Euro 2024’ün ardından:
Kanatlı tikitakanın zaferi
“İspanya hakkıyla ve layığıyla şampiyon oldu. XavIniesta döneminde içselleştirdikleri tikitakaya kanat takarak hegemonik bir oyun kurdular. 2022/23 Barcelona’sını ve Guardiola’nın M. City’sini 'tititaka 2.0' sürümü sayanlar olmuştu. Bu kanatlı tikitaka’ya da 'tikitaka 3.0' mı demeli?”
Solda: İspanyolların gol sevinci; Lamine Yamal, Nico Williams. Sağ üstte: Barış Alper, Arda Güler. Sağ altta: Mert Günok'un kurtarışı.
Dünya Kupası Şampiyonlar Ligi ise, Avrupa Şampiyonası (adı üstünde mi demeli!), Avrupa Ligi, diyebilir miyiz? En azından, sürprize daha açık olması bakımından öyle. Dünya Kupası’nı kazanan ülke sayısı 8’dir; Avrupa Futbol Şampiyonasını ise, –ondan 34 yıl daha genç olmasına rağmen– 10 ülke kazandı. 1976’da Çekoslovakya’nın, 1992’de Danimarka’nın, hele 2004’te Yunanistan’ın şampiyonlukları, büyük sürprizdi. 1960’ta Sovyetler Birliği’nin, 1988’de Hollanda’nın, 2016’da Portekiz’in şampiyonluğu, zamanlarının “büyüğü” olan ama Dünya Kupası’nda hayal kırıklığına uğrayan –Hollanda’nın durumunda üstelik üç defa kupanın kulpuna yapışmış olan– görkemli mağluplar için bir telafi niteliği taşıyordu.
Bu yılki 17. şampiyonadan sürpriz değil rekor şampiyon çıktı; İspanya 4. kez kazanarak bu kupayı tarihinde en fazla kaldıran ülke oldu.
Oyunun zevki kaçıyor mu?
O esnada Atlantik’in öte yakasında, ABD’de de Copa America oynandı: Amerika Futbol Şampiyonası. Aynı gece oynanan finalde Arjantin Kolombiya’yı uzatmada yenerek şampiyon oldu. (Arjantin de bu şampiyonayı tarihinde en çok kazanan ülke.)
3. olan Uruguay'ın filozof teknik direktörü Marco Bielsa, çeyrek finalde Brezilya'yı eledikten sonra, acı sözler söyledi:
“Seyircisi gitgide artsa da, cazibesini giderek kaybediyor futbol. Onu dünyanın en iyi oyunu yapan şey, bugün öncelikli olmaktan çıktı. Kazanç ve ‘business’ hâkim hale geldi. Birkaç yıl içinde izlemeye değer oyuncu sayısı iyice azalacak, oyun zevkli olmaktan iyice çıkacak.”
Avrupa Şampiyonası’nı da Bielsa’nın karamsarlığıyla izleyenler çoktu. Üst düzey futbolun bütün platformlarında hep gördüğümüzü gördük aslında.
Yorgunluk, düzen ve kaos
Bir kere, Bielsa’nın “kazanç ve business” dediği basınçtan, yani aşırı maç mesaisinden kaynaklanan yorgunluğu gördük. Üst düzey liglerde ve Avrupa kupalarında ağır stres ve fizikî performans baskısı altında gladyatörleşen oyuncular, yorgundu… Bu, mesela Mbappé’nin şut kalitesine yansıdı gibime geliyor. Görece hafif ve görece rahat maç mesaisinden gelen oyuncuların ağırlıkta olduğu “sürpriz” takımlar, daha enerjik, daha hevesliydiler.
Birçok genç teknik direktörün veya pekâlâ fiyakalı kulüplerde çalışabilecek olanların milli takımları yeğleme eğilimini de bu yorgunluğa yoranlar var. Nagelsmann, Ragnick, Spaletti, kulüplerin gebertici temposundan kaçınmak için de milli takımda çalışmayı tercih ediyorlar, buna göre. (Montella’nın (50) sebebi daha ziyade maddî olabilir.)
Bielsa’nın karamsarlığını paylaşan futbolseverlerin asıl derdi, oyunun sıkıcılığıdır. Genel olarak üst düzey futbolda, bir yandan bir çeşit hayranlık uyandıran, bir yandan usandıran oyun “yapısı.”
