• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Şükrü Hanioğlu'nun kapsamlı ve kalıcı eseri:

Atatürk – Entelektüel Biyografi 

“Hanioğlu'na göre erken Cumhuriyet dönemi için 'doğru kabul edilen, yanlış tezlerden' biri, iki savaş arası Avrupa’da otoriter ve totaliter rejimlerin revaç bulduğu ve bu nedenle Mustafa Kemal'in tek partili bir rejime yönelmesinin ‘zamanın ruhuna uygun olduğu’ tezidir. Halbuki 1920'de Avrupa’daki 28 devletten 26'sının 'demokrasi' rejimine sahip olduğu ortaya konmuştur.”

19 Mayıs kutlamalarından, 1934.

AYHAN AKTAR

@e-posta

KRİTİK

18 Şubat 2024

PAYLAŞ

Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk: Entelektüel Biyografi başlıklı çalışması bence 2023 yılının en önemli kitabıdır. 874 sayfalık metin ve ayrıntılı bibliyografyadan oluşan bu hacimli eser, Hanioğlu’nun aynı başlıkla İngilizce olarak 2011 yılında yayımlanan kitabının tercümesi sayılamaz. Her ne kadar bölümlendirme ve temel tezler bakımından iki kitap arasında benzerlikler varsa da, 2023 yılında Türkçe olarak yayımlanan versiyonu gerek kaynak kullanımı ve gerekse de kapsam bakımından 2011 yılında yayımlanan ilk versiyonundan çok daha gelişkin bir eserdir.

Şükrü Hanioğlu’nun kitabına göz attığınız zaman, Cumhuriyet’in kurucu babası Kemal Atatürk’ün fikirlerinin oluşmasında etkili olan ve eylemlerini biçimlendiren entelektüel akımların ve metinlerin Atatürk’ün ölümünden seksen beş yıl sonra tartışılmasının ciddi bir gecikme olduğunu düşünebilirsiniz. Hanioğlu da kitabın girişinde bu meseleyi gündeme getiriyor. Atatürk’ün “etrafında sağlığında inşa edilmeye başlanarak, onu übermensch [insanüstü kişilik] olarak kavramsallaştıran kutsama temelli şahıs kültünün değişik toplum kesimlerinde sürdürüldüğünü” belirtiyor. Hanioğlu, “İnsanüstü bir varlığın bir mucize yaratmış olduğu varsayımı üzerine” temellenen bu anlayışın ciddi biyografik çalışmaların önünü tıkadığını vurguluyor. (s. 2) Takipçileri, “insanüstü kişilik” olarak kurgulanmış olan Atatürk’ün herhangi bir kitabın veya düşünürün etkisi altında kalmasının kesinlikle mümkün olamayacağına inanıyorlar.

Hanioğlu, bu ideolojik sınırlamalar nedeniyle, Atatürk hakkında yazılmış ciddi sayılabilecek biyografilerin çoğunlukla yabancılar tarafından kaleme alınmış olduğunu vurgulamaktadır. İlk olarak 1932 yılında, Atatürk’ün sağlığında yayımlanan Harold C. Armstrong’un Grey Wolf. Mustafa Kemal: An Intimate Study of a Dictator (Türkçesi Bozkurt, 1955) başlıklı kitabından sonra, Lord Patrick Kinross’un Atatürk: Rebirth of a Nation (1964, Türkçesi 1966) başlıklı biyografisi yayımlanmıştır. Almanca olarak da Klaus Kreiser'in Atatürk: Eine Biographie (2008, Türkçesi 2010) kitabını sayabiliriz. Bence, şu ana kadar elimizdeki en düzgün Atatürk biyografisinin yazarı da Türkiyeli değildir: Andrew Mango, Atatürk (1999).

