Müzik ve hafıza
“Time’s Echo'da Jeremy Eichler ilk bakışta dört müzik eserinin kültürel tarihini anlatıyor: Richard Strauss’un Metamorphosen, Arnold Schönberg’in A Survivor From Warsaw, Benjamin Britten’ın War Requiem ve Dmitri Şostakoviç’in Babi Yar senfonisi. Ancak Eichler’e göre sadece müziği hatırlamakla kalmıyoruz, aynı zamanda 'müzik de bizi hatırlıyor.'”
Solda: 1940’ta bombalanan Coventry Katedrali (kitap kapağından ayrıntı). Sağda saat yönündeki portreler: Şostakoviç, Strauss, Britten, Schönberg.
2023 içinde okuduğum ve en fazla etkilendiğim kitap yılın sonlarına doğru çıktı: Dört klasik müzik bestecisi ve besteleri üzerinden II. Dünya Savaşı’nı ve soykırımı okuyarak müzik ve anımsama ilişkisini çok etkileyici bir dille ortaya koyan bir çalışmaydı bu. Time’s Echo (“Zamanın Yankısı”) ile müzik eleştirmeni ve kültür tarihçisi Jeremy Eichler ilk bakışta dört müzik eserinin kültürel tarihini anlatıyor: Richard Strauss’un (1864-1949) Metamorphosen, Arnold Schönberg’in (1874-1951) A Survivor From Warsaw, Benjamin Britten’ın (1913-1976) War Requiem ve Dmitri Şostakoviç’in (1906-1975) Babi Yar senfonisi. Ancak Eichler’e göre sadece müziği hatırlamakla kalmıyoruz, aynı zamanda “müzik de bizi hatırlıyor”. Geçmişi gömmek için yapılan sayısız girişime karşın, müzik “tarihin soğuk deposunu alevlendirmek için eşsiz ve çoğu zaman takdir edilmeyen bir güce sahip.”
Time’s Echo: The Second World War, the Holocaust, and the Music of Remembrance
Alfred A. Knoff: New York
2023, 400 s.
Eichler anlatısına Avrupa’da Almanca konuşan Yahudilerin, yüzyıllarca maruz kaldıkları antisemitik yasalardan nihayet kurtuldukları 19. yüzyılın sonlarından itibaren Alman müziğini, edebiyatını ve sanatını yeni benliklerini şekillendirmek için bir araç olarak benimsediklerini anlatmakla başlıyor. “En azından teorik olarak,” diye yazıyor Eichler, “herkes kültürün kanatlarında bu kişisel dönüşüm ideallerini kucaklayabilirdi.”
1930’larda Nazizm’in yükselişi bu iyimserliği yerle bir etti. Asıl hikâye buradan başlıyor ve dört farklı kökenden bestecinin dört eseri bağlamında Eichler müthiş bir anlatı kurarak müzik ve hafıza bağlantısını ortaya koyuyor. Yalnızca bu besteciler ve bestelerle de yetinmiyor anlatısında; temasta oldukları şahıslara da değinerek dönemin tablosunu ayrıntılarıyla çiziyor. Canı pahasına Buchenwald’da tahtadan bir ölüm maskı oymayı başaran komünist tutuklu heykeltıraş Bruno Apitz (1900-1979); Rosé Yaylılar Dörtlüsü’nün baba-kız icracıları Arnold (1863-1946) ve Alma Rosé (1906-1944); Jean Améry (1912-1978); Felix Mendelssohn (1809-1847); Stefan Zweig (1881-1942) ve eşi Lotte Altmann (1908-1942); Wassily Kandinsky (1866-1944); Thomas Mann (1875-1955); Leh/Fransız orkestra yönetmeni René Leibowitz (1913-1972); Theodor W. Adorno (1903-1969); hatta savaşta yerle bir edilen Coventry Katedrali gibi kimi binalar Time’s Echo’nun sayfalarında dolaşıp duruyorlar.
Son Yüz, Bruno Apitz, Buchenwald toplama kampı, 1944.
Richard Strauss’un Nazilerle ilişkisi son derece ikircikli. Şahsen Yahudi kökenlerden gelmeyen Strauss, Yahudilerin Avrupa kurumlarından tasfiye edilmesiyle Üçüncü Reich süresince çok saygın müzik görevlerini kabul etti; bu davranışlarını da kurumların çıkarını gözeterek yaptığını söyleyerek haklı göstermeye çalıştı. Stefan Zweig 1931’den itibaren yakını ve librettolarının yazarıydı; 1935’te rejimle yaptığı kültürel çalışmalardan şikâyet ettiğinde Strauss, Zweig’a, “Uslu çocuk ol, Musa’yı unut” karşılığını vermişti.
Eichler, 1944 yılında Strauss’un Yahudi gelininin büyükannesini Prag’ın kuzeyindeki bir toplama kampından kurtarmaya çalıştığını anlatıyor. Bir gardiyana, “Ben Richard Strauss’um ve Frau Neumann’ı götürmeye geldim” dediğinde şiddetle alaya alınmasına çok şaşıran ve kırılan Strauss, Bavyera’nın Garmisch-Partenkirchen kasabasında dünyadan saklanarak Metamorphosen’i bitirdi. Eserin sonuna IN MEMORIAM ifadesini koymuş olan Strauss’un bu atfı kime, neye yaptığını bilebilmek zor. 1911 tarihli komik operası Der Rosenkavalier’den başlayarak Strauss müziğini çok seven, hele Metamorphosen’ı dinlediğinde hüzünlü ama çok keyifli bir tat alan ben, Eichler’in çalışmasını okuduğumdan beri boğazımda bir yumruya sahibim Strauss için, yutulması kolay olmayan. Strauss’un savaş sırasındaki faaliyetlerini düşündüğümüzde güzelliği daha da sarsıcı bir hal alıyor Metamorphosen’ın – ki Eichler’in amacı da tam olarak bu. Eichler’e göre bu bestecilerin hikâyelerini bilmek, “eserlerin kendisinde duymaya başladığımız şeyin bir parçası” haline geliyor.
Schönberg 19. yüzyılın sonlarındaki özgürleşme döneminde reşit oldu. Diğer pek çok Orta Avrupalı Yahudi gibi onun için de müziğin kendisinin yeniden tasarlanması da dahil olmak üzere her şey mümkün görünüyordu. Schönberg, Nazizm sonrası, “Birdenbire artık bir Alman olmamam gerektiği fikri aklıma geldiğinde kalbim nasıl da kanıyordu” ifadesini kullanmıştır. İçinde yetiştiği toplum tarafından hor görülen Schönberg’in eserleri Yahudi mirasını giderek daha fazla yansıtmaya başladı. ABD’deki, onun sofistikasyonuna çok uzak yaşamı da bir dizi hayal kırıklıklarıyla dolu oldu. 7 dakikalık A Survivor from Warshaw ABD’de uzun zaman sahnelenecek ortam bulamadı, sonunda 1948’de Albuquerque/New Mexico’da şef Kurt Frederick yönetiminde yarı amatör bir orkestra olan Albuquerque Civic Symphony Orchestra tarafından ilk kez seslendirilebildi. 1950’de Batı Almanya’daki ilk seslendirilişinde ise eserin ne İngilizce sözleri Almancaya çevrilmişti ne de İbranice sözleri – gaz odalarına yapılan göndermeler tabii ki mevcut değildi.
İngiliz pasifist ve eşcinsel Benjamin Britten’ın enfes eseri War Requiem’in sözleri I. Dünya Savaşı’na kendisi de savaş karşıtı ve eşcinsel olduğu halde katılan ve orada can veren şair Wilfred Owen’ın (1839-1918) metinleriyle bir klasik Latin ağıtı olan Missa pro defunctis’in karışımından oluşuyor. Eichler bizi bu güzelim eserle Soğuk Savaş İngiltere’sine ve sonra da Şostakoviç’in Babi Yar senfonisi vasıtasıyla Sovyetler Birliği’ne götürerek sanatçıların soykırımı Orta Avrupa dışında nasıl algıladıklarını yansıtıyor. İlk kez 1962’de seslendirilen War Requiem unutulmaz bir magnum opus. Eserin başlarındaki bir pasajda, çan sesleri ve koronun şehit askerler için etmekte olduğu dua, bir tenorun Owen’ın yakıcı sorusunu seslendirmesiyle kesilir: “Sığır gibi ölenler için hangi geçiş çanları?”
Dmitri Şostakoviç’in 1941 tarihli Babi Yar senfonisi korkunç bir kıyımı, 29 Eylül 1941’de Kiev yakınlarında gerçekleştirilen bir insanlık suçunu anlatmakta. İki günde, 29 ve 30 Eylül’de toplam 33.771 Yahudi katlediliyor Babi Yar’da kurşunlarla – mezarlar belli değil. Sovyet topraklarındaki en dehşet verici kıyım bunlar; Naziler şekillendiriyor, Ukraynalılar icra ediyor. Bu toprakların Nazi ordusu tarafından işgalinin altıncı ayında 600.000’e varan Yahudi katliamı, savaş sonunda yine yalnız bu ülkede 2,5 milyona ulaşıyor.
Şostakoviç bu feci suça karşı çıkmak için en çok çabalayan, ancak kendi içinde yaşadığı otoriter düzeni hiç terk etmeyerek onun bütün zulüm ve yaralarını göğüsleyen bir sanatçı. 1960’ların Sovyet hükümeti antisemitik soykırımı reddetti ve eseri sansürlemeye çalıştı. Babi Yar fiilen yasaklanmadan önce Sovyet bloğunda sadece birkaç defa sahnelenebildi. Eichler, Britten ve Şostakoviç arasındaki mektuplaşmalar ve karşılıklı bestelemeler üzerinden de müthiş bir dayanışma anlatısı kuruyor; dayanışmadan da öte, etnik olarak değilse de insan olarak yaşanmakta olan kıyıma karşı sanatlarıyla karşı duran iki bestecinin eserlerinin anlamlarına çok daha vâkıf oluyor bu değerleri paylaşan okuyucu.
“Zamanın Yankısı” konunun ilgililerinin bile dağarcıklarına çok etkileyici bilgiler katabilen, kimi vakıalara ve asıl müziklere bambaşka bir tat getiren bir çalışma. Keşke bugünün kıyımlarına başka bir eleştiriyle bakabilmeyi de bir nebze sağlayabilecek bir okur kitlesine ulaşabilse…
Önceki Yazı
Süreyya Berfe’nin tabiatında ölüm
var mıydı?
“yavaş yavaş bilemiyorum”
“Berfe baktığı şeylere sadece bakmakla yetinmeyen, o şeyler arasındaki ilişkiyi de anlamaya çalışan bir şair olarak yazmıştır hep; üstelik bir sonraki bakışında hayrete düşebileceği olasılığını unutmadan. O baktığı şeylerin tabiat içindeki halinin, özünün peşinden gitmek, sonrasında kavramak, yorumlamak istemiştir.”
Sonraki Yazı
Dehşet ve korku:
Sonu gelen çağın belirtileri
“Felsefenin başladığı ve son bulduğu, kurulduğu ve söküldüğü iki sınır arasında gidip gelen metin, nasıl olacağını kesin bir şekilde söylemese de, başka bir dünyanın olanağına temas ediyor. Logos’un düşüncenin odağına yerleştiği bir zamandan yapısöküme doğru ani, bazen anakronik geçişler yapıyor, 'yapısökümünün sökümüne' girişiyor.”