılır, sonunda Meymun geri döner, olup bitenleri öğrenir ve Huceste’yi öldürür.
Konuyu danıştığım sevgili dostum Zeynep Tek, Huceste’nin eşini aldattığı için değil, sadece aldatmayı düşündüğü için kitabın sonunda öldürülmesinin nasıl yorumlanması gerektiğine dair gözümden kaçan bazı ilginç noktalara dikkatimi çekti. Birincisi, yoldan çıkmasında (daha doğrusu çıkmayı tasarlamasında) şehvet mi, yalnızlık mı ağır basıyor acaba? Papağanın anlattıklarını sabırla dinlemesi, yârenlik arzusunun şehvetine galip geldiğini imâ etmiyor mu? Bu dinleme edimine sinen kendi nefsini kontrol etme çabası anlatıda ihmal ediliyor, onun yerine papağanın hikâyelerinin sürükleyiciliği öne çıkarılıyor. Oysa bu hikâyelerin dinleyiciliğine talip olması, eşini aldatmasının geciktirilmesine (yahut hepten önlenmesine) Huceste’nin de ortak olduğunu düşündürüyor.
İkincisi, Tûtînâme’nin çerçeve öyküsüyle Bin Bir Gece Masalları’nınki (Elf leyle ve leyle) arasındaki fark. Bilindiği gibi Bin Bir Gece’de melik Şehriyâr, önce kardeşi Şâhzamân’ın eşi tarafından aldatıldığını öğrenir, sonra da kendi eşinin kendisini aldattığını. Bunun üzerine bütün kadınların hain olduğuna karar verir, bir daha aldatılan durumuna düşmemek için her gün bir bakire ile evlenip ertesi sabah onu katlettirir. Bir süre sonra veziri Ca’fer artık onunla evlenecek bakire bulamayınca kendi kızı Şehrazâd evlenmeye talib olur, ancak öldürülmemek için Şehriyâr’a her gece hikâye anlatır, böylelikle hayatta kalmayı başarır. Bu süreç içinde Şehriyâr da Şehrazâd’ın hikmetinin ve cesaretinin etkisinde kalarak ona âşık olur, aydınlanır, fikrini değiştirir, birlikte mutlu mesut yaşarlar. Dolayısıyla Bin Bir Gece’de hikâyelerin sabırlı dinleyicisi olan Şehriyâr ödüllendirilir; buna karşın Tûtînâme’de papağanın hikâyelerini dinleyen Huceste ödüllendirilmek şöyle dursun, eşini aldatmayı aklından geçirdiği için öldürülür. Yani sabredip dinlemenin Bin Bir Gece’deki ıslah edici/ kurtarıcı (redemptive) rolü Tûtînâme’de yok.
Farsçadan İngilizceye yapılmış bir başka uyarlama A. Condie Stephen’ın (1850-1908) marifeti, sadece 12 hikâye ile Tristram Ellis’in (1844-1922) resimlerinden oluşuyor. Basım tarihi yoksa da çevirmenin önsözünde “Paris, 1892” kaydı var. Kitabı “genç okurlar” için yeniden yazdığını da belirten Stephen, hikâyelerinin “Doğulu aklının parlak muhayyilesinden zuhûr etmiş olsalardı, kaçınılmaz olarak sâhip olacakları üslûb canlılığı ve letâfetinden yoksun olduklarını” özür yollu söylüyor. Kitabın mutlu sonu, aslına sâdık kalmaktansa çocuklara uygun bir metin amaçlanmış olduğunu gösteriyor.
Bir diğer ilginç kitap, Carl Jacob Ludwig Iken’in (1789–1841) Tuti Nameh: Das Papageienbuch (“Tûtînâme: Papağan Kitabı”) adlı Almanca çevirisinin 1922’de Leipzig şehrinde yayınlanan baskısıdır. Sadece 300 nüsha basılan bu kitabın en önemli yanı, Ferdinand Staeger’in (1880–1976) nefis orijinal imzalı gravürleriyle süslenmiş olması. Bu resimlerdeki erotizm, Batılıların harem fantazilerine hitab edilerek ticarî kazanç sağlamanın amaçlandığını düşündürüyor gerçi, ama sanat değerlerine diyecek yok. Metin Nahşebî’nin Farsça metninden Muhammed Hüdâvend-i Kādirî’nin seçtiği hikâyelerin Almanca çevirisinden ibaret olup Kolkota baskısı gibi 35 hikâye içeriyor. Sırtı papağan resimli güzel cildi de kayda değer.
