Çağdaşını tanıklığa çağırmak:
Nazar Büyüm’ün Agos yazıları
“Nazar Büyüm, belleğinden topladığı karşılaşma/temas anlarına, entelektüel uğraşlarına ve birikimine, yazdığı günün bir büyük tarih içindeki yerine dair düşüncelerine değinen bu köşe yazılarında ‘ben’ demeden yazabilmeyi başaran bir tatlı söz ustası, kendini gizlemediği halde köşe mekânının odağına da almayan bir hoşsohbet anlatıcı.”
Nazar Büyüm
Anı, söyleşi, otobiyografi kitaplarının, köşe yazısı ve mektup derlemelerinin edebiyat tarihinde apayrı bir yeri, okura verdiği bambaşka bir lezzet var: Hem yazar ‘kahramanlarımızın’ metnin bizatihi sesi ve malzemesi olduğu hem de kendi yaşamı, yazısı/üretimi, duyguları üzerine düşünen yazarın, bu vesileyle bizi başka ‘kahramanlarla’, mekânlarla, dönemlerle buluşturduğu kitaplar bunlar. Sözgelimi, Tomris Uyar’ın günün hangi saatinde, hangi yemekle hangi içkiyi tercih ettiğini, Sevim Burak’ın antika merakını, Bilge Karasu’nun kendine özgü yalnızlığını bu kitaplardan öğreniriz. Bir hatırlama, toplama, kurgu, pastiş, tanıklık uzamı oldukları kadar –ve belki daha ziyade– gelecekteki okura anlatma, aktarma ve tarihe yazma, tanıklığa çağırma anlatılarıdır.
Nazar Büyüm’ün 2018’de Agos Yayınları’ndan çıkan kitabı, Dönüp Baktığımda, böyle bir anı-hafıza (tanıklık-tanıklığa çağırma) kitabı. Büyüm, kitapta bir araya getirilen, Nisan 2014 ile Aralık 2015 tarihleri arasındaki haftalık yazılarında, Develi-Kayseri’de geçen çocukluğundan Üsküdar’daki Ermeni ruhban okulu Surp Haç Tıbrevank’taki ortaokul yıllarına; İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümünde başlayıp Londra ve Almanya’da devam eden öğrenciliği sırasında edindiği dostluklara; kurucusu olduğu Adam Yayınları, Ajans Ada ve bir tek film yapmış ADAF yapım şirketi gibi birbirinden farklı alanlarda edindiği mesleki tecrübelerine; yaşamında iz bırakan şarkılara, türkülere, şiirlere, şiir çevirilerine ve tüm bunlarla yoğrulan politik tutumuna, demokratikleşme umuduna, barış arzusuna yer veriyor.
Çocukluğundan tatlı bir güne de, ailesinin İstanbul’dan gelen misafirlerine sunduğu yemeklerin tariflerine de, ortaokul arkadaşlarıyla hazırlandıkları bir Shakespeare oyununun temsil gününde yaşanan komik olaylara da rastlayabilirsiniz bu yazılarda; Türkiye’de Ermeni olmanın ağır hafızasına/yüküne, 1980’lerin sivil ve siyasi mücadelelerine, 2015 yılının karanlık günlerine de… Renkli, canlı, coşkulu ve her daim zarif; vefa duygusuyla, şiirin, şarkıların, edebiyatın, arkadaşlıkları hakkıyla yaşamanın, ele ele yürümenin, öğrenip büyümenin hazzıyla dolu yazılardan giderek karanlıklaşan ülke gündeminin ağırlığı altında bunaldığı sezilen bir zihnin gamlı, endişeli yazılarına varırsınız.
