• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Süreyya Berfe’nin tabiatında ölüm

var mıydı?

“yavaş yavaş bilemiyorum”

“Berfe baktığı şeylere sadece bakmakla yetinmeyen, o şeyler arasındaki ilişkiyi de anlamaya çalışan bir şair olarak yazmıştır hep; üstelik bir sonraki bakışında hayrete düşebileceği olasılığını unutmadan. O baktığı şeylerin tabiat içindeki halinin, özünün peşinden gitmek, sonrasında kavramak, yorumlamak istemiştir.”

Süreyya Berfe

MEHMET KÂZIM

@e-posta

PORTRE

14 Ocak 2024

PAYLAŞ

Kimi zaman hiç yazmamayı dilediğiniz bir yazı için kalemi elinize almak zorunda kalırsınız. Uzun yıllar dostluk ettiğiniz, onca şey paylaştığınız dostunuzu bir yazıyla uğurlamak içinizi yaksa da yazarsınız, yazmalısınız; belki de başka bir yol bilmediğiniz için. Süreyya Berfe şiiriyle ilgili en çok yazanlardan biriyim sanırım. Hatta birlikte bir nehir söyleşi yapıp kitaplaştırmışlığımız bile var (Süreyya Berfe’yle Hayattan Şiire). Onunla ilgili yazmak hep zordu. Mesnetsiz yorumlara, övgülere, yanlış kullanılan sözcüklere, ifadelere hiç tahammülü olmadığını bildiğim için, yazdıklarımı birkaç kez elekten geçirsem de tedirginliğim kaybolmazdı. Ama bu yazı en zoru olacak kuşkusuz.

Her şeyden önce, sondan başlamak gibi olsa da, Berfe’nin şiirinde “tabiat” (doğa sözcüğünün, ara ara kullansa da, tabiat kadar geniş bir anlam taşımadığını oldukça sık söylediğine tanık olduğum için kullanıyorum bu sözcüğü) kavramından yola çıkmak gerekir diye düşünüyorum. Şiirinin en başat unsurlarından biri olmasına karşın, pastoral bir şiir yazmadığı gibi, yalnızca tabiat üzerinden de kurmamıştır şiirini. Özellikle Hayat ile Şiir’den sonraki dönemde iki unsur hep var olmuştur poetikasında: Tabiat ve ironi. Orhan Koçak bu durumu şöyle tanımlar:

“İroni, bazen de sert alay, Süreyya Berfe’nin şiirinin kurucu öğelerinden biri olmuştur hep. Görünüşte birbiriyle çelişen iki öğe vardır Berfe’nin yapıtında. Bir yandan, şiirin varabileceği en yüksek hedef doğadır. Doğa, her şeyin devası ve nihai sınırıdır. Daha ötesine geçmek söz konusu değildir. Ama öte yandan, hiçbir zaman erişilmeyecek bir hedeftir de doğa. Ve şiir de şair ile bu erişilmez sınır arasındaki uzaklığın içinden doğmaktadır. Şiire yol açan ve besleyen, imkânsızlıkla özlem arasındaki bu gidiş geliştir. İki karşıt tutumun sürekli birbirini çelmelemesinden doğar bu ironik oyun.”[1]

Koçak’ın yerinde saptamalarının ışığında bir iki şey daha eklenebilir diye düşünüyorum. Tabiatın sağladığı sınırsız imkânı mümkün olduğunca kullanmış, hiçbir zaman erişemeyeceği o hedefe en azından yaklaşmayı ısrarla denemiştir. Tabiata düşkünlüğünün yanı sıra, kendi hayatı dahil her şeyi açıklamanın en sağlam yolunun oradan geçtiğini düşünüp o yoldan çıkmamaya çalışmıştır. (Bir söyleşimizde şöyle demişti: “Bu kadar tabiata düşkün olursan, bir sürü şeyi tabiatla açıklamaya kalkarsan olacağı budur. Seni etkileyen, sevdiğin, ruhunu sarsan şeye ev ekmeği de dersin, bir çingil üzüm de.”) Tabiatın yalnızca kendisinin değil, kendisi olmayan şeylerin de temsili, imge gücü olduğunun farkındadır elbette. Bu farkındalığı şiirinde hep hissederiz. Adorno’nun estetik teorideki şu cümlesini anımsamakta yarar var: “Doğanın güzelliği kendisinden fazla bir şey söylermiş gibi görünmesinde yatar.” Tabiat dilsizdir. Bu dilsizliğe kendi sözlerini yükleyip duyduklarını tabiatın sesi zannedenler varsa da, Berfe onlardan biri olmamıştır. Bu dilsizliği dinlemenin bir yolu var mıdır sorusuna bir yanıt aramaktan kendini alamamıştır yine de. İnsanın tabiattan kopuşu çok eski ve bilinen bir öykü. Bu kopuşun dahi unutulduğu, artık bunun bir kederinin yaşanmadığı bir dünyaya, dilsiz tabiat adına söz alıp bunu hatırlatmaya gayret etmiştir.