Cumhuriyet’in kurucusunun “bir ulus-devleti yoktan var ettiğine” inanan takipçileri, kutsama temelli şahıs kültünün etkisi altında Atatürk’ün beyazperdede canlandırılmasını da bir türlü kabul edememişlerdir. Yıllar önce Emekli Büyükelçi Fuat Bayramoğlu (1912-1996) ile kendi araştırmamla ilgili mülakat yapmıştım. Mülakat bittikten sonra genel bir sohbete dalmıştık. Merhum Bayramoğlu, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün genel sekreteri olarak görev yapmıştı (1973-1980). O dönemde Hollywood’dan filmcilerin kendisini ziyaret ettiklerini anlatmıştı. Amerikalılar Atatürk’ün hayatı hakkında film yapmak istediklerini ifade ederler. Saraylarda, tarihî mekânlarda film çekmek ve savaş sahnelerinde ordu birliklerini kullanmak için kendisinden destek isterler. 1962’de Lawrence of Arabia filminin dünyada çok izlenmesi ve yedi dalda Oscar ödülü alması, Hollywood yöneticilerini tarihî şahsiyetlerin hayatlarını beyazperdede canlandırmak konusunda yeni arayışlara sevk etmiştir. (İlginçtir, Lawrence of Arabia filmi Türkiye’de yasaklanmış, ancak 1990 yılında özel bir TV kanalında gösterimi yapılabilmiştir!) Amerikalılar, Atatürk’e çok benzeyen İngiliz aktör Richard Burton’un Atatürk’ü canlandırmak istediğini söylerler. Richard Burton 1962’de Kral II. Henry’nin yakın arkadaşı Thomas Becket’i, 1972’de Troçki’yi ve 1973 yılında da Mareşal Tito’yu beyazperdede canlandırmıştır. Ünlü aktör, Lord Kinross’un Atatürk biyografisini okumuş ve çok etkilenmiştir. Senaryo için Lord Kinross’un kitabı esas alınacaktır. Hollywood yapımcılarını ikna eden de aslında Richard Burton olmuştur.

Soldan sağa Richard Burton (1925-1984): Thomas Becket (Becket, 1962), Troçki (Meksika'da Cinayet, 1972) ve Tito (Beşinci Taarruz, 1973) rollerinde.

Rahmetli Bayramoğlu böyle bir filmin Türkiye’nin tanıtımı için önemini hemen kavrar. Gerekli izinlerin alınması için temaslara başlar. Fakat devlet katında tuhaf bir dirençle karşılaşır: O güne kadar kimse Atatürk’ü beyazperdede canlandırmamıştır. Hem sivil hem de askerî bürokrasi Atatürk filminin çekilmesine “Katiyen olmaz! O’nun hatırasına saygısızlık olur” diyerek karşı çıkarlar. Rahmetli Bayramoğlu bana “Atatürk’ü tanrılaştırarak onun hatırasına en büyük saygısızlığı biz yapmıştık. Atatürk’ün arkasına saklanarak maalesef onu tabulaştırmışız” demişti.

Hanioğlu kitabın girişinde Atatürk’ün entelektüel biyografisinin yazımı için kaynakların kısmen mevcut olduğunu belirtiyor. Hem özel kütüphanesinin kataloğu hem de okuduğu bütün kitaplarda altını çizdiği yerlerin veya aldığı notların dökümü yirmi dört cilt halinde yayımlanmıştır. Ama ne yazık ki Cumhurbaşkanlığı Arşivi, anlaşıldığı kadarıyla herkese açık değildir. Araştırmacılara sadece arşiv yönetimi tarafından “uygun görülen belgeler” gösterilmektedir. Atatürk’ün entelektüel biyografisinin bugüne kadar yazılmamış olmasının nedeni, yukarıda ifade edildiği gibi, Atatürk’ün “ne okuduğunun önemsizleştirilmesinden kaynaklanmaktadır”. Böylesine zor bir işe girişen Hanioğlu kitabın amacını şöyle belirliyor: “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinin tahlil edilmesine ve bunun ‘kopuş’tan ziyade ‘devamlılık’ı ortaya koyduğunun gösterilmesine gayret edilecektir.” (s. 19)

Hanioğlu ilk olarak, 19. yüzyıl sonunda Atatürk’ün doğduğu Selanik kentinin kozmopolit dokusunun ve Tanzimat reformları sonrasında kent hayatında oluşan ikili yapının analizine girişiyor. Tanzimat’ın gündelik hayat, kamu yönetimi, eğitim ve kültür bağlamında yaratmış olduğu ikili yapının genç Mustafa Kemal’in hayatındaki etkilerini analiz ediyor. Dans metaforunu kullanarak Selanik’te ‘vals’ ve tekkelerdeki ‘zikir’in bir arada bulunmasının ilk yıllarda çocuğun hayatını belirlediğini, fakat sonra Mustafa Kemal’in ‘modern’ olan valsi tercih ettiğini vurguluyor. (s. 59)

Manastır’daki askerî lise öğrencisi Mustafa Kemal’in kültürel Türkçülük ideolojisiyle tanışması tarih hocası Mehmet Tevfik (Bilge) ile başlıyor. Türklerin İslamiyet öncesi dönemde şanlı bir tarihi olduğunu, Osmanlı askerî okullarında okutulan ve esas olarak Fransız Türkologlarının yazdıkları kitaplardan faydalanılarak kaleme alınmış Osmanlı ders kitaplarından öğreniyor. Manastır’daki askerî lise öğrenciliği sırasında Bulgar, Sırp ve Yunan milliyetçilikleriyle tanışıyor. Selanik’ten çok farklı bu kentte genç Mustafa Kemal ve akranlarının yeni bir tür vatanseverlik fikrini benimsediklerini görüyoruz. Daha sonra İstanbul’daki Mekteb-i Harbiye’de sadece Mustafa Kemal’in değil, tüm Jön Türklerin entelektüel donanımını belirleyecek bir öğretiyle karşılaşıyor.