Ama bu kaydın en çarpıcı yanlarından biri de şu olmalı: Nazar Büyüm, mesela Adam Yayınları’nın yerli yayınlar editörü ve Adam Sanat dergisinin yayın yönetmeni Memet Fuat’ın Konuşmalar’ında[1] duyulan, yayıncılık ve çevirmenlikte bir otorite kabul edilmenin biçimlendirdiği –veya yalnızca önceki kuşağın terbiyesinden gelen– o kendinden emin, pek tonun aksine, belleğinden topladığı karşılaşma/temas anlarına, entelektüel uğraşlarına ve birikimine, yazdığı günün bir büyük tarih içindeki yerine dair düşüncelerine değinen bu köşe yazılarında ‘ben’ demeden yazabilmeyi başaran bir tatlı söz ustası, kendini gizlemediği halde köşe mekânının odağına da almayan bir hoşsohbet anlatıcı. Sesinin en derin, en içten, en emin tonlarında, bizzat tanımadığınız birinin ‘acı ve zafer’le örülü yaşamını takip etmekten ziyade bir yakın tarih okumasına, güncel bir konumlanışa, tanıklığa çağrıldığınızı duyabilirsiniz böylelikle.
Sırf bu yazılar için Ermeniceden, eski Türkçeden, İngilizceden çevirdiği şiirler, şarkılar, baladlar da birer büyük armağan gibi. Mesela, bir köşe yazısında Türkçeye kazandırdığı, özgürleşme arzusu ve ironi yüklü bir kadın sesi, Beat Kuşağı şairlerinden Diane di Prima’nın Kocama Kaside Olarak Yazılmış Şiir’i:
“Benimle yaşamak da pek kolay olmadı sanırım,
darılıp kırılmalarım, iniş-çıkışlarım, yalnız kalma
çabalarım
aslan burcu gururum ve ağlamalarım yatakta sen
uyumaya çalışırken
ve sen, bin şiir arasında araya girip
“aradın mı sigortacıyı?”… Hele tükettin ya
o şiiri
nebraska tepelerinden coloradoya geçerken tam,
odetta
şarkı söylüyor, tüm dünya şarkı söylüyor
içimde
havada yaktığımız devrim ateşinin zaferi
ben tam bunları kalıba dökerken, sen
sen tut karbüratöre yok ne olmuşu söyle
söyle de herşey uçuşup yitsin”
…
(“‘Beat’ kuşağı”, s. 197)
Karşılamalar, temaslar, yoldaşlıklar
Böyle sayısız şiir ve şarkı sözü çevirisi var Büyüm’ün yazılarında; aynı zamanda yolunun kesiştiği, yoldaşlık, dostluk ettiği sayısız kişi: Ruhi Su, Joan Baez, Safiye Ayla, Ara Güler, Fikret Adanır, Mina Urgan, Demir Özlü, Yaşar Kemal, Vedat Türkali, Vahan Acemyan, Zahrad, Sarkis Çerkezoğlu, Celal Sılay, Cevat Çapan, Aziz Nesin, Akşit Göktürk, Onat Kutlar, Murat Belge, Aslı Erdoğan, James Baldwin… Büyüm’ün dilinden okumanın zevki bir başka olsa da, okuru ‘sahibinin sesi’ne davet eden iki örnek:
Önce muzip bir Yaşar Kemal anısı. Nazar Büyüm, Türkçe edebiyatın dev romancısı olarak gördüğü Yaşar Kemal’le 1963’te tanışır, 1960’larda Cağaloğlu’nda ve Türkiye İşçi Partisi toplantılarında sık sık rastlaşırlar. 1981’de kurduğu Adam Yayınları’ndan Yaşar Kemal’in tüm kitaplarını, sonradan da Bir Ada Hikâyesi serisinin ilk üç kitabı yayımlar. 1997’de, Yaşar Kemal’in Frankfurt Kitap Fuarı’nın Alman Yayıncılar Birliği Ödülü’nü alması üzerine yayınevinin Beyoğlu, Küçükparmakkapı Sokak’taki binasında bir basın toplantısı düzenlerler. Ödülünü almak için gittiği Almanya’da, Günter Grass’la birlikte katıldığı bir toplantıda “Kürt meselesinde hâlâ müthiş bir eksiklik var. Türkiye’de Kürtçe yasağı kalktı, ancak bir dil eğitimsiz, edebiyatsız gelişemez. Kürtçe kursları var, ancak Kürt dilinde eğitim yok. Bu Türkiye’ye yakışmıyor” diyen[2] Yaşar Kemal’e, onun diline, “anlatımda eriştiği zenginliğe” (s. 272) ve muhtemeldir ki toplumsal duyarlığına, sanatçı personasına sevgisini ve hayranlığını birçok kez ifade eden Nazar Büyüm, basın toplantısının açılış konuşmasında şunları dile getirir:
“Yazarlar, şairler, müzisyenler, ressamlar karanlıkta bize yol gösteren yıldızlardır. Umutlarımızın kırıldığı anlarda, kendimizi yitik duyduğumuz zamanlarda bize o yıldızlar yol gösterir, yolumuzu o yıldızlar aydınlatır.