Yedek subaylığını öğretmen olarak yaptığı yıllarda karşılaştığı Anadolu etkilemiştir onu. Bu dönem şiirlerinde o yaşama tanıklık kadar, tabiatla iç içe olmanın izlerini de görürüz. Örneğin 1966’da TMTF yarışması birincisi olduğu “Kasaba” şiirinde:

“Beni burada tutan onlardır/ Geçen yazdan kalan topal leylek/ Karpuzkaldıran Suyu/ Ahşap evlerden çıkan beyaz tüllü ölüler/ Dua okuyan ahretlikler/ Utanan/ Ağlayan gelinlerdir”

Daha sonraları daha politik, toplumcu gerçekçi çizgide diyebileceğimiz şiirler arka arkaya gelir. Güney Amerika’da savaşan devrimcileri kahramanlaştıran “Sierra Maestra’da” şiiri bunların en bariz örneklerinden biridir:

“Ey Jose Marti/ Artık senin şiirlerini okumak istiyorum/ Bütün arkadaşlar okumak istiyoruz/ Bilinçle renkleniyor gövdemizdeki ırmak” ya da “Mella/ hapishane penceresinden/ Solgun gözlerle bakıyordu/ Guajirosların atıldığı denize/ Ölüm denizine/ Ve açlık grevini uzatıyordu”

Bu şiirlerde içerik o kadar ağır basmıştır ki, neredeyse düzyazı formuna bürünmüştür. Hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan siyasal ve toplumsal olaylara karşı duyarlı, savaşların yarattığı trajedilere tanıktır şair.

İnsanoğlu masumiyet kavramını yitireli çok oldu. Savaşlar bunun daha sert, daha katı, daha vahşi biçimde ortaya çıkmasına neden oluyor. Berfe bu olgunun hem kederini hem de öfkesini yansıtır o dönem şiirlerinde. Militarizm karşıtı tavrının en çarpıcı örneklerinden biri, envanter çıkarırcasına yazdığı Hayat ile Şiir kitabında yer alan “Kıbrıs” şiiridir:

“1 darbe 3 emir 10 çıkarma gemisi/ 4250 asker 4250 kimlik 4250 mezar// 5 muhrip 50 ton bomba 100 makineli/ 4250 asker 4250 tabut/ 10 jet// 100 dalış/ 1000 isabet / 4250 asker/ 4250 haber/ ilan// 100 uçaksavar/ 1000 korugan/ 1000 cephe/ 4250 asker 1000 cephe/ 4250 asker 4250 nüfus kâğıdı/ 4250 baş// 1000 tank/ 10000 cemse 100000 malzeme/ 4250 asker 4250 tören 4250 dua// 4250 insan 4250 komşu 4250 kardeş yok/ Diğerleri şimdilik hayatta”

Sayıların hiçbir duygu ifade etmez gibi göründüğü yerde, 4.250 rakamını tam 18 kez tekrar ederek, yaşanan acıları öfkeli bir ironiyle o rakamın içine sığdırır. Burada ideolojik tavır kadar insani ve evrensel olana da yaklaşma kaygısı vardır.

Gün Ola ile Savrulan kitaplarında, önceki şiirlerinde de gördüğümüz yoksullar ve ezilenlerle ilgili devrimci tavır biraz daha bariz bir biçim almıştır. Popülizme düşmeyi dahi göze aldığı, Ant dergisinin açtığı soruşturmaya verdiği yanıtla iyice belirginleşen, ideolojik tasavvurlarını yansıttığı bir dönemdir bu. O dönem oluşturduğu poetika gereği, geleceğe dönük umutlu bir bekleyiş söz konusudur. “Kadınlar bir şey gözlüyor sanki/ Yaşlılar bir şey seziyor/ Adını bilmedikleri bir şey” dizelerinde olduğu gibi. Tabiatla ilişkisi yine vardır, ancak toprağa ve tabiata komünal, paylaşımcı bir anlayışla bakar; “Bereketli Yol” şiirinde olduğu gibi:

“Mavi dağ minesi günler/ Kar gibi saatler geçiriyorum/ Köy kahvesinde/ Gençler arasında/ Çocuklar içinde/ Uyuşuk gençliğim yitiyor/ Battal şehirliliğim uzaklaşıyor/ İçimde bir arı kovanı/ Bir bulgur imecesi”

Daha sonrasında bu kez şehirden yazılan, burjuvaziyi, özenti modernizmi, Batılılaşmayı tüketim üzerinden tanımlamayı yine keskin bir ironiyle eleştirdiği Sen Basmasın gelir. Kitaba adını veren uzun şiirde çarpıcı karşılaştırmalar yapar:

“Herhangi bir kâğıda, sigara paketine, kibrit kutusuna/ sıkıntı, yalnızlık, tıkanıklık, kabızlık, takıntı/ beyin diyaresi ve kara düşünce şekilleri çizerken/ çocuklardan başka kimin aklına dağ resimleri yapmak gelir?/ Kimin olacak senin gelir/ Aklına dağ sporları gelmez/ fotoğraflar, filmler, kıyafetler/ teleferikler, telesiyejler, teleskiler gelmez./ Dağda yanmak, tepelere tırmanmak/ kartopu, kardan adam, sıcak şarap filan gelmez./ Dağ resmi yapmak gelir./ Bazı insanlarımızın akıl sır ve yetenek erdiremediği/ el işlerinin, kilimlerin, halıların, sandıkların/ hayranlık uyandıran üstün başın olsa da ‘farketmezzz’/ Çünkü, sen Akdenizli değilsin./ Taşralısın. Basmasın.”

Naif bir söyleyişi var gibi görünse de, hınzır, bıçkın bir edası vardır bu şiirin. Kendisi “basma” sözcüğünü seçişini şöyle anlatır: “Basma yalnızca bir imge değil, olumsuz bir değişime işaret eden, bunu kontrast renk gibi açığa çıkaran şamandıra aynı zamanda.”

Berfe şiirinin başlangıçta, kısa bir dönem için İkinci Yeni etkisini taşıdığı, sonrasında toplumcu gerçekçi bir anlayışla yazılmaya başlandığı bilinir. İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve Özkan Mert’le birlikte yaptıkları çıkış bir olgu olarak hanesine yazılmıştır elbette. İkinci Yeni’ye eleştirel bir yaklaşımla yapmışlardı bu çıkışı. Ancak Berfe bir zaman sonra bu yaklaşımının hatalı olduğunu dile getirerek İkinci Yeni’nin şairlerini olumlamış, hatta Turgut Uyar’dan bizzat özür dilemiştir.

Berfe bu toplu duruşların hiçbirinde uzun süre kalmamış, kendi şiirini, dilini kurmanın isteğiyle ayrılıp yoluna gitmiştir. Her ne kadar bu toplu duruşlardan, tavırlardan, hatta Nâzım Hikmet’ten bile etkilenmediğini söylese de – şöyle demişti uzun söyleşimizde: “Ben Nâzım Hikmet’ten etkilenmedim, öykünmedim bile. Ancak tema benzerliği olabilir. Yalnız bu demek değildir ki Nâzım Hikmet yazdığım şiirin dışında bir şair. Şair olarak elbette ilgilendirir beni; hatta ilgilendirmek ne, ezberlemiştik şiirlerini.” Orhan Koçak’ın Harold Bloom’dan yola çıkarak belirttiği üzere, “her şiir kendi bacağından ama başka şiirlerin, önceki şiirlerin çengeline asılır.”[2]

Süreyya Berfe

Hayat ile Şiir kitabıyla birlikte, biliyoruz ki Berfe’nin şiir serüveninde bir başka yatağın açılışının hazırlıkları yapılmış, yeni bir döneme geçişin bazı ipuçları belirmiştir. Daha kendine dönük, tabiatı daha kişisel bir yerden görmeye başlayan ve sonraları iyice yerleşen şiir anlayışı görünmeye başlamış, tomurcuklar uç vermiştir. Tomris ve Turgut Uyar’a ithaf ettiği “Kopacak Bir Gün” şiirinde belirginleşir bu durum:

“Gidersem ani giderim:/ Binlerce ağaçkakan uyuyor üstümde./ Kirli bir su akıyor yanımdan./ Bitmeyen bir göçün içindeyim./ İçindeyim taş avluların toprak damların./ Faytonlar azalmış, taksiler çoğalmış/ bana mektup yaz Hamdullah Usta/ gelirsem ani gelirim.”