Baron Colmar Freiherr von der Goltz (Golç Paşa), 1843-1916

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rus ordusunun Yeşilköy’e dayanması, II. Abdülhamid yönetimini askerî reformları ciddiye almaya yöneltmiştir. Almanya ile yakınlaşma sonucu Mekteb-i Harbiye’nin eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesi için Alman subaylar davet edilir. Bunlardan en önemlisi olan Binbaşı Baron Colmar Freiherr von der Goltz 1883 yılında Osmanlı ordusunda müfettiş olarak göreve başlamıştır. Von der Goltz veya Osmanlı subayları arasındaki ismi ile Golç Paşa, modern anlamda Osmanlı ordusunun kurucusudur. Harbiye ders programlarının modernleştirilmesinden başlayarak yaşanan değişimle Golç Paşa sayesinde kendine güvenen yeni bir zabitan sınıfı oluşur. Mustafa Kemal’in yeni zabitan sınıfının en parlak mensuplarından biri olduğu söyleyebiliriz. Von der Goltz’un 1883 yılında yayımladığı Das Volk in Waffen (“Silahlı Millet”) isimli kitabı, 1885 yılında Millet-i Müsellâha başlığı altında Türkçeye tercüme edilir. Enver Paşa bu kitabı “mesleğindeki alfabesi” olarak tanımlar. (s. 80)

Von der Goltz, sanayi devrimi sonrası oluşan dünyada artık seçkinlerin egemenliğindeki imparatorluk ordusu anlayışının geçerliliğini kaybettiğini, mecburi askerlik görevini yapan vatandaşlardan oluşan ‘halk ordusu’ ile Fransa’da olduğu gibi önemli zaferlere ulaşmanın mümkün olduğunu anlatıyordu. Bu ordular kurumsal bakımdan da milliyetçiliğin kalesi olacaklardı. Askere alınan köylü genci, inanmış bir milliyetçi olarak evine dönecekti.

Von der Goltz’un Mustafa Kemal üzerindeki etkisi kalıcı olmuştur. Hanioğlu’na göre, 1908 sonrasında iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup subaylar, “Goltz’un toplumu ‘millet-i müsellâha’ya dönüştürmek isteyen kuramın sadık takipçileridir”. (s. 85) Hanioğlu’na göre, Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklal Savaşı’nı “silahlanmış milletin savaşı olarak değerlendirdiği şüphesizdir”. (s. 91)

1930’larda Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda kaleme alınan ve birçok bölümü fiilen kendisinin yazdığı fakat Afet İnan’ın yazar olarak göründüğü Vatandaş için Medeni Bilgiler isimli yurttaşlık bilgisi kitabının “Askerlik Vazifesi” başlıklı bölümü von der Goltz’dan alınmıştır. Hasan Ünder bu bölümün neredeyse tamamının Millet-i Müsellâha’dan bazen aynen, bazen özetlenerek, bazen de dili sadeleştirilerek alındığını örneklerle gösterir (Hasan Ünder, “Milleti Müselleha ve Medeni Bilgiler”, Tarih ve Toplum, No. 192, Aralık 1999).

Enver Paşa, Harbiye Nezareti'nin bahçesinde Golç Paşa'nın cenaze töreninde konuşma yapıyor, Mayıs 1916 (IWM Koleksiyonu).

Hanioğlu, Mustafa Kemal Bey’in muhalif Jön Türk hareketi içinde “seküler Türkçü” olarak tanımlanabilecek bir kesime dahil olduğunu tespit etmektedir. Osmanlı toplumunun değer sistemleriyle açıkça çatışan bu kesimin etkilendiği fikir akımlarının başında Gustave Le Bon’un seçkinci yaklaşımları, Ludwig Büchner’in Kuvvet ve Madde  eserindeki vülger materyalist yorumlar gelmekte ve bu yaklaşımlar toplumda dinin yerini alabilecek bir materyalist felsefe arayışı içinde olan genç subaylara cazip görünmektedir. Hanioğlu, “Popüler materyalizme dayanan bilimcilik” yaklaşımının Mustafa Kemal’in din-bilim ilişkisine bakışını şekillendirdiğini ve Batılılaşma eksenindeki toplumsal dönüşümün bir bakıma Sosyal Darwinist bir gereklilik olduğunu ileri süren Osmanlı Garpçılığı anlayışını benimsemesine neden olduğunu ileri sürer.