Kimi büyük sanatçılar ise tek bir yıldız değil, takımyıldızlar, yıldız takımadalarıdır. İşte Yaşar Kemal de öyle bir yıldız takımadasıdır. Hangisi derseniz, Büyük Ayı…” (“Ali Murad’a ‘Emmim’ der…”, s. 275-276)
Büyüm, bu sözler üzerine “Ulan eşoğlusu” ‘iltifatıyla’ masanın altından ayağına sert bir tekme yediğini söylüyor ve şairliğinden gelen şu duygulu dörtlükle tamamlıyor yazısını:
“Göçtün gittin Yaşar Kemal,
Kim taşıyacak şimdi seni?
İri ağır gövdeni değil,
Bıraktığın gölgeni?”
Bir diğer anı: Nazar Büyüm, İngiliz Filolojisi’ndeki öğrencilik yıllarında Murat Belge’yle, Belge’nin ailesinin Ziverbey’deki evlerinde üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte geçirdikleri günleri, o günlerin imrendirici güzelliğini duyurarak anlatıyor:
“Annesi Cavidan Hanım bize yemek hazırlardı. Orda, odada, kimimiz yerlere serilmiş, kimimiz koltukta, iskemlede, cigara dumanları, şarap şişeleri arasında hem günü gündemi konuşur hem de pikapta müzik dinlerdik. Caza, blues’a, Amerikan Britanya folkloruna kapılarımın ilk açıldığı yerdir orası desem yanlış olmaz.” (“Ziverbey Günleri”, s. 86)
İlerleyen yıllarda Türkiye’nin düşün yaşamında, edebiyat ve eleştiri geleneğinde, akademisinde etkili kimseler olacak bu bir grup genç, Cavidan Hanım’ın konukseverliğiyle o yaşlara özgü, adeta büyülü bir benlik inşası sürecini adımlarken, acıları paylaşmayı, dayanışmayı da ihmal etmez. Belge’nin Demokrat Partili babası Burhan Belge 1960 darbesinin ardından önce Yassıada’ya, sonra Kayseri cezaevine götürülmüştür. Büyüm ve Belge 1963 kışında birlikte yola düşer, trene binip önce Develi’ye, Büyüm’ün ailesinin evine gider, bu sıcak aile ortamında birkaç gün geçirdikten sonra da cezaevinde Belge’nin babasını ziyaret ederler. Katı cezaevi koşullarını, mahpusların çilesini, ailelerin üzüntüsünü gören Büyüm, “O ziyareti, aralarında ‘devr-i saadet’ diye adlandırdıkları iktidar günlerinden sonra ortaya çıkan o perişan manzarayı hiçbir zaman unutmadım” diye yazıyor. (s. 88)
Ne o ‘perişan manzarayı’ ne de bildiği, tanık olduğu başka perişanlıkları unutmamış olmalı ki, 2014’ün sondan bir önceki yazısını mahpuslara ayırıyor Büyüm. Yeni bir yılı karşılama heyecanının yaşandığı aralık sonlarında, “Denizleri, Ulaşları, Mahirleri akla getirelim. Nâzımlar’ı düşünelim” çağrısıyla okurunu hapistekileri unutmamaya, mümkünse onlara mektup yazıp kitap göndermeye davet ediyor. (“Mapusane çeşmesi yandan akıyor”, s. 212)
Barışı kurmak, barışı kaybetmek
Barış elbette kaybedilecek, en azından kaybedildiği kabullenilecek bir şey değil. Bu kitap eşliğinde çok değil, bir on yıl geriye dönüp bakmak, olanakları ve sınırlılıkları her ne olursa olsun bir barış sürecinin tartışılabildiği günlere dönmek, bugünkü toplu mutsuzluğun, yalnızlaşmanın, yavanlaşmanın kısa tarihini hatırlamak için de önemli; umudu, neşeyi, bir zaman dilimine ve topluluğa yayılan ‘iyi olma’ duygusunu hatırlayıp onu özlemek, geri çağırmak için de. Dönüp Baktığımda’da yer alan yazıların ikinci bölümü bizi 2015 yılına götürüyor ve o dönem anlatılır, yazılır hale gelen (geldiğini hatırladığımız) yüz yıllık kurucu ethos’la yüzleştiriyor.
Nazar Büyüm’ün ismini aldığı, hiç tanımadığı dedesi Nazar Keyişyan, Everek’te kurulacak Amerikan Koleji’nin yer belirleme, arazi edinme, tapu işlemleri gibi hazırlıklarına yardım ettiği için 1915’te götürülür ve bir daha geri gelmez. Babası, demirci Arsen Usta, “hem öksüz hem yetim” (s. 288), Müslüman olmayan toplumlardan genç erkeklerin yol ve havaalanı inşaatında çalıştırıldığı 20 Kur’a Nafıa askerliğine çağrılır, dönüşünde Varlık Vergisi çıkar, ailesi maddi güçlüklerle yaşamını devam ettirmek zorunda kalır. Nazar Büyüm, hem ilkokuldan sonra parasız-yatılı sınavına girmek istediğinde, hem üniversitede Ankara Siyasal Bilgiler’i tercih etmesinin yerinde bir karar olup olmadığından kuşkulandığında, Ermeniliği önüne bir engel olarak çıkar, ayrımcılığa uğrar. 1981’de Yurt Ansiklopedisi’ni yayımladığında, A harfinin Adana maddesinde Ermeni Krallığı işlendiği için dava edilir. Yine 1986’da, Ana Britannica’nın Adana’yı konu alan 2. fasikülünde Kilikya Ermeni Krallığı açıklandığı için ihbar sonucu hakkında dava açılır. (“Babeuf Davası”, s. 149) ‘Öteki’ varsayılmanın her kuşakta yeniden şekillenen tecrübesi…
Bu tecrübe ve tanıklıklarda yerleşmiş acıyı duymamak mümkün değil; ama yazılar acıyı tarif etmekle bırakmıyor, bir daveti, anlamaya, tanımaya bir çağrıyı, ortak bir yol, bir gelecek arayışını, çıkış umudunu da dile getiriyor. Latife Tekin, “Acılardan, içimizdeki karmaşadan, bizi etkileyen olumlu olumsuz şeylerden okuru azat ederek onlara bir hikâye anlatmak hüner ister” der.[3] Büyüm’ün hüneri de bu; okurunu tarifsiz, anlatılmaz bir acıya düğümlemek yerine bu acıdan hep birlikte ‘azat olmanın’ yolunu aramak; ‘barışı kurmanın’ kelimelerini üretmek.
Bir örnek: 1964-1965 arası Almanya’daki öğrenciliği sırasında, Alman gençlerinde nedenini tam anlayamadığı “bir durgunluk, bir ‘olgunluk’” gözlemlediğini söylüyor ve “sonra sonra tüm o gençlerin anne-babalarının, dayı-amcalarının 2. Dünya Savaşı’nı yaşamış insanlar oldukları kafama dank etti” diyor:
“Dachau, Auschwitz, Birkenau, Treblinka ve nihayet Nurnberg onların gençliğinde, ergenliğinde yer bulmuş, benliklerinde yer tutmuştu. Bundan kaçış yoktu; (…) öyle olaylar, öyle bir tarih geride bırakılamıyordu; arkadaşlık ettiğim bu gençler, işte o yılların, 1930’ların, ‘40’ların ebeveynlerinden devraldıkları ağır yükle maluldular.” (“Büyük suç… Büyük vebal”, s. 319)
1980’lerde Almanya’ya seyahat eden ve III. Reich’ın Alman toplumunda henüz çok taze olan belleğini araştıran Füruzan’ın gözlemleri ve sezgisi de buna çok yakın. Füruzan’dan, Büyüm’ün ‘ağır yükle malul’ teşhisi koyduğu kuşağın “anısızlığı edindiğini”, susma duvarı ardına çekildiğini öğreniyoruz:
“Böyle bir küçük aile biriminin yakın tarihleri için yapılan yayınlar, tartışmalar içindeki suskunluğunu düşünebiliyor musunuz? Ailenin babası (…) o yıllarda yaşamamışçasına davranıyor. Oğluysa babanın doğum tarihini unutmaya gönülden hazır. Torun ise henüz susamayacak kadar küçük, ‘Hitler kazansaydı ne olurdu?’ diye soramaz mı? Sorar ama yanıt alamaz. Ya da aldığı yanıt tarihin onlara öğrettiği değil, dedenin savaşta olmadığını kanıtlayacak, küçüğün babasının da buna kesinlikle inanmaya hazır olduğu bir yanıt olabilir.”[4]
Nazar Büyüm, yazının devamında, bu susma duvarı yıkıldığında, kaçınılmaz olan gerçekleşip hakikat ortaya çıktığında, dedelerinin işlediği suçları (açıkça yazarsak, soykırım faili olduklarını) öğrenen gençlere ne olacağını soruyor ve yukarıda ‘azat olmanın yolunu aramak’ şeklinde ifade ettiğim şu sorumluluğu işaret ediyor:
“(…) Bugün bizim en başta gelen sorumluluğumuz, o günün gençlerini bugünden dikkate almak, onların kaçınılmaz derin travmasını nasıl sağaltacağımızın çarelerini bugünden düşünmektir.” (s. 321)
Ve aynı sorumluluk hakkında, bir başka yerde, Hrant Dink’i yankılayan sözleri:
“Gelecek nesillerin (…) kinden, garezden, bağnaz düşmanlıktan arındırılmaları gerekir. Böyle bir geleceğin hazırlanması hepimizin vicdani ödevidir.” (“Aşkale’nin kurtuluşu”, s. 327)
Demek ki susmanın, susturulmanın bir mühleti olduğuna kani olmalı. Nazar Büyüm’ün, 1967’de İstanbul’da yaşadığı dönemde bizzat tanıdığı ve uzun bir söyleşi[5] yapma fırsatı bulduğu James Baldwin, Bir Vatan Evladının Notları’nda şöyle yazar:
“(…) Siyah bir yazar olarak benim için esas zorluk, toplumsal durumumun getirdiği muazzam talepler ve fazlasıyla somut tehlikeler dolayısıyla, kendi tecrübeme fazla yakından bakmaktan men edilmiş olmamdı.”[6]
Bu zorluğu kavrayabilmek, o ‘muazzam taleplerin ve tehlikelerin’ farkında olmak, ‘kendi tecrübesine fazla yakından bakmaktan men edilmeyi’ anlayabilmek, işitebilmek önemli ve çaba isteyen bir iş. Köklü bir konumdan ayrılmayı, bir kuşku odağına –ötekine, yabancıya, başkasına– açılmayı isteyen bir sorumluluk.
Büyüm’ü de Baldwin gibi derin bakışlı ve güleç, gamlı ve bilge, yürekli ve kırılgan hayal etmek mümkün; çünkü yazıları sayısız güzel, sayısız yakıcı andan geçirir okuru; kendini açarken açıklık da ister, muazzam tehlikelerle muazzam olanakları aynı anda duyurur. Londra’da Joan Baez’le Vietnam Savaşı’na karşı çıkmak için Trafalgar Meydanı’na yürür, Yunanistan’la gerilimin tırmandığı günlerde Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği’ni kurmaya girişir, cuntaya karşı Aydınlar Dilekçesi’ni imzalar, Metal-İş’in Kavel grevine katılır, Pinochet darbesinden sonra Şilili müzisyenlerle buluşur, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında yürütülen hafıza ve restorasyon projelerini inceler, ‘Barışı Kurmak’ konferansında çatışma çözümü alanında deneyimli Güney Afrikalı, Hindistanlı konuşmacıları dinlersiniz. Ve buradan güne, güncel duruma gelir, 2015’teki 7 Haziran seçimiyle, seçimden önceki heyecanlı ve umutlu seferberlikle, sonraki terör ve korku günleriyle karşılaşırsınız.
Yazılardan hatırlıyoruz: Yakın tarihimizin kilometre taşı sayılabilecek o seçimde HDP, Büyüm’ün de birçok yazısında arzuladığı, çağrı yaptığı gibi barajı aşarak altı milyonun üzerinde oy aldı; AKP’nin tek başına meclis çoğunluğunu sağlayamaması ve diğer partilerin koalisyon hükümeti kuramaması neticesinde 2015 Kasımı’nda tekrar seçime gidildi. O ara, o beş aylık kısa süre terör saldırılarıyla, unutulmaz, dile gelmez acılarla, toplumsal travmalarla katedildi. Dönüp Baktığımda’da derlenen yazılar o günleri en güncel haliyle, en acil tepkilerle canlandırıyor.
Büyüm’ün, o döneme kadarki yazılarında aktardığı yaşam tecrübesinden ve farklı vesilelerle dile getirdiği, ‘demokrasi hak arama, hesap sorma özgürlüğüdür’ düsturundan gelen, belki çoğumuzun o günlerde öngöremediği tehlikelere karşı ihtiyatlı tutumunu not düşmeden olmaz. Haziran seçiminde HDP’nin barajı geçmesi üzerine:
“Sevincimiz kursağımızda kalmasın, kalmamalı. (…) Biliyoruz ki, devlet erki bir kez ele geçti mi, hele böylesine hırs küpü insanların eline düştü mü, kolay kolay vazgeçilmez. Ve o elde, o ellerde çok oyun, çok olanak, çok güç var.” (“Su Çatlağını Buldu!”, s. 357)
Sonrası malum; gündeme koşut olarak yazarın da tadının kaçtığı anlaşılıyor ama yıl sonuna kadar devam ettiği köşe yazılarında o önemli görevi de tamamlıyor, tarihe kayıt düşüyor Büyüm. Bu hem şahsi hem de toplumsal kaydı yerine göre neşelenerek, yerine göre hüzün ve öfkeyle okuyup tamamladığınızda ise, on yıl önce yine bir bahar günü kaleme alınmış şu satırların tadı kalıyor geriye:
“Bahar geldiğinde, pembe-beyaz bir neşe sarmaya başladığında çevreyi, siz siz olun, salkımsöğüdün yeşilini fark etmeyi, salkımsöğüdün yeşilinde yaşamayı ihmal etmeyin.” (“Salkımsöğüt”, s. 66)
NOTLAR:
[1] Memet Fuat, Konuşmalar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002
[2] Bkz. “Yaşar Kemal Almanya’daydı”, Evrensel gazetesi, 11 Temmuz 2004
[3] Latife Tekin Kitabı, Söyleşi: Pelin Özer, Can Yayınları, 2020, s. 129.
[4] Füruzan, Ev Sahipleri, Altın Kitaplar, 1981, s. 57-58.
[5] Memet Fuat bu söyleşiyi çok uzun bulduğu için Yeni Dergi’de yayımlamayı reddeder. “Git sen bunu dağlarda haykır”, s. 207.
[6] James Baldwin, Bir Vatan Evladının Notları, çev. Suat Ertüzün, Can Yayınları, 2021, s. 35.
Önceki Yazı
Yordanka Beleva’nın öyküleri:
Muzip ve kederli
“Keder’deki hâkim duygu belki de şu üçlünün bileşimi: keder, acı ve yas. Kelimelerle, ifadelerle bunca oynanan metinleri tek bir kelimenin kapsama alanına sığdırmak mümkün değil zaten. Beleva’nın ironisi de bu duyguyla baş etmenin bir yolu belki.”