Süreyya Berfe şiiri, İstanbul’dan ayrılıp Foça’ya taşınmasıyla birlikte daha farklı bir yere doğru yol almaya başlamıştır; eskinin bazı izlerini taşısa da. Büyük kentin hayhuyundan, kalabalığından ayrılışını bir çekilme olarak değil, İstanbul’un artık tanıyamadığı bir hale dönüşmesine bağlayarak, “Bir de büyük şehirler yaşlı adamları kaldırmaz” der bir söyleşisinde. Şiirinde hep var olan sadelik, duruluk, yerleştiği bu yeni coğrafyada hem zihninde hem dilinde daha da billurlaşmış, iyice öne çıkmıştır. Bu yeni hayat bir muhasebeyi de zorunlu kılmıştır doğal olarak. Çıkrık adıyla kitaplaşan şiirlerinden birindeki dizeler bunun ipucunu veriyor: “Bazen/ sislendi ortalık./ Ama, hiç karanlığımız olmadı./ Geçitlerden, insanlardan/ hayatımızın akıyla çıktık.”

Gerçekten içi bu kadar rahat mıydı? Geçmişe dönüp baktığında yaptıklarına, yaşadıklarına dair hiç mi kaygı duymuyordu; bunun pek mümkün olduğunu sanmıyorum. İstanbul gibi bir yerde, o karmaşada nasıl kendini korur insan? Bu şehir bana hiç dokunamadı; sıyrılıp geldim diyebilir mi? Aslında kendine telkin ettiği bir durum, bir savunma pozisyonu olabilir bu söylem. Yaşadığı duruluğun bozulmaması, zihninin karıncalanmaması için aldığı bir tedbir belki de. Nitekim Ege sahillerine yerleştikten sonra şiirde hep aradığı damarı bulmasını, durmaksızın kazarak genişletip derinleştirmesini, zihninin geçmişin sisiyle bulanıklaşmamasına bağlayabiliriz.

Yorgos Seferis

Mübadele konusunda çok düşünmüş, özellikle Urla-İskele’de yaşadığı dönemde, yaşananların izini sürmeye çalışmıştır. Doğup büyüdükleri topraklardan, kimliklerinden koparılıp göçe mecbur bırakılan insanların acıları, hiç dinmeyen sıla özlemleri çok etkilemişti, kendi ailesi de Yunanistan’dan göç eden Berfe’yi. Uzun söyleşimizde bunu şöyle dile getirmişti: “Seferis’i hatırla. Giderken anahtarı bile bırakmışlardı kapıda. İskele’deki evi şimdi bir kafeye dönüşmüş. Yıkılıp yeniden yapılmış. Bir yeri terk ediyorsun, geri dönemeyeceksin, ama bunu bilmiyorsun, bilmiyorlar.” 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Seferis’in Bir Şairin Günlüğü adıyla kitaplaşan şiirlerinden birinde de benzeri duygular vardır:

“Nasıl ki/ kalkar, doğup büyüdüğün şehre/ gidersin bir gece/ ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden/ kurulmuş o şehir/ ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları/ onları yeniden bulmanın umudu içinde”

Berfe’nin ruh akrabası saydığı mübadillere dair ilk dokunuş Nâbiga’da, ikinci ve daha güçlü bir dokunuş Çıkrık’ta gelir: “Mübadeleden/ karşılıklı bedel ödemekten kalan/ kuyuların çıkrığı// Göğü çağırmak/ yansıtmak istiyor suyu”

Yaşanan bu acılardan, trajik gerçeklikten ne kaldı diye sorduğumda tek sözcükle yanıt verdi şair: “Boşluk.” Şiirinde de aynı yanıt vardı: “Kovada, suyun/ çıkrığın boşluğu”