Bu turnuvada da gördük bunu: 1. Dünya Savaşı’nın ünlü “oturma savaşı”nı akla getiren, takımların siperlerinden çıkmadan birbirlerinin açığını kolladığı usandırıcı pas mekiği… Gerçi, pas yapan takımın takımcak hareket ettiği, rakip takımı da takımcak bir oraya bir buraya devrilmeye zorladığı, muazzam bir kolektif emek var orada. Esnafın “şu dükkânı açıp kapatması şu kadar yüz bin,” demesi gibi… o avara kasnak pas trafiğini çevirmenin arkasında muazzam bir antrenman emeği ve enerji yatıyor. Futbolu “uzmanca,” teknik görgüyle izleyenler için o nafile pas mekiklerinde büyük ibretler, derin hikmetler vardır. Ve tabii, o sımsıkı yerleşim düzenini bir anda dağıtıveren aksiyonlarda, kathartik bir zevk. Her maçta, şansınız varsa, üç beş kere.
Ama işte, birçok futbolseverin gönlü, bu nadir zevkle yetinmek istemiyor. Onlar, takımlar “skor” aradığında, özellikle son dakikalarda, şanzımanın dağıldığı anlarda beliren kuduruk oyunu seviyorlar. Veya, emprovizasyona daha fazla imkân tanıyan, kurgulanmış kaosa benzeyen futbolu seviyorlar. Türkiye’nin ve Gürcistan’ın bu turnuvada uluslararası futbol kamuoyunda sempatiler kazanmasının nedeni, bu.
İhtiyarlar, tazeler
Bu turnuvaya rızalık verenler de oldu. Hikâyeler çıktı, doğru.
Yaş ayrımcılığına direnen bir ihtiyarlar-gençler yelpazesi, postmodern futbolun giderek belirginleşen bir görünümü. Bazıları, gerçekten çocuğu olabilecek yaştakilerle aynı sahada cenk ettiler. Yaş entervali, 16-41 arasındaydı. Bu da sporlar arasında büyük ölçüde futbola özgü diyebileceğimiz bir yaş çoğulculuğu.
Luka Modric (38), aynı dakika içinde penaltı kaçırıp gol atarak, kariyerinin son demlerine yakışacak bir “gözyaşı gecesi” yaşadı. Toni Kroos (34), Arnautovic (35), Vertonghen (37), Jesus Navas (38), son uluslararası turnuvalarını eda ettiler. Portekiz’de Ronaldo (39) ile Pepe (41), ihtiyarların en ihtiyarlarıydılar. Pepe’nin Ousmane Dembele (27) ile girdiği sprint düellosunu “daha ölmedim!” nârasıyla kutlayarak adeta kendi küçük kupasını havaya kaldırması, evet, dokunaklı bir sahneydi.
19’luklardan Arda Güler’in yıldızının çakımlandığı anlar oldu, Kenan Yıldız pek marifet gösteremedi, Mainoo (İngiltere) başta hesapta yokken kendini kabul ettirdi. Fakat asıl, gençten de genç biri vardı: 16 yaşında (finalden bir gün önce 17 oldu), yani oy kullanamaz, şoför ehliyeti alamaz, vasisiz sözleşme imzalayamaz, cezai ehliyeti var ama indirime tabi… Birkaç saat sonra Copa America finalinde sakatlanacak olan 37 yaşındaki Messi gibi Barcelona altyapı akademisinin mezunu olan Lamine Yamal, şüphesiz, baş asistçisi olduğu turnuvanın en parlak yıldızlarındandı.
21’likleri, Musiala’yı, Bellingham’ı, bunların yanında artık gençten saymıyoruz. Bellingham’da, bir hızlı ve erken büyümüşlük de göstermiyor mu kendini? Ceza almasına yol açan “hareketini” yaşa bağlamayın; o, ezelî ve ebedî erkek ergenliği...
Kendi kalesine ve son anda
2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın bir spesiyalitesi de kendi kalesine gollerin çokluğuydu. Fransa’nın çeyrek finale çıkarken attığı 3 golün 2’si, rakibin kendi kalesine attıklarıydı. Toplamda 10 kendi kalesine golle vak’ası kaydedildi. Rekor, 11’le, 2021’deki, yani bir önceki turnuvada kırılmıştı.
Talihsiz sekmelerle veya araya girme çabalarıyla gerçekleşenler bir yana, Samet Akaydın’ınki bir yana… Ağır bir pres altında da değilken, kalecinin boşalttığı kaleye doğru yuvarlanan ezbere bir geri pas… İletişimsizlik ve fundamental hatasının (topu kalenin merkezine oynamama) mükemmel bir birleşimi. Turnuvanın “anlar” seçkisine girdi.