Keza Nahşebî’nin metninin bu kez Fransızcaya çevirisi Touti-nameh, ou les contes du perroquet (“Tûtînâme, yahut papağanın hikâyeleri”) adıyla 1934’te Strasbourg Edebiyat Fakültesi yayınları arasında çıkmış. Çevirmenin adı kitabın kapağında ve künye sayfasında Henri Muller olarak geçiyorsa da Bibliothèque nationale de France’ın kataloğu doğrusunun Emile Muller (1885–1932) olduğunu belirtiyor. Nitekim bendeki nüshada çevirmenin adı etiket yapıştırılarak düzeltilmiş. Merak ettim, böyle fahiş bir hata nasıl yapılır acaba? Emile nire, Henri nire?
Gelelim Osmanlıca metinlere. Eldeki en eski Osmanlıca Tûtînâme çevirisine dair çalışmasında İbrahim Sona (“1538 Tarihli İlk Türkçe Tûtî-Nâme Çevirisi”, Turkish Studies 7/3 [2012], s. 2299–2311) iki farklı çeviriden söz ediyor. İlk Osmanlıca çevirinin Kānûnî Sultan Süleyman’ın emriyle muhtemelen Eyyûbî diye bilinen biri tarafından gerçekleştirildiğini belirten Sona, Bodleian Library, British Library, Rodos Hafız Ahmed Ağa Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde dört yazma nüshası bulunan bu çevirinin 1538 yılına ait olduğunu söylüyor.
Sona, 17. yüzyılda yapılan (ve birçok farklı isme atfedilen) diğer çevirinin daha sonraki matbu yayınların kaynağı olduğunu da belirtiyor. Seyfettin Özege kataloğuna bakılırsa “Tutuname” (!) başlıklı 13 farklı baskı söz konusu. En erken tarihlisi H. 1253 (1837-1838) tarihli ilk Bulak (Mısır) baskısı, en geç tarihlisi ise R. 1341 (1925) tarihli bir İstanbul baskısı. Ayrıca birkaç tarihsiz baskıyla sadece birer hikâye içeren üç kitapçık da var. Bir de 1851 tarihli bir Kazan baskısına tesadüf ettim. Bendekiler H. 1255 (1839-1840) tarihli üçüncü Bulak, H. 1301 (1883-1884) tarihli Şirket-i Hayriyye-i Sahhafiye ve H. 1340/R. 1338 (1922) tarihli İkbal Kütüphanesi baskıları. Şirket-i Hayriyye ve İkbal baskılarında bazı resimler var, buraya birkaç örnek aldım. İkbal baskısındaki resimlerin kimisi Lâtin, kimisi Arap harfleriyle imzalanmış; meşhur Hüseyin Tâhirzâde Behzad’ın (1889-1962) eserleri oldukları anlaşılıyor.
Eserin bu Osmanlıcasında hikâye kahramanı beyzâde değil hâce (tüccar); ayrıca şahıs isimlerinin değişmiş olması ilginç, herhalde okurların yabancılık çekmemesi için olmalı: erkeğin adı Sâ’id, kadınınki ise Mâhşeker yahut Mâh‑ı Şeker olmuş. Hilmi Yavuz, İslâm edebiyatlarında papağanla şeker arasında sıkça ilişki kurulduğunu hatırlatıyor, belki ismin kaynağı odur. (“Sunuş”, Tûtînâme, haz. Behçet Necatigil, İstanbul: Can Yayınları, 2009, s. 14.) Ama Osmanlıca metindeki en önemli fark, kitabın sonunda Mâhşeker’in öldürülmemesi: Papağan hizmeti karşılığında âzâd ediliyor, Sâ’id ile Mâhşeker hayatlarının sonuna kadar birlikte mutlu yaşıyor. Yani anlatı/ dinleme burada da Bin Bir Gece’de olduğu gibi düzeni koruyor, dinleyeni selâmete erdiriyor.
Son yıllarda çıkan birkaç yayına değineyim bir de. Yukarıda sözünü ettiğim Behçet Necatigil’in (1916-1979) güzelim Türkçesiyle günümüz diline uyarladığı metin tahmin edileceği üzere nefis. Daha yakın geçmişte Nagihan Gür’ün yayına hazırladığı sadeleştirilmiş metni de (Tûtînâme, İstanbul: Kapı Yayınları, 2014) anmam gerekiyor; ayrıca Gür’ün konuya dair söyleşisi seyredilmeye değer. Eserin Hindistan’da üretilmiş bir yazma nüshasındaki minyatürlerin hepsi metnin İngilizce çevirisiyle birlikte Muhammed A. Simsar’ın The Cleveland Museum of Art’s Ṭūṭī-Nāma / Tales of a Parrot(Graz: Akademische Druck u. Verlagsanstalt, 1978) kitabında yer alıyor, meraklısına.