Mübadelenin bir dokunuştan çıkıp ana izlek haline geldiği Seferis İle Üvez (çoğu kişinin tanımadığı, ağacının genelde toplu halde bulunmayıp, tek ve yalnız olduğu bu meyve rastgele seçilmemiştir elbette), Süreyya Berfe’nin kimsenin üstlenmediği bir borcu, hem Seferis’e hem de tüm mübadillere bir anlamda şiirle ödemeye çalışmasının sonucu ortaya çıkmıştır. Aslında Urla’ya yerleşmesiyle birlikte bulunduğu coğrafyayı tümüyle kavramak onda bir tutkuya dönüşmüştü. Bu toprakları anlamanın ancak böyle, coğrafyası, mitolojisi, tarihi ve o tarihi oluşturanlarıyla birlikte mümkün olabileceğinin farkındaydı. Kitabın girişinde bu kavrama çabası, o kendine has üslubuyla dile getirilmiştir:

“İskele’ye geldim. Önüm Limantepe, arkam Klazomenai, biraz ötede Urla. Seferis’e rastlıyorum bazen. Anaksagoras hep aklımda. Herakleitos geçmiş buralardan. Belki Odisseus da uğramıştır. Efesoslu Hipponaks çılgını da buraya sürüldüğüne göre… Ben de Selanik mübadili bir aileden geldiğime göre… Daha ne? Kır kazığını yaz. Ama önce bir daha oku Homeros’u, Hipponaks’ı, Seferis’i, Anday’ı. Kılı kırk yararak oku. Taşları, duvarları, evleri, sarnıçları, mermerleri, yolları, otları, çiçekleri, ağaçları, hayvanları, adaları da oku.”

Kardeşi saydığı Seferis’e seslenmeden olmazdı elbette:

“Söyle/ Georgios Stylianou Seferiades/ Söylersen/ gider bulurum/ Kokaryalı’dakis amcanın evini/ bahçesinde koruk suyu içtiğin yerde/ kahve içerim”

Şiir Çalışmaları adını verdiği, fragmantal yapıda kurulan kısa şiirleri, onun hakkında yazan çoğu kişi tarafından Haiku olarak nitelendirilmiştir. Ancak kendisi bu tanımlamayı hiçbir zaman kabullenmedi. Şöyle demişti söyleşimizde:

“Beni disipline etsin diye yazıyorum şiir çalışmalarını. En kısası üç sözcük: ‘Ay ışığı sıcak esiyor.’ Ya da daha kısası ‘Yaşlandıkça uslanıyorum.’ Bunları daha uzun yazamazdım herhalde. Deneseydim uzun şiir yazmış değil, lafı uzatmış olurdum. Sarkmalar olurdu, toparlanamazdı şiir. Foklar Söyledi Ben Yazdım’daki şiirleri de bu biçemde yazmaya çalıştım. Başka bir biçem denedim, olmadı.”

Birer flaş patlaması gibi yanıp sönen bu şiirlerin Haiku’yla en azından bir yakınlığı olduğunu düşünenlerdenim ben de; kendisi de Haiku şiirini şöyle tanımlardı: “Al fotoğraf makinesini, bas düğmesine, o anda makine ne görüyorsa Haiku o.” İtirazının en önemli nedeni, Japonlara özgü o an betimlemelerinin kültürel bir olguya dayandığı, başka kültürlerde bunun yapılamayacağı, olsa olsa benzerlerinin yapılabileceğiydi. Haklılık payı olsa da, bir öykünmenin varlığını inkâr edemeyiz.

Baktığı şeylere sadece bakmakla yetinmeyen, o şeyler arasındaki ilişkiyi de anlamaya çalışan bir şair olarak yazmıştır hep; üstelik bir sonraki bakışında hayrete düşebileceği olasılığını unutmadan. O baktığı şeylerin tabiat içindeki halinin, özünün peşinden gitmek, sonrasında kavramak, yorumlamak istemiştir. İdealize etmekten özenle kaçınmış, oluş kavramının tabiattaki izini sürmeye çalışmıştır. (Şairanelikten özenle kaçınmasının en önemli nedenlerinden biri de budur sanırım.) Burada nous (us, anlıksal ilke) kavramını hatırlamakta yarar var. Anaksagoras ve İyonya Okulu, bunu oluş’a uygulayarak mitolojik tanrıların egemen olduğu bir çağda, som inancın dışında, oluş’un neden ve koşulları üzerinden, bilimsel düşünceye öncelik vererek sürdürmüşlerdi çalışmalarını. Berfe de benzer bir anlayışla bakmıştır tabiata. Bu yüzden kendiliğinden olanın peşinden hiç ayrılmamıştır; yani kendi tabiatı içinde olandan. Schiller’in “Saf ve Duygusal Şiir Üzerine” adını taşıyan makalesinde şairler sınıflandırılır: Saf şairler tabiat ile iç içedirler. Bir anlamda tabiat gibidirler. Düşünceli şairler ise seçtikleri sözcüklerin gerçeği kavrayacağından, istedikleri anlam alanına ulaşacağından emin olamazlar. Saf şiirde doğallık, düşünceli şiirde ise huzursuzluk vardır. Süreyya Berfe bu ayrımın dışına çıkarak şiirinde her ikisini de aynı potada eritmeyi başarmıştır. Kimi zaman öyle sanılmasına karşın rastlantıdan hep kaçınmış, her sözcüğünü titizlikle seçmiştir. Bu duruma en iyi örneklerden bir Foklar Söyledi Ben Yazdım kitabındaki bir şiirinde sevişme sözcüğü yerine ‘varlaşmayı’ kullanmasıdır. Bunu şöyle açıklamıştı:

“Böyle şeyler hadi dili zorlayayım, dilin olanaklarını zorlaştırayım diye yapılmaz. Yazmak istediğin neyse o zorlar seni. Çare ararsın, çıkış yolu ararsın. Var olmakla yok olmak arasında yaşayan bir canlı, diğer canlılardan farklıdır elbet. Yılda bir yavru. Yaşayıp yaşamayacağı belli değil. Çiftleşme deseydim gerçeğe aykırı olurdu. Düşündüm taşındım, varlaşma dedim.”

Saflığı tabiattan, düşünceyi kültürden devşiren bireşimi her zaman diri tutmuştur. Birbirine karşı duran tabiat ve kültür arasındaki gerilimi de ironiyle aşmıştır çoğu zaman.

Lorca da yakınlık duyduğu şairlerden biriydi. Belki biraz eklektik olacak ama bu satırları yazarken zihnimde beliren bir anıyı nakletmeden geçmek istemedim. Foça’da yaşadığı dönemde, uzun süren bir gecenin ardından sahilde yürüyorduk. Eliyle göğü gösterdi. Ay bulutun ardında, yarı görünür yarı görünmez bir durumdaydı. Birden ağzından şu sözler döküldü. “Ciérco la luna/ mi amor Y muerte” Anlamını sordum elbette. “Mealen söyleyebilirim dedi: Ay hapsedildiğinde aşkım da ölür.” Sonra öyküsünü anlattı. Lorca, sokak tiyatrosu La Barraca’yı kurup oyunlar sergilemeye başladıktan bir süre sonra, hali vakti yerinde bir adam olan ağabeyi onu ziyarete gelir. Amacı Lorca’yı bu “sefil” hayattan kurtarıp geri götürmektir. Bir yerlerde yemek yedikten sonra bir atlı arabaya binerler. Arabacı bu sözlerin geçtiği bir türküyü yüksek sesle söylerken, Federico dönüp ağabeyine şöyle der: “Duyuyor musun, işte benim peşinde olduğum, yazmak istediğim şey tam da bu; yapmak, yaşamak istediğim de.” Berfe’nin Anadolu’daki ilk günleriyle bir benzerlik var bu anlatılanda. Sınıfsal bir karşılaşma yaşamıştır iki şair; birbirinden bunca uzak iki coğrafyada. Her ikisi de hayranlıkla bakmış, benimsemişlerdir gördüklerini. Belki bu bağlamda ikisi arasında bir hısımlıktan söz edebiliriz.

Olabildiğince dolaysız bir dil üzerinden şiirini oluşturmanın, neredeyse şiirden şiirsiz bir alana çıkmaya çalışan, ister istemez düzyazıyla şiir arasında bir arakesite girip çıkmak durumunda kalan o arayış, özellikle son dönem yazdığı şiirlerine dikkatli bakıldığında görülecektir. Tabiatın dolaysız halini şiirine aktarmaya çalışmıştır hep; bunun imkânsızlığını da bilerek. Oscar Wilde, “Yalanın Gözden Düşüşü” başlıklı denemesinde, insanın tabiatta hayvanlar gibi doğrudan ve çıplak olarak değil, tabiattan inşa ettiği bir dış kabuk içinde yaşadığını anlatır. Kültür veya uygarlık diye adlandırılan, dış kabuktur. Berfe bir yandan bu kabuktan mümkün olduğunca uzaklaşmak isterken, bir yandan da kültürün kodlarını kabullenerek paradoksal bir durumun içinde kalıyordu. Büyük olasılıkla bu paradoksun yarattığı gerilim sonucu, büyük kentleri hiç sevemedi, sakin ve tenha alanlara çekildi; hem kendi, hem de şiiri.