Geç goller de dikkate değerdi. 89’da, 90’da ve 90+’larda, bir adet de 120’de, toplam 13 gol atıldı. Toplam gol sayısının yaklaşık onda biri. İngiltere çeyrek finale ve finale böyle iki geç gol sayesinde kaldı.
Hegemonik bir şampiyon, sinsi bir finalist
Final, bir yanıyla, iki ulusal ligin, İngiltere’nin Premier League’i ile İspanya’nın La Liga’sının karşılaşması oldu. İngiltere’nin geniş kadrosunda 24, İspanya’da 19 oyuncu, “kendi” liglerinden zira.
Zaten turnuvadaki bütün takımların geniş kadrolarının toplamının %57’si, Avrupa’nın dört büyük liginde oynuyor: İngiltere Premier League’den 114 (bütün oyuncuların %18,3’ü), İtalya Seria A’dan 104 (%16,7), Almanya Bundesliga’dan 81 (%13), İspanya La Liga’dan 56 (%9).
İspanya hakkıyla ve layığıyla şampiyon oldu. Üç erken final oynadılar: İtalya (henüz aczi tam anlaşılmamıştı), Almanya, Fransa. XavIniesta döneminde içselleştirdikleri tikitakaya kanat takarak (Nico Williams ve Lamine Yamal) hegemonik bir oyun kurdular. 2022/23 Barcelona’sını ve Guardiola’nın Manchester City’sini “tititaka 2.0” sürümü sayanlar olmuştu. Bu kanatlı tikitaka’ya da “tikitaka 3.0” mı demeli?
Babacan lise müdürüne benzeyen La Fuente’nin yönettiği takımdaki Bask ağırlığını fark ettiniz mi? Le Normand (“etnik” Breton’dur), Zubimendi, Oyarzabal, Merino Real Sociedad’dan, Unai Simón ve Nico Williams Athletic de Bilbao’dan.
İngiltere, sinsice sızdığı finali kaybederek, milli takımlar düzeyinde bir 3. dünya ülkesi olarak kalmayı sürdürdü. Bu kupayı kazanmış 10 ülke arasında yoklar. 1990’larda “boring, boring Arsenal” (sıkıcı Arsenal) tezahüratı vardı; bunu Southgate İngiltere’sine uyarlayabilirler. Enerjik kaleci Pickford’un, topu kendi ceza alanları önünde geveleyen takım arkadaşlarını “alın topunuzu gidin başka yerde oynayın” diye azarlayan huysuz amca gibi kovaladığı anlar, bu turnuvanın amblemlerindendir.
Türkiye ve milli takımı tutmak-tutamamak
Türkiye’nin uluslararası futbol kamuoyunda topladığı sempatilerden söz ettim. Takımın Batılı tabiriyle “enerjik,” yapıcı-kaotik oyununu beğenenler çoktu. Eski bir büyük futbol ulusunun, Avusturya’nın yeniden doğuşuna vurduğu darbe, takdirle karşılandı. Bu maçta Mert Günok’un yaptığı kurtarış, –ki o da 35 yaşıyla, turnuvanın emek kahramanı ihtiyarlarındandı– “Gunok’s save” (Günok kurtarışı) olarak literatüre geçti.
Türkiye takımının “Avrupa Türkleri” veya “Türk diasporası” nezdinde gördüğü teveccüh, rutin seyrinde ve “normal”di. Batı karşısındaki tarihî hınç-haset gerilimiyle de alışverişli, diasporik bir sahiplenmeydi bu. (Bu “normallere” biraz fazla hayırhah yaklaşan bir yorum için bkz. Tarık Demirkan, "Yurt dışında yaşayan Türklerin 'memlekete' olan bağlılıklarını anlamak", T24) Daha dikkate değer olan, milli takıma “mesafeli” yaklaşan, hiç de otomatik olarak destekleme eğiliminde olmayanların git-gelleriydi.
Her şeyden önce, yapısal bir mani var. Altı pasın Kanunî-Osmanlı hamasetine bulanmasını, Avusturya galibiyetinin “Viyana 341 yıl sonra düştü” şecaatiyle kutlanmasını marazî bulanların; delice köpürtülen milliyetçi ajitasyonun bütün meseleleri bayraklarla örtmesinden rahatsız olanların, milli takım etrafında koparılan tantanayla barışık olması zordur. Dünyanın her yerinde, milliyetçi olmayan her futbolseverin derdi budur – ve dert etmelidir de.