Hanioğlu, genç subay Mustafa Kemal’i “ikinci kuşak Jön Türk” kesimi içine yerleştirmektedir. Bu kesim, toplumsal dönüşüm için şartların olgunlaşmasını beklemek yerine örgütlü kesimlerin “ihtilal” ile halka yol gösterebileceğini ve ileride “silahlanmış millet” haline dönüşecek topluma askerlerin öncülük etmesinin doğal olduğunu düşünmektedir. (s. 179) Bu kesimin Türkçülüğü benimsemiş olması, birinci kuşak Jön Türklerin “ittihadı İslâm” anlayışının ötesinde bir yaklaşımdır. Birinci kuşak Jön Türkler, üyesi oldukları İttihat ve Terakki Cemiyetini “Cemiyet-i Mukaddese” olarak tanımlarlar. Örgüte izafe ettikleri bu “kutsallık” boyutu bir anlamda “kişilik kültünün” ortaya çıkmasını engellemiştir. (s. 207) Hanioğlu’na göre cemiyet lider değil, liderler yaratmıştır. Resmî tarihçilerin iddialarının aksine, Hanioğlu, Mustafa Kemal Bey’in İttihat Terakki içindeki dış halkada bulunan Cemal Bey’e yakın subaylar arasında yer aldığını vurgulamakta ve cemiyet içinde merkezî bir konumda olmadığını ifade etmektedir. (s. 211)

Şükrü Hanioğlu
Atatürk–Entelektüel Biyografi
Bağlam Yayınları
Eylül 2023
1024 s.

Savaşın Osmanlı devletinin mağlubiyetiyle sonuçlanmasının ardından Mondros Mütarekesi hükümlerine göre ülkenin işgali gerçekleşir. Hanioğlu’nun altını çizdiği gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçip ulusal direnişi örgütlemeye başlamasının “örgütsel motor gücü İttihad ve Terakki teşkilatıdır”. Direniş sırasında Mustafa Kemal Paşa meseleye ideolojik planda inanmış bir Türkçü olarak değil de, ülke içindeki etnik farklılıkları ortadan kaldıran bir tür “Müslümanların birliği” temelli anti-emperyalist bir tavırla yaklaşmıştır. Erzurum ve Sivas kongrelerinin bildirgelerinde Müslüman milliyetçiliği çizgisini benimseyen Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da meclisin açılmasından sonra Anadolu’da bir tür Fransız İhtilali örgütleme çabasına girişir. (s. 305) Bu çerçevede, parlamenter hayatın kuvvetler ayrılığı ilkesi “milli hâkimiyet” pratiğinin altında ezilmiştir. Hanioğlu’na göre Mustafa Kemal Paşa “tüm kuvvetleri elinde tutan bir ‘diktatör meclis’ yaratmıştır”. (s. 343)

Ankara’da toplanan meclisin diğer bir özelliği de gayrimüslimlerin seçimlere katılmalarının yasaklanarak mecliste temsillerinin engellenmiş olmasıdır. Hanioğlu, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’nin “bir Müslüman şûrası” niteliğine sahip olduğunun altını çizmektedir. (s. 358) Hanioğlu’nun anlatısında maalesef eksik bırakılan boyut şudur: 1915 yılında Anadolu Ermenilerinin Suriye çöllerine sürülmesinden ve yok edilmesinden sonra “emvâl-i metruke” olarak isimlendirilen geride kalan mal varlıklarına Müslüman kesimin el koymuş/çökmüş olmasının milli mücadelenin örgütlenmesindeki etkisi tartışılmamaktadır. Anadolu’da Ermeni nüfusun 1915 öncesi yoğun olarak bulunduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerindeki yerel eşraf ve ağalar, 1915’te yaşananların işgal güçleri tarafından hesabının sorulmasından korktukları için milli mücadeleye destek vermişlerdir. Cumhuriyet’in 50. Yılı münasebetiyle 23 Ekim 1973 günü, Ankara’da Türk Tarih Kurumu’nda bir konferans veren İsmet İnönü durumu şöyle özetlemektedir:

“Şark’ta Erzurum’da özel bir istidat [eğilim] vardı, mukavemet [direniş] için. Ermeni istilasından korkuyorlardı. Ermeni devleti ve [1915] Ermeni hadiseleri, eşrafı ve ağaları dahil olmak üzere şark ahalisini can korkusuna düşürmüştü. Binaenaleyh burada Ermeni hükümeti teşkil olunacaktır. Bu ihtimal belirince herkes, mabadını [sonunu] düşünmeden mukavemete kendini mecbur hissediyordu. Bu kolaylık vardı.” (İsmet İnönü, “İstiklâl Savaşı ve Lozan”, Belleten, Sayı: 149, Ocak 1974)

Aynı şekilde, Sivas Kongresi’nin ve Hey’et-i Temsiliye’nin resmî yayın organı sayılabilecek İrâde-i Milliye gazetesinin ilk sayısında kongre delegelerinden olan İsmail Hâmi (Danişmend) Bey de İstanbul hükümetinin sadrazamı Damat Ferid Paşa’nın 1915’te Ermeni nüfusun katledilmesine karışanların özel bir Divân-ı Harb / Olağanüstü Mahkeme’de yargılamasını şöyle eleştiriyordu:

“Fakat vatanına karşı hiçbir alaka hissetmeyen alçak sadrazamın hain kabinesi, vatanı, milleti, memleketi, dini, devleti, hülasa bütün mukaddesatı bir tarafa bırakıp yalnız Ermeni tehciri mesuliyetleriyle [sorumluluklarıyla] meşgul olacak bir divân-ı harb-i örfi teşkil etti! Vatanın felaketini hiç kimseden sormuyor, Ermeni vekâyiinde [olaylarında] kurban düşen yüz binlerce ümmet-i Muhammed’in hesabını araştırmıyor, yalnız Ermeni patriğinin keyfini yerine getirmek için Ermeni hukukunu müdâfaa ediyordu!” (İsmail Hâmi, “Harekât-ı Milliyenin Esbabı [Sebepleri]”, İrâde-i Milliye, Sayı 1, 14 Eylül 1335/1919. Bkz. İrâde-i Milliye, tıpkı basım ve yeni harflerle 4. baskı, Sivas Belediyesi yayını, 2014)

Konuya bu açıdan baktığımızda, 1919 yılının yaz ve sonbahar aylarında Anadolu’da milli mücadeleyi örgütleyenlerin elini rahatlatan bir siyasi ortam bulunduğunu görüyoruz. İsmail Hâmi Bey’in de dahil olduğu direniş hareketinin kendisini kolaylıkla İstanbul hükümetlerinden ayrıştırabilmesinin altında 1915 yılında yaşanan sürgün, toplumsal şiddet ve katliamlara birinci derece müdahil olan faillerin yargılanması korkusunun etkili olduğu açıktır. 1915 yılında bir milyondan fazla Anadolu Ermenisinin yerinden yurdundan edilmesine müdahil olan yerel güç odakları, dört yıl sonra yeni ulus-devletin mayasını oluşturacak direniş hareketinin de taşıyıcısı olmuşlardır. Hanioğlu bu devamlılığın altını çizmekten kaçınmıştır.

Mustafa Kemal Paşa milli mücadele sırasındaki siyasetini dinî temalar üzerinde temellendirmiş, fakat bu tercih 1923 yılından sonra bıçak gibi kesilmiştir. Hanioğlu, 1919-1923 arasında Türkçü görüşlerini saklayan ve sürekli olarak konuşmalarında “cihad” gibi İslâmî bir terminolojiyi kullanan, Kur’an ve hadislere gönderme yapan, içki yasaklayan kanunların meclisten geçirilmesini sağlayan Mustafa Kemal Paşa’nın durumunu “kendisi olamayan bir lider” olarak tanımlamaktadır. (s. 384) Ayrıca, “İstiklal Harbi yıllarının bir geçiş dönemi, bir parantez” niteliği taşıdığını vurgulamaktadır. Nadiren de olsa, Mustafa Kemal Paşa’nın esas görüşlerini ortaya koyduğu durumlar da vardır. Örneğin, Sovyet temsilcileriyle görüşmesinde din adamları için “Bunlar şimdilik bana lazım. Meşru bir gerekçem olunca bunları yeryüzünden sileceğim” demekten kaçınmamıştır.

Hanioğlu, Mustafa Kemal Paşa’nın kafasındaki cumhuriyet rejiminin niteliklerini şöyle özetlemektedir:

“Kuracağı cumhuriyet, liderin tek siyasi karar verici olduğu, temsilin atamaya dönüştüğü, muhalefete izin verilmeyen ve ‘inkılâbın kanununun mevcut kavâninin fevkinde [kanunların üzerinde]’ bulunduğu gerekçesiyle ‘kanun devleti’ çıtasına ulaşmayan bir yapı olacaktır.” (s. 419)

Bu yeni rejimde, CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in dediği gibi “din telakkisinin hududu, yurttaş vücudunun cildini aşamadığı” şeklinde tanımlanmıştır. Hanioğlu, Mustafa Kemal Paşa’nın bir toplumsal kurum olan din hakkındaki görüşlerini derinden etkileyen metnin H. G. Wells’in dünya tarihini özetleyen The Outline of History kitabı olduğunu ifade etmektedir. Wells’in kitabı kısa zamanda Türkçeye çevrilmiş ve daha sonra liselerde okutulan tarih kitaplarının içinde, din bölümünde bulunan görüşlere kaynaklık etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, aydın yeni nesillerin “evrimini tamamlamış, insanlığın gelişimiyle hükmü kalmamış bu kuruma dayanma yerine bilimi merkezine alan bir tasavvuru sahiplenmesini arzu etmiştir”. (s. 485) Hanioğlu’nun eserinin 8. bölümünde, yeni cumhuriyetin İslâmiyet’e yaklaşımı ve Mustafa Kemal Paşa’nın uyguladığı siyasal taktikler hakkında ufuk açıcı tespitler bulunmaktadır.

Hanioğlu, Mustafa Kemal'in “sadece iki savaş arası dönemin değil, modern tarihin de en kapsamlı içselleştirilmiş Oryantalist projelerinden birini hayata geçirmeye” çalıştığını ifade etmektedir. (s. 745) Dil, tarih, kılık kıyafet, gündelik hayat ve müzik konusunda yapılan değişikliklerin temel doğrultusunun “şarkta garbın temsilcisi’ bir Türkiye yaratma düşünsel arka planına dayanması” olduğunun altını çizmektedir. Hanioğlu haklı olarak bu toplumsal mühendislik projesinin “tek yönlü ilerleme” inancına dayandığını ve “yeni” olanın eskiyi, “medeni” olanın medeni olmayanı kısa zamanda tasfiye edeceği konusundaki sosyal Darwinist beklentinin istenen sonuçları vermediğini vurgulamaktadır. (s. 748) Hanioğlu’nun belirttiği gibi, “Neticede kurucu lider Türkiye’yi arzuladığı gibi ‘garb’ın ayrılmaz kültürel parçası’ haline getirememiş, ancak bunun gerçekleştiğine ve kendilerinin ‘ilkel şark’ın olumsuzluklarından kurtulmuş ‘Batılılar’ olduğuna inanan, bu nedenle de toplumu yönlendirme ve şekillendirme hakkı na sahip bulunduğuna inanan bir kitle oluşmuştur”. (s. 751)

Hanioğlu, erken Cumhuriyet döneminin nitelikleri üzerine resmî görüşü benimseyen tarihçilerin sürekli vurguladıkları “doğru kabul edilen, yanlış tezlerle” ilgili soğukkanlı tespitler yapmaktadır. Bunlardan bir tanesi, iki savaş arası dönemde Avrupa’da otoriter ve totaliter rejimlerin revaç bulduğu ve bu nedenle Mustafa Kemal Paşa’nın tek partili bir rejime yönelmesinin ‘zamanın ruhuna uygun olduğu’ tezidir. Halbuki siyasetbilimci Nancy Bermeo’nun araştırmasına göre, 1920 yılında Avrupa’daki yirmi sekiz devletten yirmi altısının “demokrasi” rejimine sahip oldukları ortaya konmuştur. (s. 757) Hanioğlu’na göre, “Mustafa Kemal, 1923 yılında tercihini şeklen demokrasi görünümü verecek … gerçekte ise lider kültü temelli, korporatist bir tek parti rejimi kurma alanında yaptığında ve … [bu] yapılanmayı 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu ile tahkim ettiğinde ‘yükselen küresel otoriterlik’ten esinlenmiş yahut etkilenmiş değildi”. (s. 758)

Şükrü Hanioğlu

Hanioğlu, Cumhuriyet rejimini devamlılık ve kopuş tartışmalarının ışığında şu şekilde konumlandırmaktadır:

“19. yüzyıl başından beri biçim değişiklikleriyle yeniden üretilen neo-patrimonyalizm, erken Cumhuriyet döneminde de kurucu lider dokunuşlarıyla aldığı şekil içinde egemenliğini sürdürmüş, örgütlenme açısından ise İttihat ve Terakki’nin 1913 sonrasında kurduğu fiili tek parti, karizmatik ‘Şef’ yönetiminde yapılandırılmıştır.” (s. 762)

Bu çerçevede, Hanioğlu’na göre, Mustafa Kemal “neo-patrimonyalizm” anlayışının yeni bir yorumunu ortaya koymuştur. Bu yorumun ağırlık merkezi de “tek şefli İttihat ve Terakki” rejiminin ideal siyasi örgütlenme modeli olarak sunulmasından ibarettir. “Şefli İttihat ve Terakki modeli” sayesinde TBMM sadece “kâğıt üzerinde” siyasal temsili sağlayan, seçimlerin atamaya dönüştüğü ve milletvekillerinin “bürokrasinin uzantısı, sembolik bir konuma indirgendiği” bir noktaya ulaşmıştır. (s. 791) Böylece, “lider kültüne dayalı patrimonyal rejimin taşları yerine” oturmuştur. (s. 799) Örneğin, ömründe Urfa’ya ayak basmamış olan şair Yahya Kemal Bey önce Urfa ve daha sonra da Yozgat milletvekili olmuştur.

1930’lardan itibaren inşa edilen ve Mustafa Kemal’in “ulusun babası” rolünü üstlendiği rejim, ataerkil siyaset anlayışı yardımıyla kurgulanan “şahıs kültü” ile bir anlamda insanüstülük özelliği kazanmıştır. Hanioğlu, bizzat Atatürk’ün kendisinin Kemalizmin sistemleştirilmesine yönelik çabaların önünü kestiğini, bir bakıma Kemalist ideolojik yapılanmanın “Mustafa Kemal” kültünün önüne geçmesine izin vermediğini vurgulamaktadır. Bu durumda, “Kemalist kuramcı” olarak adlandırabileceğimiz kimselerin “Cumhuriyet’in kurucusunun hayat hikâyesi, konuşma, vecize ve siyasetlerini” aynen Hz. Muhammed’in yaşamından ve sözlerinden hikmet üreten İslami “siyer ve hadis âlimlerininkine benzer yöntemle” çalışarak yorumladıklarını ve muhtelif “Kemalizmler” inşa ettiklerini görüyoruz. Tabii ki Atatürk’ün bir “peygamber veya tanrı/yarı tanrı” olarak algılanması, özünde bir tür İslami “tefsir” çabaları olarak görülebilecek faaliyetin günümüze kadar sürdürülmesini mümkün kılmıştır. Böylece, “Osmanlı yeni patrimonyalizmini ileri bir aşamaya taşıyan Atatürk, bir siyasi partiden ziyade toplumu kontrol aracı olarak yaklaştığı ve ‘tek’ olmasını arzuladığı fırkasını da ‘Şefli İttihat ve Terakki’ modelinde teşkilatlandırmıştır”. (s. 829-843)

Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk: Entelektüel Biyografi başlıklı çalışması tarihçilik açısından birinci sınıf olarak adlandırılabilecek bir eserdir. Daha önceki çalışmalarından bildiğimiz kadarıyla Hanioğlu, Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) dönemini ve o dönemde gelişen Jön Türk muhalefetini çok iyi bildiği gibi, 1908 devrimi sonrasında iktidara yerleşen İttihat ve Terakki dönemi (1909-1918) üzerinde otorite sayılan bir tarihçimizdir. Bu eserinde de mümkün olduğu kadarıyla birincil kaynakları kullanan, son yüz elli yıllık tarihimizdeki kopuşların ve devamlılıkların ustaca altını çizen bir bilim adamıdır.

Taha Akyol ile yaptığı söyleşide, Atatürk: Entelektüel Biyografi başlıklı son kitabının içinde yaşadığımız siyasi ortam bakımından önemini şöyle vurgulamaktadır:

“Kurucu liderini insanlaştıramayan, onun geliştirdiği siyasetleri ‘mucize’ olarak değerlendiren bir toplum, kutsadığı ‘kurucu ideoloji’sinin dayanaklarını da anlayamamaktadır. Şahıs kültü ve altınçağcılık temelli yaklaşımın egemenliği ise toplumun sorunlarını özgürce tartışması önünde ciddî bir engel oluşturmaktadır. Daha da vahimi, bunların içselleştirilmesi ve ‘doğal’ olduklarının varsayılmasıdır.”

Aynı söyleşide, Taha Akyol’un günümüzde pek yaygın olan “Ulu Önder” ve “Ulu Hakan” karşılaştırmaları ile ilgili hatırlatmaya verdiği cevap da anlamlıdır:

“Atatürk’ün kurucu lideri olduğu toplumda saygı görmesi, anılması, görüşlerine gönderimlerde bulunulması doğaldır. Ancak, post-modern çağda Türkiye’nin iki savaş arası dönem ürünü sıfatlar ve kutsallıkla tahkim olunan bir ebedî liderlik kültünü içselleştirmesi, sorunlarını onun toplumu yönettiği altınçağa geri dönerek halledeceğini varsayması anlamlı değildir. Benzer şekilde, bunun karşı tezi olarak yaratılan II. Abdülhamid kültünün ‘Ulu Hakan’ kavramsallaştırması da dağılma sürecindeki bir çokuluslu imparatorluğu Belle Époque gerçekliğinde yönetmiş bir halife-sultanın siyasetlerinin günümüz Türkiyesi’nin (ve İslâm âleminin) meselelerini çözebileceğini savunmaktadır. Âmiyâne bir ifade olacak ama Türkiye, ‘benim lider kültüm seninkini döver’ sığlığındaki yaklaşımla güncel sorunlarına çare bulamaz.” (Karar, 18 Eylül 2023)

Hanioğlu’nun kitabını Cumhuriyet’in 100. yıldönümünün kutlandığı günlerde okumaya başladım. İtiraf edeyim, bir sosyal bilimci olarak kitabın “lider kültünün oluşumu” ile ilgili bölümleri özellikle ilgimi çekti. Aynı günlerde, Hanioğlu’nun Perspektif  internet sitesinde 28 Ekim 2023 günü yayımlanan “Bu Asırda da Değişmeyen Tek Şey Patrimonyal Siyaset” başlıklı söyleşisini okudum. Ertesi gün, yani 29 Ekim günü, tesadüfen Sözcü gazetesinin birinci sayfasında “Bir millet, önderi Atatürk’e sesleniyor: Âşığım sana!” manşeti altında yayımlanan –kusura bakmasınlar, şiir diyemiyorum– 'manzume' dikkatimi çekti. Eğer kurucu siyasal lidere bağlılık, o liderin ölümünden seksen beş yıl sonra hâlâ “aşk” veya “yarı-tapınma” düzeyinde ifade ediliyorsa, bu tuhaf durum ülkemizde kemikleşmiş siyasi kültür hakkında bize bir şeyler söylüyor.

Hanioğlu, Perspektif internet sitesindeki mülakatında şöyle diyordu:

“Bir asır içinde sabit kalan, değişmemekte direnen tek husus, maalesef, yeni patrimonyal ve otoriter siyaseti biçim farklarıyla yeniden üretmemizdir.”

Eğer ülkemizde siyasal liderlere bağlılık Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana “tapınma, körkütük âşık olma, tam biat” gibi kalıplarla tanımlanmış ise, 2013 yılında yapılan AKP mitinginde bir gazeteciye “Erdoğan’ın g…tünün kılıyım” diyerek bağlılığını ifade eden AKP seçmeni kadının sözlerini nasıl değerlendireceğiz? Eğer on yıldan fazla iktidarda kalan bir siyasi liderin giderek kültleştirilmesi Türk siyasal kültürünün ayrılmaz bir parçası ise, ayrıca Hanioğlu’nun deyimiyle sürekli olarak “yeni patrimonyal ve otoriter siyaseti biçim farklarıyla yeniden üretiyor” isek, bu kabustan bir çıkış yolu var mıdır? Eğer bir çıkış yok ise, ülkemizde ortalama vatandaşımızın bir yandan seksen beş yıl önce vefat etmiş kurucu lidere saygılarını sunup, diğer yandan da aynı “tapınma, körkütük âşık olma, tam biat” kalıbı içine bu kez yaşayan ve işbaşında olan bir siyasi lideri yerleştirmesini belli bir devamlılık çizgisi içinde yorumlayabiliriz. Sosyal bilimci mantığı içinde baktığımız zaman, ülkemizde siyasi liderlerin zamanla kültleştirilmesi sürecinin bir tür devamlılık arz ettiğini de düşünebiliriz.

Hanioğlu’nun kitabının sadece Atatürk’ün entelektüel formasyonu üzerine değil, içinde yaşadığımız dönemin tuhaflıklarının nedenleri üzerine de düşünmemizi sağlayacak ipuçlarıyla dolu olduğunu düşünüyorum. Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk: Entelektüel Biyografi başlıklı çalışması benim kanaatime göre kalıcı ve kısa zamanda klasik mertebesine ulaşan bir eser olacaktır.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • atatürk
  • Atatürk–Entelektüel Biyografi
  • kemalizm
  • Şükrü Hanioğlu

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 8

K24'ün vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aç Melek / Ailenin Ötesi / Gandhi ile Molotof Kokteyli İçmek / Hayaletbilim / Kendini Savunmak / Oyunbozan Feministin El Kitabı / Sosyofobi / Tekniklerde İcat / Yalnızlığın Anatomisi / Yaşını Gösteren Kadınlar

K24

Sonraki Yazı

DENEME

Çocukluğumun yazarları

“Çağının bireye bakan edebiyatıyla toplumcu gerçekçiliğin yoksulluğu doğrudan ele alışı onda kesişir ve özellikle de kadın yoksulluğu öne çıkar. Şehrin karmaşasında Sait Faik’in etkisi, küçük insana bakışında Orhan Kemal’in duruşu, kadını şehrin ve yoksulluğun içindeki yalnızlığıyla ele alışıyla Suat Derviş ve Nezihe Meriç’in mirası hissedilir.”

SIRMA KÖKSAL
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist