Nekbe’den yüz yıl sonrasını hayal etmek
“Ghalyini’ye göre Filistin bilimkurgusunun ayırt edici bir başka özelliği de farklı mülteci toplulukları ya da farklı kuşaktan mülteciler arasındaki kültürel bağlantısızlıkları odağına almasıdır ve bilimkurgu alternatif gerçeklikler üzerinden bu meseleyi araştırmak için şaşırtıcı imkânlar sunmaktadır.”
A Space Exodus (Larissa Sansour, 2009).
Basma Ghalyini’nin derlediği Palestine +100, kitabın ilk baskısının yapıldığı 2019’da 25 ile 62 yaşları arasında olan, büyük çoğunluğu otuzlu-kırklı yaşlardaki on iki Filistinli yazarın öykülerinden oluşuyor.[1] Ghalyini bu yazarlardan Nekbe’nin 100. yılında, 2048’de geçen öyküler yazmalarını istemiş ve ortaya çok ilginç bir derleme çıkmış. Yazarların yaşlarını belirtmemin nedeni anlaşılmıştır; aralarında Nekbe yaşandığında hayatta olan yok. En yaşlısı Nekbe’den dokuz yıl sonra, en genci de 49 yıl sonra dünyaya gelmiş olan bu on iki yazar öykülerin yazıldığı zamandan yaklaşık çeyrek asır sonrasını tahayyül etmişler. Yazarların Nekbe’yi ebeveynlerinden ya da büyük yahut büyük-büyük ebeveynlerinden dinlemiş olmaları çok muhtemel. Basma Ghalyini’nin, kitabın girişinde vurguladığı gibi, Filistin’in dört kuşağından herhangi bir çocuk “büyük büyükbabasının Hayfa, Yafa ya da Mecdel’deki arka bahçesini” ya da “büyük büyükannelerinin mutfaklarını, tabaklarındaki desenleri yahut yastıklarındaki işlemelerin renklerini anlatabilir”.
Bu çocuk kuşkusuz hiçbir zaman orada bulunmamıştır ama bu yerlerin anısını canlı tuttuğu sürece, bir daha oraya gitme şansı olduğu takdirde sanki hiç ayrılmamış gibi olacak, büyük büyükanne ya da büyük büyükbabasının bıraktığı yerden devam edebilecek. Gerçekten de her nerede olurlarsa olsunlar Filistinli mültecileri birleştiren tek şey vardır: Geri dönüş haklarına duydukları sarsılmaz inanç.
Filistinli mülteciler bu anlamda hafızanın manzaralarında seyahat eden göçebeler gibidir. Köylerini, kuzeyin her zaman Filistin olduğu, içsel bir pusula gibi kalplerinde taşırlar. Bu pusulayı çocuklarına aktarırlar ve onlar da hayal güçlerinden yola çıkarak tepeleri, ağaçları ve vadileri içeren giderek solmakta olan bir haritanın ayrıntılarını çizerler.
Palestine +100’ün yazarları işte kalplerinde bu pusulayı taşıyan çocuklardan oluşuyor ve Ghalyini’nin deyişiyle “hafızanın manzaralarında” seyahat ediyorlar. Hafıza dendiğinde ister istemez akla geçmiş geleceği için, Nekbe’nin yüz yıl sonrasını, geleceği anlattıkları öykülerinde hafızayla ilgili bir şeyler olmaması gerektiği düşünülebilir. Oysa Ghalyini, “Filistinliler[in] yazdıkları zaman bilerek ya da bilmeyerek şimdileri üzerinden geçmişleri hakkında yaz[dıklarını]” ve “geçmişin bir Filistinli yazar için her şey olduğunu” belirtiyor. “Belki de bu yüzden,” diye ekliyor Ghalyini, “bilimkurgu Filistinli yazarlar arasında popüler olmamıştır. […] Filistinli yazarların muhayyileleri üzerinde çok sıkı bir etkisi olan acımasız şimdi (ve travmatik geçmiş), mümkün geleceğe dair hayal kurma girişimlerine izin vermiyor.”
Ghalyini bilimkurgunun Filistinli yazarlar için cazip bir tür olmamasında bir başka etkenden daha söz ediyor:
Klasik bilimkurguda savaşın sınırları çabucak ve kolayca çizilir: Tipik bir bilimkurgu kahramanının karşı karşıya geldiği distopya ya da düşman arasındaki zıtlık taban tabana bir zıtlıktır. Oysa bir Filistin kurmacasında ‘düşman’ fikri büyük ölçüde yoktur. İsrailliler neredeyse hiçbir zaman birey olarak bulunmazlar ya da bulunduklarında seyrek olarak kötü adam olarak tasvir edilirler.
Gassan Kanafani’nin “Hayfa’ya Dönüş” öyküsünü örnek veriyor burada Ghalyini.[2] Bu öyküdeki yerleşimci kadının bir fanatik olarak değil, halkının Filistinlilere yaptıklarıyla yüzleştiği zaman bundan utanan, duyarlı, şefkatli bir birey olarak çizilmiş olduğuna dikkat çekiyor:
“Düşman’ın yokluğu” Filistin kurmacasındaki yegâne yokluk değildir. Hatta yokluğun genel olarak Filistin kurmacasının tanımlayıcı özelliklerinden olduğu bile ileri sürülebilir – bilimkurgu bu noktada katkıda bulunabilir. Yokluk ve onunla beraber gelen izolasyon ve kopukluk hissi hızla gelişen gelecekteki teknoloji bağlamında kolayca dramatize edilebilir.
Ghalyini’ye göre Filistin bilimkurgusunun ayırt edici bir başka özelliği de farklı mülteci toplulukları ya da farklı kuşaktan mülteciler arasındaki kültürel bağlantısızlıkları odağına almasıdır ve bilimkurgu alternatif gerçeklikler üzerinden bu meseleyi araştırmak için şaşırtıcı imkânlar sunmaktadır. Kitapta yer alan Majd Kayyal’ın “N” öyküsünü örnek veriyor Ghalyini; bu öyküde Kayyal’ın Arap-İsrail çatışmasına kozmolojik bir çözüm sunduğunu ileri sürüyor. Öykünün gerçekliğinde paralel iki dünya vardır ama bu iki dünya aynı coğrafi alanda bulunmaktadır. Bu iki dünya arasında gidip gelme imkânıysa sadece bu iki dünyanın inşasından sonra dünyaya gelen Filistinlilere tanınmıştır. Öyküdeki çocuk kendisine tanınan imkândan yararlanarak okumak için İsraillilerin dünyasına gider. Ghalyini öyküde ortaya konan babayla oğul arasındaki kültürel yarılmaya işaret eden bu sıradışı gelecek tahayyülünün gerçek dünyadaki kuşak çatışmasını yansıttığını ve yeniden çerçevelediğini ileri sürdükten sonra şu noktanın altını çiziyor:
Bilimkurgunun yaptığı budur zaten. Toplumu şimdi endişelendiren meseleleri yansıtan boş bir tuval gibi kullanır geleceği. Gerçek gelecek –aktüel gerçek– bilinemez. Ama bilimkurgu yazarları için “gelecekteki şeyler” fikri bile, şimdiki zamanı yeniden hayal etme, yeniden yapılandırma ve yeniden sorgulama serbestisidir.”
Ghalyini şimdiyi bu şekilde yeni bir çerçeveye oturtmanın giderek daha önem kazanacağını belirtiyor. Bir yanda Sisi benzeri liderlerin baskıcı yönetimlerinin aldığı tutumların, öbür yanda Filistin meselesinden söz eden yazarların Batıda ânında antisemit olmakla suçlanmalarının şimdiyi, bugünün toplumunu alegorik formlar biçiminde (gelecek tasavvurları şeklinde olsun olmasın) yeniden çerçevelemeyi bir lüks olmaktan çıkardığını belirtiyor. Son olarak dikkat çektiği bir nokta daha var “Giriş” yazısında Ghalyini’nin: Filistinlilerin halihazırdaki hayatlarının da pekâlâ distopya olduğu. “Batı Şeria’daki bir Filistinlinin sadece kimliğini yanına almadığı için yahut bir IDF (İsrail “Savunma” Güçleri) askerine cevap verdiği için ya da dikenli tellere baktığı için yaşadıklarını, yani ‘totaliter bir işgalin’ ne olduğunu Batıdaki insanların ancak distopya diliyle [anlatıldığında] anlamaya başlayabileceklerini” belirtiyor.
Palestine +100’deki öykülerin ortak kimi izleklerinden söz etmek mümkün. Öykülerdeki gelecek tasavvurunda sanal gerçekliğin öne çıkmış olması dikkat çekici mesela. Sanırım bu sıralarda editörünün olayların gelecekte geçmesi gerektiğini söyleyerek sipariş edeceği –konusu Filistin olsun olmasın– herhangi bir derlemede de böyle olacaktır. Yazarlara, senaristlere cazip gelen bir yanı var sanal gerçeklik konusunun. Bu biraz da sanal gerçeklik deneyimlerini şimdiden yaşamakta olmamızla ilgili. Keza kitaptaki öykülerde, Ghalyini’nin de vurguladığı üzere, hafıza konusunun da sıklıkla üzerinde durulmuş. Hafızanın bir tür “sanal” gerçeklik gibi ele alınması da ilginç bir husus. Saleem Haddad’ın “Kuşların Şarkısı” öyküsünde Aya ismindeki genç kız, ağabeyinin intiharından sonra, “şeylerin ağırlığı altında eziliyor” gibidir; daha dikkat çekici olansa, “sanki başka birinin hafızasında sıkışmış gibi” hissetmektedir kendisini. Öykünün içinde bunun nasıl bir şey olduğu başta açıklanmaz, öykünün devamında Aya rüyasında ağabeyi Ziyad’ı görüp onunla sohbet ettiği zaman Ziyad açıklık getirir Aya’nın hissettiklerine. Özellikle şu iki cümle:
“Biz Arapların nasıl olduğumuzu biliyorsun. Atalarımızın pembe gözlüklerle baktıkları anlara hapsolmuş durumdayız.”
“Ebeveynlerimizin nostaljisine hapsolmuş başka bir kuşağız.”
Aya ağabeyiyle sohbet ettikçe ve kimi deneyimler yaşadıkça –ansızın içinde yaşamakta olduğu “asude” denebilecek gerçeklik yırtılıp “yıkım”la tanımlanabilecek bir başka gerçeklikten sahneler görmektedir; denizin bile mavi değil, kahverengi olduğu bir gerçeklik– meselenin özünü kavrar. Aya’nın evde bulduğu Ziyad’a ait günlükteyse bu durum şöyle ifade edilir:
Büyükanne ve büyükbabaların Filistin hikâyelerini aktardıkları sözlü bir gelenek var ve bu da Filistin’in hayatta kalmasına yardımcı oluyor. Ancak bu hikâyeleri bizi hapsetmek için nasıl kullanacaklarını anlamaları çok da zor değil. Kolektif hatıraların gerçeği şu ki, iyi olanlardan yararlanmayı seçemezsin, er ya da geç kötü olanlar da sızar [aralarına].
“Ebeveynlerin nostaljisi”ni esas alan bir simülasyonda yaşamaktadır Aya ve ailesi. Simülasyon yaratılmadan önce yaşamış olanlar, yani yetişkinler sürekli ya da günün çoğunda uyumaktadırlar; onlar geçmişle şimdi arasındaki yapısal farkın farkındadırlar, ancak Ziyad’ın yaptığını yapıp ölümü seçerek bu simülasyondan çıkamamaktadırlar, çünkü çocuklarını, simülasyonun yaratılmasından sonra doğanları bulundukları yerde bırakmak istemiyorlardır. Özellikle Aya’nın annesi bu haldedir; sürekli uyumakta, uykuya kaçmaktadır. Aya, Ziyad’ın yaptığı bu açıklamalara büyük oranda ikna olur, ancak simülasyonu hayal etmeye çalıştığında karmaşaya girer.
“Bunu [simülasyonu] hayal etmeye çalış[mak] […] sanki dünyanın sonu geldikten sonra ne olacağını hayal etmeye çalışmak ya da güneşin tüm gücünü hayal etmeye çalışmak gibi. […] Bu anlaşılmaz bir deneyimdi ve her şeyi kapsayan bir deneyimdi.”
Aya’nın bu iki dünya –rüyalarla uyanık yaşam– arasında gidip gelebilmesini sağlayan ağabeyidir; ne var ki, Ziyad’ı rüyalarında görmemeye başladıktan sonra onun da bu imkânı kalmaz, oysa “neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin gerçek olduğunu ve neyin sadece hayal ürünü bir dünya olduğunu bilmeden bu şekilde yaşamaya devam etmesi mümkün değildi[r].” Tecrübe etmeye çalışmaktan başka çaresi yoktur. Elindeki tek veri Ziyad’ın dikkat çektiği bir ayrıntıdır. Kuşlar simülasyonun içerisinde hep aynı örüntüyle ötmektedirler. Bilimkurgunun bir gelecek tasavvuru üzerinden şimdiyi ve geçmişi sigaya çekmesinin bir örneği olarak değerlendirilebilir bu öykü. Filistinlilerin yeni zamanların, yaşanan değişimlerin gerekleri üzerine odaklanmak, yeni yollar, yöntemler aramak yerine bir zamanlar yaşandığı varsayılan asude zamanları hedef olarak önlerine koymalarının birçok kez çıkışsızlığa götürdüğünün alegorik bir ifadesi. Kuşkusuz, bir edebiyat metni olduğu için neler yapılması gerektiğini ifade ya da dikte etmiyor, sadece uyarıyor; bugüne dek denediğimiz yolun yegâne yol olduğunu düşünmeyelim, içinde bulunduğumuz dünyanın mutlak olduğu, alternatifsiz olduğu yanılsamasına (“rüyasına”) kapılmayalım diyor.
“EN YAŞLISI NEKBE’DEN 9 YIL SONRA, EN GENCİ DE 49 YIL SONRA DÜNYAYA GELMİŞ OLAN BU 12 YAZAR YAŞADIKLARI ZAMANDAN YAKLAŞIK ÇEYREK ASIR SONRASINI TAHAYYÜL ETMİŞLER.”
Simülasyon ya da sanal gerçeklik Saleem Haddad’ın öyküsünde bir tuzak, bir kapanma, kapatılma hali; oysa başka öykülerde simülasyonun bir özgürleşme imkânı halini aldığını da görüyoruz. Emad El-Din Aysha’nın “Dijital Ulus” öyküsü bunlardan biri. Bir Şabak (İsrail istihbarat örgütü) şefinin dünyasından bakılarak anlatılan bu öyküde Birleşik Filistin Devleti vizyonunun çok mükemmel ve ayrıntılı bir şekilde simüle edildiğini görüyoruz; dahası, paten kayan siber çocuklardan, Amazon’un teslimatçısını bekleyen yalnız ev kadınlarına kadar bütün İsraillilerin kullandıkları sanal gerçeklik konsollarına bu simülasyonu içeren bir virüs sızdırılmıştır. Bir sonraki hamle İsrail’deki bütün ekranlardaki (okullarda ya da borsada) harflerin Arap alfabesine dönüşmesi olur. Daha sonraki aşamaysa şöyle:
Eski moda fiziksel sokak tabelaları olmasaydı insanlar hangi ülkede yaşadıklarını bilemeyeceklerdi. Sanal tur rehberleri, e-kitaplar ve çevrimiçi atlaslar turistlere aslında Filistin’de olduklarını söyleyerek kendilerini yeniden yazmaya ve tüm İbranice isimleri 1948 öncesi Arapça isimlerle değiştirmeye başladı. Matbaa makineleri bile hack’lendi, bu da bütün atlasların Arapça basılıp Filistin bayrağıyla damgalandığı ve kurtuluş gününe hazırlık amacıyla altüst edildikleri anlamına geliyordu.
Çok geçmeden İsrail’in üzerinde süzülen sabit uydulara virüs bulaştı ve ülkeye gelen tüm dijital sinyaller Arapça oldu. Plak şirketleri battı. Müzik kanalları kapanmaya başladı. Müzik sistemleri, mp3 çalarlar, akıllı telefonlar, hepsi kendiliğinden çalışıyor ve 1948’in hit single’larını çağdaş Arap grime’leri, rap ve R&B’ye karıştırarak çalıyordu.
Virüsün yayılmasından söz edilirken dünyanın farklı yerlerindeki yeni yetmeler de gündeme geliyor haliyle:
Teknik olarak Filistinli olmalarına rağmen iki çocuk farklı ülkelerde büyümüşlerdi ve sanal oyun ortamını gerçekten ‘ev’ olarak adlandırıyorlardı. Herhangi bir yeni çılgınlığın veya meme’in nereden kaynaklandığı –coğrafi olarak konuşulduğunda– onlar için önemli değildi. Eğer trendse, bunu istiyorlardı. Ve halihazırda trend olan şuydu: Siberuzaydan dünyadaki her sohbet odasına aynı anda yapılan, dünyanın ilk sanal hükümetinin kurulduğunu ilan eden bir duyuru. Görünüşte bu çoğu oyuncunun adını hiç duymadığı, çoktan ölmüş tarihî kişiliklerden oluşan bir konseydi: Ebu Ammar, Hanan Aşravi, İzzeddin El Kasaam, Ebu Ali Mustafa, Musa Sadr ve başkaları. Her birinin kendi bakanlık makamı vardı ve oyuncunun görevi bunlardan birini seçmek ve acil ekonomik ve uluslararası zorlukları ele almak için onlarla birlikte bir kabine kurmaktı. Ancak bunu The Sims’in ayrıntılı bir versiyonundan ayıran şey, gerçek dünyadaki sorun ve taleplerin oyunun içine konmuş olmasıydı.
Ahmet Masoud'un “Uygulama 39” öyküsünde de iki hacker çıkıyor karşımıza: Rayvan ve İsmail. Bu ikisini tanıdığımız sırada Filistin şehirlerinin birbirleriyle bağlantısı havadan ve karadan kesilmiş durumdadır. Ancak şehirler arasında (her biri artık birer şehir-devlettir) yeraltında, tünellerden oluşan bir ağ şebekesi bulunmaktadır ve bu tünellerde asansörler çalışmaktadır. Rayvan ve İsmail 2025 yılında başlayan savaşın ardından ailelerinin yanına dönememişlerdir. Birbirleriyle fiziksel bağlantı kuramayan Filistin şehirlerinin kendilerini bağımsız devlet ilan etmeleri de tam bu dönemin ertesidir.
20. yüzyılın sonundan beri hava yolculuğu mümkün olmadığından şehir devletleri tünel açmaya koyulmuş ve Hamas’ın açtığı eski püskü deliklerden başlayarak yeniden birbirleriyle temas kurmuştu[r].
Öykünün anlatıcısının 2025 Savaşı öncesi dönemi “Hamas ve el Fetih yönetimi [zamanları]” diye andığına dikkat çekmek isterim – bu, geleceği anlatırken şimdinin bir resmini de vermeye örnek sayılabilir.
Rayvan ve İsmail’in hacker olduklarını belirttim ama düşman ülkenin sistemlerini “hack”lemiyorlar. Aksine, kendi devlet başkanlarının imzasını taklit ederek 2048 Olimpiyat Oyunları’nın Gazze’de yapılması için başvuruyorlar. Bu sahteciliğin bu ikisinin başının altından çıktığı öğrenilince, üst düzey bir kadın yönetici, Lamma onları Gazze şehir devletinin başkanına götürür; Lamma’nın hiç ummadığı şekilde olimpiyatlara ev sahipliği yapma fikri başkanın aklına yatar. Başkan bunun bütün Filistin şehir-devletlerini bir araya getirmek için bir fırsat olabileceği kanısındadır. Başkanın yanından ayrıldıklarında Lamma onlara bu işin nasıl olacağını sorar.
Şehrin genişliği sadece altı kilometre iken bir maratona nasıl ev sahipliği yapacağız? Ya da kürek, yelken, uzun mesafe yüzme gibi su sporlarını – sadece iki mil uzunluğunda bir kıyı şeridimiz varken?
Yanıt, tahmin edileceği üzere, “tüneller inşa etmektir” yine. İki millik sahil boyunca da yüzme yarışları yapılabilecek şeritler yapılabilir; dalış için de denizin dibi kazılabilecektir.
Bu projenin sorunsuz biçimde hayata geçirilmeyeceğini söylememe gerek yok sanırım. Ahmet Masoud öyküsünde sorunun kaynağı olarak sadece İsrail’i değil, bir başka şehir devletini de işaret ediyor. Belli ki Filistin’in temel sorunlarından birinin bölünmüşlük olduğunun altını çizmek istemiş.
Sanal gerçekliğin yanı sıra sanal bir duvar öyküsü de var kitapta. Majd Kayyal’ın “N” öyküsünden bahsetmiştim, aynı coğrafyada paralel iki dünya vardı o öyküde. Anwar Hamed’in “Anahtar” öyküsündeyse bir “yerçekimi duvarı” bulunuyor. “Belirli coğrafi koordinatlar boyunca yerçekimsel alanın atomaltısal ‘kurcalanması’ ile oluşturulan şeffaf bir kalkan”dır bu duvar. “Yalnızca doğru çipe (yeni doğanların hepsinin boyunlarına yerleştirilmiştir) ve doğru kodu bulunan çiplere sahip olanlar” yerçekimsel bozunumun duvarda açtığı kapılardan geçebiliyordur.
Böyle bir duvarın inşa edilmesinin iki nedeni vardır. Birincisi, evlerinden yurtlarından gönderilmiş Filistinlilerde ve onların çocuklarıyla torunlarında bir gün evlerine dönme fikri halen capcanlıdır. Nitekim öykünün İsrailli anlatıcısı, yerçekimi duvarının inşasına karar veren kurumda çalışan dedesinin silahtan çok Filistinlilerin ellerinde tuttukları, bir zamanlarki evlerinin anahtarından korktuğunu belirtir. Dedesi gibi düşünenler bu “yerçekimi duvarını” inşa etmeye karar vermişlerdir, çünkü gerçek duvarların bir işe yaramadığını görmüşlerdir. Psikolojik olarak bu beton duvarlar ters etki yaratmaktadır.
Ne var ki, bu şeffaf duvar da çözüm olmayacaktır, çünkü duvarı somut olmaktan çıkarmışlarsa da evlerinin kapılarındaki kilitler bütün somutluğuyla durmaktadır.
Gelecekte geçen öykülerde rastlamaya şaşırmayacağımız bir olgu da uzaylıların dünyaya gelmesi değil midir? Talal Abu Shawish’in “Son Uyarı” öyküsünde de onlar var. Öykü Ramallah’ta ve Yahudi yerleşimcilerin şehri Modi’in İllit’te geçiyor. Bir sabah bu bölgelerdeki insanlar zamanın durduğu ve bütün elektronik aletler bozulduğu bir dünyaya uyanırlar. Bölgedeki Müslümanlar da, Yahudiler de, Hıristiyanlar da paniklemişlerdir; kıyametin geldiğini düşünmektedirler ve bütün cemaatlerdekiler kendi ruhbanlarının çevresinde toplanırlar. Bu sırada devasa bir uzay gemisinin farkına varırlar, ardından oradan gelen bir ses işitilir. Önce dünyanın bu bölümünün yüzeyini yok etmenin onlar için anlık bir iş olacağını söyler bu ses ve son bir uyarı için geldiklerini belirtip devam eder:
Gezegeninizin yüzeyinin bu küçük bölümündeki mücadeleleriniz, gezegeninizin yüzünden çok yörüngesinde, doğrudan ve dolaylı olarak sınırlarının ötesinde ve bilinen evrendeki benzer büyüklükteki başka herhangi bir alandan daha fazla gerilime ve çatışmaya neden oldu. Çatışmanız bütün gezegenin yüzeyindeki çatışmalar için bir sembol, bir vaka çalışması, bir metafor, bir paratoner, boğaya gösterilen kırmızı bir bez görevi görüyor. Bir bütün olarak gezegenin istikrarını tehdit etmeye devam ederek aynı zamanda daha geniş galaksinin istikrarını da tehdit etmiş oluyorsunuz.
İnsanlar bu uyarıyı ciddiye alırlar ve uzay gemisi gittikten sonra düşünceli bir şekilde dağılırlar. Gelgelelim, Modi’in İllit’e doğru yola çıkan yerleşimciler öykünün sonunda yeni bir duvarın inşa edilmiş olduğunu fark edeceklerdir – politikacıların, yöneticilerin tek bildiği çözüm budur çünkü.
Palestine +100’deki iki öyküdeki gelecek tasavvurlarının çakıştığı noktaysa yapay, robotik vücut uzuvları yapılabilmesi. 1948’den, Nekbe’den bu yana süren savaş ve çatışmalarda hayatını kaybedenlerin yanı sıra on binlerce insanın sakat kaldığı hatırlandığında, Filistinli yazarların geleceği tahayyül ederlerken bu konuyu da gündeme getirmiş olmalarına şaşırmamak gerekir. Yine dikkat çekici bir başka ortak nokta da, öykülerin pek çoğunda teknolojiyle beraber denetim ve kontrolün de yeni yol ve yöntemlerinin bulunmuş olması. Distopik bilimkurgularda çok sık rastlarız buna. Teknolojinin özgürleşmeyi değil tutsaklığı, egemenin denetleme/gözetleme gücünü artıracağı hususu, bilimkurgu türünün ilk zamanlarından bu yana üzerinde çok sık durulan bir izlek. İşin ilginci “gerçek hayattaki” durum da “kurmaca”dakinden farklı değil! Özel olarak da İsrail’in Filistinliler üzerinde savaş zamanlarındaki katliam ve soykırımlarının yanı sıra sözümona barış zamanlarında da üst düzeyde kontrol ve denetim mekanizmalarını devreye almış olduğu da bir başka realite. Kitaptaki öykülerden birinde, Tasnim Abutakbih’in “İntikam” öyküsünde dikkatimi çeken bir ayrıntı da şu oldu: Bu öyküde İsrail’in kuruluş yıllarında bazı Filistinlilerin İsrail’e toprak satmış olmaları bahsi geçiyor, ancak bu satışların büyük oranda iradi olmadığı ifade ediliyor. Bir kez daha geleceğin dünyasını düşünür, hayal etmeye çalışırken geçmişi de gözden geçirmekten geri durulmadığına tanık olduğumuz söylenebilir.
“KİTAPTAKİ ÖYKÜLERDE HAFIZA KONUSUNUN DA SIKLIKLA ÜZERİNDE DURULMUŞ. HAFIZANIN BİR TÜR ‘SANAL’ GERÇEKLİK GİBİ ELE ALINMASI DA İLGİNÇ BİR HUSUS.”
Son olarak, biraz da kitapta yer alan öykülerin en uzun ve en muzip olanına değinmek istiyorum. “Çamur Topağı Çocuğunun Laneti” isimli bu öykünün yazarı Mazen Maroof. Filistinlilerin evlerine el konup göçe zorlanmaları ile duvar meselesi bu öyküde bir arada ele alınıyor. Öykünün anlatıcısı büyükannesi ve kız kardeşiyle daha önceleri köyün en sonundaki evde oturmuştur, birkaç metre ilerilerinde de bir duvar bulunmaktadır; Filistinlilerin köyüyle yerleşimcilerin kibbutz’larını ayıran bir duvardır bu. Duvarın arkasında babaannesine ait bir guava ağacı vardır – tabii ki sadece guava ağacı değil, onun yükseldiği arazi de bir zamanlar yaşlı kadınınmış, ama artık Amir adında bir kibbutz’lu orada yaşamaktadır ve ağaca bakmaktadır. Bu halin geçmişteki durumu hayli andırdığı söylenebilir; Nekbe öncesiyle sonrasını. Peki, yüz yıl sonra durum nasıldır? Öykünün giriş cümleleriyle anlatmaya çalışayım.
Her zaman bir süper kahraman olmak istedim. Dünyayı, hatta Falasta’daki bütün çocukları kurtarmak istemezdim. Hayal gücünü çalmaya geldiklerinde kız kardeşimi korumak isterdim sadece. Bana nasıl bir süper kahraman olmak istediğimi soracak olursanız, şunu söyleyebilirim: Çocukların bedenlerindeki mikropları ve bakterileri takip edip yok edebilecek kadar küçük bir yaratık.
Ülke Falasta ve Büyük İsrail olarak iki parçaya bölünmüş durumdadır ve elbette bu ikisinin arasına bir duvar inşa edilmiştir. Duvarın üzerine Büyük İsrail’e geçmeye çalışan bir sivrisinek bile olsa onu öldürecek elektrik şokuna maruz bırakacak detektörler yerleştirilmiştir. Bir de gökyüzünde Dabraya Yıldızı adı verilmiş bir yapay uydu vardır; bu uydu graviton parçacıklarından oluşan yerçekimi rüzgârı yayıyordur. (Anwar Hamed’in “Anahtar” öyküsündeki “yerçekimi duvarı”nı hatırlayabiliriz burada.) Rüzgâr her gece esmekte ve Falasta’nın çocuklarından gün boyunca hayal ettikleri her şeyi almaktadır. Toplanan hayal güçleri Dabraya’ya çekilip orada depolanıyor, ihtiyaç duydukları anda Büyük İsrail’deki çocukların zihinlerine yerleştiriliyordur. Ancak hayal güçleri zarar görmüş Yahudi çocuklarına Güney Falastalı çocukların hayal güçlerinin ışınlanmasının olumlu sonuçlar doğurmadığını da aktarır anlatıcı. “Kendilerini başka, yabancı bir çocuğun hayal gücüne hapsolmuş gibi hissetmelerine neden oldu ve bu da onları çıldırttı.” (Başkasının hayal gücüne hapsolmak bahsinde de Saleem Haddad’ın yukarıda andığım “Kuşların Şarkısı” öyküsünü hatırlamak mümkün. Orada da Ziyad atalarının nostaljisine, hatıralarına hapsolmaktan söz ediyordu.)
Bu arada Dabraya Yıldızı’nın neden olduğu graviton rüzgârı anlatıcının hayal gücünü çalamamıştır. Anlatıcı mikropları takip eden küçük yaratık, robomikrop üzerine o kadar çok düşünmüş, bu hayali zihninin derinliklerine öyle bir yerleştirmiştir ki, graviton rüzgârı hayal gücünü ondan çalamamıştır. Robomikrobu bu kadar sık hayal etmek ona bağışıklık kazandırmıştır.
Bu uzun öyküyü Mazen Maroof yukarıdakilere benzeyen birçok metaforla sürdürüyor. Hepsinden söz etmek bütün öyküyü özetlemeyi gerektirir, ama anlatıcının makineli tüfek kurşunlarından korunmak için ağzını çamurla doldurduğunu, bu yüzden bir çamur topağına dönüştüğünü, bu sayede de hayatta kalan son Falastalı olduğunu ekleyebilirim. Bir de şunu: Son Falastalının bünyesinde bütün Falastalıların enerjisini taşıdığını Büyük İsrailliler biliyorlardır; bu nedenle de onu cam bir küpte muhafaza ederler – ölecek olması durumunda açığa çıkacak enerjiden korkulmaktadır. Bu arada, Falasta’nın varlığı sona erdikten sonra kibbutz’lar giderek daha da genişlemiş, daha önemlisi toprak, sınırlar, nehir suları, meyve ve öbür birincil kaynaklar konusunda kendi aralarında anlaşmazlıklar yaşanmaya başlamıştır. Bir yandan da kibbutz’larda yaşayanların önce bahçelerinde, sonra her tarafta Falastalı hayaletler görmeye başladıklarını öğreniriz. Palestine +100’deki öykülerde en sık rastlanan ortak unsur sanırım hayalet. Bunların bazısına yazı boyunca değindim, ancak bu öyküde Maroof bambaşka bir yerden bakıyor hayalet metaforuna. “Aslına bakılırsa hayalet olanlar kibbutznik’ler de olabilir pekâlâ.” Anlatıcının Yahudi arkadaşı Ze’ev’in Yahudi çocuklara sorduğu şu soru da bu olasılığı gündeme getiriyor:
“İçinizden biri bizim değil de onların hayalet olduklarını kanıtlayabilir mi?”
NOTLAR:
[1] Palestine +100, derleyen: Basma Ghalyini, Deep Vellum Publishing, 2022, 192 s.
[2] Bu öykü Türkçede Filistin’in Çocukları/Hayfa’ya Dönüş ve Diğer Hikâyeler (Gassan Kanafani, çev. Seher Özbay, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2010, 221 s.) başlık kitapta yer alıyor.