Beri yandan, bu turnuva çerçevesinde ustalıkla slogana devşirilen ifadeyle “bizim çocuklar” sempatisi de, hep gönlün bir kenarında kıpraşır. İnsan, kimisini canlı izlediği, taraftarı olduğu takımda oynayan, daha yakından bildiği oyuncuların oluşturduğu takıma bir çekim hisseder. Eğer o takım fazladan sempatiler uyandırabiliyorsa, “milli coşku” aranjörlerinin sakaletine rağmen, o çekim artar.
İşte 2024 Avrupa şampiyonasındaki futbolcu heyeti, milli takımı tutmayı çoktan bırakmışların veya soğumuşların birçoğunun sempatilerini kazanmayı başardı. Hem o kaotik heyecanlı oyunuyla… Hem de, isim vermeyelim, eski yıllardan hatırlanan asabi “papazların” aksine, salih ve selim bir hırsla “oyununa bakan” oyuncularla: Mesela itip kakmalara aldırmadan, dalaşa girmeden galoptan galopa kalkan Ferdi Kadıoğlu, 19 yaşında stoik bir sükûnet sergileyen Arda Güler, çehresinde sanki alaycı bir tebessümle sürekli kendini geliştiren Barış Alper Yılmaz… insanlara iyi geldi.
Lakin, Merih Demiral’in iki gol attığı Avusturya maçından sonra yaptığı bozkurt işareti, milli takımla barışmaya meyledenlere –en azından bunların bir kısmına, diyelim– bir baraj koydu. Hele UEFA’nın bu “aksiyonu” cezalandırmasından sonra neredeyse bozkurdu resmen milli sembol olarak “atamaya” dönük bir kampanyanın uç vermesi, çok insanın, –trol saldırılarından yılıp susan bir sessiz çokluğun– tadını kaçırdı.
Bu konuda iki değinme:
Işıl Öz, “Tanıl Bora, 'bozkurt' sevincini yorumladı: 'Çok sayıda kişinin takımla özdeşleşme duygusunun eridiğini görüyoruz'”, Medyascope
Can Arslan, "Merih'in Bozkurdu", Birikim
Mansiyonlar
Son olarak, birkaç mansiyon dağıtalım.
En iyi maç: Baş boyunda, İspanya-Fransa ve İspanya-Almanya müsabakaları. Başaltı boyunda, Gürcistan’ın bütün maçları ve Avusturya-Türkiye müsabakası.
En güzel gol: Ukrayna’nın Slovakya’yı 2-1 yendiği maçta Yaremchuk’un attığı galibiyet golü. Bir hızlı atak. Sağ açık koridorundan savunmanın arkasına şandellenen bir top. Yaremchuk altı pasın köşesinde gökten inen topu hafif bir dokunuşuyla indiriyor ve salisesinde, üfler gibi hafif bir dokunuşla, karşısına dikilen kalecinin ayağının dibinden, çuhada akan bilardo topu gibi yuvarlıyor. Bir balet golü.
Youtube'da izleyebilirsiniz. 5. dakikaya bakacaksınız.
Oyuncu: Marc Cucurella (İspanya). Hem, Almanya maçında sabit duran koluna değen topa penaltı verilmemesi onun suçuymuş gibi izleyen maçlarda sürekli ıslıklanarak, –hatta sert bir darbeye maruz kaldığında sevinç tezahüratı yapılarak|– Alman milli sporu “Vergangenheitsbewätigung”un (geçmişle hesaplaşma) fevkalade münasebetsiz bir uygulamasına uğradığı için. Hem, formda Leverkusenli Grimaldo’dan o mevkiyi kaptığı ve hakkıyla işgal ettiği için. Hem de tabii ki şekerli isminden ve tavus saçlarından ötürü.
En güzel forma: Fransa’nın kendisine yakışan züppelikte, biraz oransızca iri bir Galya horozuyla süslenmiş kriketçi tarzı ince çizgili forması.
Ve elbette Arnavutluk’un sade ve doygun siyah şort kırmızı üstlü forması.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 29
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Boncuk / Çok Geç Değil / Deng / Depresyonun Estetiği ve Politikası / Go! Eko-Diktatörlük / İçeriden Ölmek / Pessoa / Sayın Bay Rock Yıldızı / Sivas / Siyonizmin Mantığı
Sonraki Yazı
Ágota Kristóf’un izinde (I):
Sürgünde bir hayat
“Kristóf’un Üçleme’si baştan planlanarak ve kurgulanarak yazılmış değildir. Yazar Büyük Defter’in ardından romanın ikiz kahramanlarının zihnini meşgul etmeye devam ettiklerini, kendisini bir türlü rahat bırakmadıklarını ve bu yüzden ikinci ve üçüncü kitabı yazdığını söyler.”