Yeni çıkan metinler hep günümüz Türkçesiyle; bir de Bulak baskısından bir bölüm vereyim de metnin aslının tadına varılabilsin:
... ṭūṭī-i kāmil her gün Ḫvāce Sāʿid’e ne taʿlīm iderse anıñla ʿamel ider idi bir gün ʿādet-i ḳadīmesi üzre ṭūṭī-i kāmil Ḫvāce Sāʿid’e deryā seferinden ḥāṣıl olan menfaʿati ẕikr itdi ṭūṭīnüñ bu kelāmları hemān Ḫvāce Sāʿid’üñ derūnına teʾs̱īr idüb deryā seferine gitmegi muḳarrar eyledi ve bu aḥvāli zevcesi Māh-şeker’e söyledi Māh-şeker hemān bu firāḳ ḫaberin gūş itdigi gibi feryād u fiġāna başladı imdi Ḫvāce Sāʿid teslih içün deryā ticāretinüñ fāʾidesini ve māl kişinüñ sebeb-i intiẓām-ı ḥāli oldıġını beyān eyledi Māh-şeker eyitdi bilürem bu sevdālar saña ulüvv-i himmetden nāşīdür ammā beni kime bıraḳub gidersin bundan muḳaddem yanımdan bir laḥẓa ayrılmaġı revā görmez iken şimdi böyle uzāḳ sefere gitmenüñ aṣlı nedür ben senüñ hicrānuñla nīce taḥammül ideyim deyū zār zār aġladı ḥattā ol-ḳadar aġladı-ki Ḫvāce Sāʿid’üñ cigerini āteş-i ḥasretle daġladı ve eyitdi biliyorum-ki ey Māh-şeker baña muḥabbetinüñ ḥadden efzūn ve ḫulūṣ-ı ṣıdḳuñ dāʾire-i taʿbīrden bīrūndur ancaḳ dosta düşmene ḳarşu taḥṣīl-i māl daḫī celb-i ḥüsn-i cemāldur egerçe ṣūret-i ẓāhirde seferdeyim ammā maʿnāda senüñle bileyim ancaḳ saña bir ḳaç naṣīḥatım vardur sözime riʿāyet idüb naṣīḥatımı ṭuyasın * evvelā naṣīḥatımuñ biri budur ki bu iki murġıñ ḥıfẓ u ḥirāsetinde ve ekl ü şurb żiyāfetinde ẕerre mıḳdārı taḳs̱īr itmeyesün ve daḫī ben ticāretden gelinceye degin tarīḳ-ı perhīzden bir ḳadem ayrılmayasun farażā bir sene daḫī gelmez isem ġalebe-i nefsāniye ve izdiyād‑ı şehvānīye ẓuhūr iderse olur olmaz denī ve ḫasīs eşḫāsla muḳārenetden ictināb idüb kendüñ gibi bir ṣāḥib-i cemāl ve ḥüsndār ḥasīb ü nesīb ẕāt-ı şerīfle muḳārenet iderseñ māniʿ degildür lākin ol vaḳitde daḫī ṭūṭī-i kāmil ile müşāvere idesün deyū bu gūne laṭīfe idince Māh-şeker feryād ü fiġānı ḥadden aşdı Ḫvāce Sāʿid tekrār Māh-şeker’i der-āġūş idüb yüzin yüzine sürdi * ve eyitdi ey mūnis‑i cānım ve ey bāʿis̱-i ārām-ı revānım elem çekme ben saña latīfe eyledüm deyū iʿtizār eyledi hele güc belā ile Mah-şeker’üñ feryādı teskīn oldı * el-ḥāṣıl bu iki ʿāşıḳ-ı ṣādıḳ bir birinden cān tenden ayrılıyor gibi ayrılub ve ikisi bir birini Ḫudā’ya emānet idüb envāʿ-ı metāʿ ile bir gemiye süvār olub revāne oldı bu tarafda Māh-şeker Ḫvāce Sāʿid’üñ firāḳıyla gāh gāh aġlayub (beyit) var mı ḫaberüñ bād-ı ṣabā tāze gülümden * bir nesne getürdiñ-mi baña cān ü dilimden * diyerek bād-ı şabāyı muḫāṭab idinüb söylerdi ... (s. 6–7)
Kabul edin ama, bunun bambaşka bir güzelliği yok mu?
Önceki Yazı
Arafta Düet: Kurgu kurgudan ibaret değil
“Arafta Düet tezler içeren bir roman ve bu nedenle bizatihi bir tartışma çağrısı zaten. Selahattin Demirtaş’ın yıllardır yazılarında, cezaevine girmeden önce meydanlarda, muhtelif toplantılarda yahut televizyon ekranlarında anlattıklarını bu kez de roman formunda ifade ettiğini söylemek mümkün.”