Son kitabına verdiği isim, Yavaş Yavaş Bilemiyorum, yaşlanmanın yol açtığı, öğrenmede bir yavaşlama ya da bilinenin unutulması üzerinden seçilmemiştir. Deneyimin artması, bilge bir anlayışın yüzeyi kaplaması sonucu, bilinen her şeyin bilgisinin değişebileceği, geride bir görülemeyenin, ileride yeni gelenin hep olabileceğinin işaretidir bu isim. Çıkrık kitabında bir öncülü vardır bu düşünme biçiminin: “Geçici ne/ kalıcı ne?/ gittikçe bilmiyorum” Her şeyin devasını aradığı yer: Tabiat ve onun tüm varlıkları. Onlara yalnızca bilgi nesnesi olarak bakmamak gerektiğinin farkındadır elbette. Horkheimer ile Adorno’nun birlikte yazdıkları Aydınlanmanın Diyalektiği’nden: “Yalnızca bilgi nesnesi olarak düşünülen bir doğa betimlemesi, insanın doğa karşısında, doğanın özsel özelliklerine yabancı kalmasına neden olur. Doğanın insan tarafından denetim altına alınması durumunda, bir değer olarak insanın kendisi de kaybetmeye başlar. Doğaya tahakküm arzusuyla insan hem dış dünyaya hem de kendi iç dünyasına yabancılaşır.” Bu bilinçle kurulmuş bir şiirdir Süreyya Berfe’nin şiiri.

Dil konusunda dikkatle sürdürdüğü duru ve temiz bir anlatım konusunda en çok etkilendiği yazarların başında, felsefe eğitimi aldığı sırada hocalığını da yapan Nermi Uygur gelir. Onun felsefenin en güç konularını, kavramlarını bile deneme formunda, herkesin anlayabileceği biçimde yazmasını kendine örnek almıştır. En önemli temalarından biri sayabileceğimiz tabiatla ilgili yazarken de bu anlayışı korur. Oktay Rifat’ın yaptığı gibi imge ve eğretileme imkânı sağlayan bir alan olarak kullanmaz tabiatı; ya da Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiirindeki gibi şehre karşı, tabiat-medeniyet çatışmasından kurtarılacak bir mutluluk alanı olarak da kullanmaz. Tabiat bizatihi kendisi, yani olduğu gibidir. O duru ve yalın dilin disiplinle kullanılması sağlar bunu biraz da: “Yine poyraz/ yine soğuk/ tabiat tek renk”; “Erik çiçekleri/ iğde çiçekleri azalıyor/ Gelirsin”; “Papatyaların boyu/ yolma hissi uyandırıyor/ İnsan bu” Kendiliğinden olana dokunulmaz, yapısını bozacak bir dil kullanılmaz. Kültürün okumalarıyla doğanın okumaları arasında kurduğu köprünün ağırlık merkezidir kullandığı dil.

Sık sık bir sevgiliye hitaben yazdı şiirlerini. Soyut, her an bağ kurduğu, yazarken kaleminin ucunda, tabiata bakarken gözünün önünde bir sevgiliydi bu. Nereye baksa, ona da bakıyordu: “BİR/ okumazyazmazın/ otlardaki sulardaki/ dağlardaki yellerdeki izlere baktığı gibi/ bakıyorum sana// Buralarda olmasan da.” Seni Seviyorum adını verdiği şiirlerde de görmüştük bunu. Sevgiliyle arasında her an açık, her an birbirlerinden haberdar olacakları bir kırmızı telefon hattı, imgeleşmiş, hiç kopmamanın simgesine dönüşmüştür. Başkalarının anlayamayacağı, kendi içinde kapalı bir döngüden söz ediyorum. Bir anlamda Vico’nun verum factum ilkesini andırır. Yani ancak kendi yaptığımız şeyi anlarız.

Süreyya Berfe iki ukdeyle göç etti bu dünyadan. Birine gücü yetmedi, diğerine şiirle yaşamaktan eli ermedi. Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi mahlasıyla yazdığı divanı günümüz diline aktarmak için bir dönem epey uğraştı. Kanuni’nin bu dünyada yerini bulamamış bir insan olduğunu düşünüyordu. Şu beyit karşısında hayranlık duymuştu: “Rindler meclisinde bir acap nam eyledim/ Mescidin kandilini meyhaneye cam eyledim” Ancak yaklaşık 800 sayfalık bu divanı çevirmek için çok ders çalışmak, çok zaman ayırmak gerekiyordu. O kadarına nefesi yetmedi, istemeden vazgeçti. İkinci ukdesi müzik üzerine yazmaktı. Ortak tutkumuz olan klasik müzik üzerine çok konuştuk. Müziğine dair çok tartıştığımız Şostakoviç, her notasında uzlaştığımız Haydn, piyano edebiyatının en güçlü isimlerinden saydığımız Chopin’e duyduğumuz hayranlık, aziz sıfatını taktığı Vivaldi… (Sürekli dinlediği TRT3 radyosunda önem verdiği, sevdiği programları titizlikle takip edişini, telefondan o bariton sesiyle verdiği “derhal TRT3” komutunu sanırım tüm dostları bilir.) Dinleme alanı çok genişti. Klasik müziğin dışında Markos Vamvarakis, Narciso Yepes, Atahualpa Yupanqui, cazın hemen tüm ustaları, Muharrem Ertaş, Roberto Goyoneche sık dinlediği müzisyenlere yalnızca birkaç örnektir. Çoğu, şiirlerine de konuk olmuştur zaten. Hepsi üzerine yazmak istese de, şiir onu o kadar yakalamıştı ki, zamanını o denli bölmeye cesaret edemedi. Birkaç kez, enstrüman hâkimiyeti olsa beste yapmayı bile deneyebileceğini söylemişti; belki biraz da Adorno’ya imrenerek.

Yazma tutkusunun göstergesidir sanırım; kullandığı kalemlerin neredeyse tümünü saklamış. Onun tüm kitaplarını bağışladığı, yazıya dair tüm gereçlerinin, defterlerinin, kâğıtlarının da sergilendiği ve adının verildiği kütüphanenin oluşmasına öncülük eden sevgili Gülnur Vural o kalemleri de görmemizi sağlamış…

Ölümü düşünmüştür zaman zaman; hepimiz gibi. Ölümü düşünmek, aynı anda hayatı da düşünmek değil midir zaten; bu şiirde yazıldığı üzere: “EN ÇOK/ hangi hayatımı sevdim?/ Bilmiyorum.// Ölünce değil/ ölmeye başlayınca belli olur.” Yalnızlığı, yazmayı, yalnızlığın getirdiği yazmayı bir hayat amacı halinde düşündüğünü, gerçekleştirdiğini biliyoruz: “Yazmanın/ bir tek faydası vardır/ Yalnızlık.”

Hemingway’i referans alarak seslenir sevgiliye:

“Yazalım mı/ müntehir patronu dinleyelim mi/ birimiz ölene kadar.”

Görülemeyenden haberdar olma, tabiatın ve kendi tabiatının henüz teslim alınamayan alanlarına bakma arzusuyla yazmak. Ölene kadar yazmak. Öyle de yaptı Süreyya Berfe.

 

NOTLAR:

[1] Bkz. Mehmet Kâzım, Süreyya Berfe'yle Hayattan Şiire, Dünya Aktüel, 2006, 186 s.

[2] Orhan Koçak, Kopuk Zincir: Modern Şiir Üzerine Denemeler, Metis Yayınları, 2012, s. 188.

Yazarın Tüm Yazıları
  • süreyya berfe
  • Yavaş Yavaş Bilemiyorum

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 3

K24'te haftanın vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Cumhuriyet'te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi / Faşizmi Nasıl Durdururuz / Halk için Kapitalizm Rehberi / O da Kızını Öptü ve Gitti / Parçalanmış Kentsel Mekân / Proust Âlemi / Sabiha’nın Kız Kardeşleri / Sessizliği Vurun / Sınırsız Ülke / Yaşar Kemal’in Bitkileri

K24

Sonraki Yazı

KRİTİK

Müzik ve hafıza

“Time’s Echo'da Jeremy Eichler ilk bakışta dört müzik eserinin kültürel tarihini anlatıyor: Richard Strauss’un Metamorphosen, Arnold Schönberg’in A Survivor From Warsaw, Benjamin Britten’ın War Requiem ve Dmitri Şostakoviç’in  Babi Yar senfonisi. Ancak Eichler’e göre sadece müziği hatırlamakla kalmıyoruz, aynı zamanda 'müzik de bizi hatırlıyor.'”

İŞTAR GÖZAYDIN
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist