Kitaplı bir tatil
Tatildeyken hangi kitapları okuyoruz? Ya da, tatile giderken yanımızda hangi kitapları götüreceğiz? Henüz okumadığımız ama göz koyduğumuz kitaplar, tekrar okumak için kenara ayırdıklarımız, tatile yakıştırdığımız kitaplar hangileri? K24 yayın kurulu üyeleri bayram tatilinden bildiriyor…
“Evdeki plan tatile uymayabiliyor”
BEHÇET ÇELİK
Bazı kitapları okumayı daha kesintisiz bir zaman ayıracağımız tatillere erteleriz ve itiraf etmeliyiz ki onların bir kısmını tatillerde değil, gene sıkışık zamanlarda okuruz. Okumak –en azından kendi adıma konuşayım– plana, programa pek gelmiyor, nice kitabı yıllar içerisinde dar ya da geniş zamanlarda okumaya kalkmış ama sürdürememişimdir, fakat sonra bir gün gelmiş, elime öylesine sayfalarını karıştırmak için almış ve bırakamamışımdır. Bu söylediklerim hangi kitabı ne zaman okuyacağımızın planını yapmakla ilgili, yoksa tatiller –çıkabiliyorsanız– okumak için en ideal zamanlar. Tatil bavulunun esas ağırlığı kitaplardan oluşanlar anlıyordur! Çalışanlar için okuma disiplini dediğimiz şey de esasında tatiller için (hafta sonu, bayram, yaz tatili fark etmez) okuma planı yapmak ve bunu hayata geçirebilmektir bence.
Gelelim benim bu yaz okurum diye ertelediğim kitaba: Mayıs başında William Saroyan’ın Türkçede yeni bir romanı yayımlandı: Rock Wagram. Saroyan en sevdiğim öykücülerdendir ve başka yerlerde de bahsettim, öykü yazmaya başlamama neden olan iki-üç isimden biridir. Oysa onu ilk kez bir romanıyla tanımıştım. 15 yaşına girdiğim doğum günümde babam Dünyanın Bir Öğle Sonrasında’yı hediye etmişti. Kitabı çok sevince başka kitaplarını aramış ve Aram Derler Adıma’yı okur okumaz da Saroyan’ın müptelası olmuştum.
Rock Wagram’a dair çok şey bilmiyorum. Aras Yayıncılık’ın web sitesinde şu kadarcık özetlenmiş: “Fresno’daki Şişko Aram’ın Yeri’nde barmenlik yapan yirmi beş yaşındaki Arak Vağramyan, on yıl içinde Hollywood’un ünlü aktörlerinden Rock Wagram’a dönüşür.” Kitabın duyurularında bunu okuduğumda aklıma Dünyanın Bir Öğle Sonrasında gelmişti. Orada da Fresno’da doğup büyümüş, ünlü bir roman ve oyun yazarı Yep Muscat’ı tanırız; Yep Muscat’a dönüşmeden önceki adı Yeprat Moscatian’dır. Yep Muscat’ın hikâyesinde beni etkileyenler neydi, hatırlamıyorum ama muhtemelen kahramanın bir yazar olması önemliydi. Bu arada en sevdiğim kitap adlarından biridir Dünyanın Bir Öğle Sonrasında ve şimdi bu soruşturmayı yanıtlarken fark ediyorum, kitap okumak için en uygun zaman da dünyanın bir öğleden sonrasından başka zaman değil. Yaz okumaları, dünyanın (sıcak) bir öğleden sonrasındaki okumalar olmuştur benim için. (Bu sıcak öğleden sonralarda kitap okurken içimin geçtiğini ve bir parça kestirdiğimi itiraf etmeme gerek yoktur sanırım.)
2024 yazında okumayı tasarladığım başka kitaplar da var. Bunlardan biri sonbaharda K24’te yapmayı düşündüğümüz bir dosyayla ilgili; öbür kitaplar da gene K24’te yayımlamak istediğim bir yazıyla ilgili – aslında yeniden okuyacağım, yıllar önce çok severek okuduğum kitaplar bunlar, derli toplu, peş peşe okursam romanların birbiriyle bağlantılarını, yazarın meselesini vs. daha iyi kavrayabilirmişim gibi geliyor. (Editöre not: Bir ara da “Yeniden Okumak İstediğimiz Kitaplar” dosyası mı yapsak?)[1] Sonbahara düşündüğümüz dosyayı hazırlayamayız ya da ben söz verdiğim yazıyı yazamam diye ne dosyanın ne hakkında olduğunu, ne seçtiğim kitabı, ne de öbür kitapların hangileri olduğunu yazacağım. Başta, dedim ya, evdeki planlar tatillere uymayabiliyor. Üstelik sonuçta “tatil” değil “vazife” kitapları bunlar.
Önümüzdeki haftalarda yayımlanacağını duyduğum bir roman daha var. Adı henüz açıklanmayan Selahattin Demirtaş’ın yeni romanını da tatilde okumayı umuyorum.
Said ile Barenboim ve Rowling
İŞTAR GÖZAYDIN
Tatildeyken okumakta olduğum iki kitaptan ilki, J.K. Rowling’in Robert Galbraith takma adıyla yazmakta olduğu Strike romanlarının altıncısı, The Ink Black Heart. BBC’nin ilk beşini dizi olarak da çektiği (seyretmesi gayet keyiflik/ casting ve adaptasyon gayet iyi) bu külliyatın yedincisi çıktı bile, sekizincisi de yoldaymış. Ortağı Robin Ellacott ile kapkarışık olayları ustaca çözen Afganistan gazisi bir özel detektifin maceralarını merak ederseniz, Türkçede ilk beşi de bulunan bu diziyi kaçırmayın; ama alışılmış polisiyeler gibi kısa bir şeyler beklemeyin – okumakta olduğum 1002 sayfa….
Elimdeki ikinci kitap 2002 tarihli, Edward Said ile Daniel Barenboim’un müzik ve siyaset üzerine söyleşileri Parallels and Paradoxes. Özellikle klasik Batı müziğine tutkun olan, neredeyse bir konser piyanisti düzeyinde icracılığı bulunan Said ile çağımızın en büyük icracı ve şeflerinden Barenboim’un ortak kökenlerinden yola çıkarak Orta Doğu siyaseti ve toplumu hakkındaki fikir teatisini izlemek müthiş.
Biri Filistinli diğeri İsrailli iki entelektüelin müzik odaklı bu paylaşımlarını günümüz koşullarında okumak insana biraz hüzün biraz umut veriyor – yaşanmakta olanlara da öfkesini tazeliyor.
Es vermek, kopmak ve dikkat etmek
FATİH ALTUĞ
Başkalarına ve kendime verdiğim yazı sözlerini yerine getirmek, yazma arzusu ile söz vermenin buyruğu arasındaki gerilimi hafifletmek vesilesiyle bu arada okuduğum kitaplara işaret edeceğim. Hepsinde hareketle ilgili bir şeyler var: Duygunun hareket olarak mahiyeti, yazının sayfadaki ve zihindeki hareketi, dijital hareketlerin hikâye anlatıcılığına ettikleri, dünyanın gidişatının düzleştirici / yavanlaştırıcı veçheleri, kop(ar)manın suretleri, belirli bir anda belirli bir hareketi yapmamanın açtığı imkânlar… Didi-Huberman, Ferrante, Marin ve Virno, karışımlara, iç içe geçmelere, giriftliklere, karşıtmış gibi görünenlerin oluşturduğu alacalı terkiplere daha çok kulak verirken Han ve Roy, bu terkiplerin, zımniliğin, sırrın, mesafenin kaybını ve dünyanın katlarının, kıvrımlarının düzleştirildiği koşullarda dünyanın katlanılmazlığını vurguluyorlar. Aynı zamanda ıstırap tüm metinleri kat ediyor: Istıraba maruz kalmanın, onunla baş etmenin, onu bastırmanın çeşit çeşit dinamikleri imkânları ve açmazlarıyla karşımıza çıkıyor. Daha önemlisi bu metinlerde, olduğumuz şeye devam etmenin, onu kesintiye uğratmanın, ondan kopmanın, eylemde sürekliliğin, eylemden imtina etmenin, yeni başlangıçların, sebat etmenin birinin diğerini her koşulda dışlamadığı karmaşası neşet ediyor /neşe veriyor. Dinlenmek, kendini dinlemek, es vermek, teneffüse çıkmak, özen göstermek, (kulak misafiri olmadan) kulak vermek, (hoyratlaşmadan) es geçmek, yapmak kadar yapmamanın gücüne inanmak, kütleşmeden metîn olmak, (gücüne gitmeden) güçsüzlüğünden güç devşirmek umurunda olanlar için…
Georges Didi-Huberman, Ne Duygu Ama! Ama Duygu Ne!, çev. Baran Bilir, Lemis Yayın
“Duygu [l’émotion] bizi dışarıda (é-, ex) bırakan, bizi kendimizin dışına koyan bir hareket [motion], bir devinim, yani bir é-motion değil midir? Fakat duygu bir hareketse, o halde pekâlâ bir fiil, bir eylemdir: Hem içsel hem de dışsal olan bir jest, zira içimizden bir duygu geçtiğinde ruhumuz canlanır, ayaklanır ve bedenimiz ne olduğunu dahil bilmediğimiz türden şeyler yapmaya başlar.” (s. 22)
“Belki de bu bize, tıpkı canlı bir bedenin et gibi yumuşak maddelere olduğu kadar kemik gibi sert maddelere de ihtiyaç duyması gibi, duyguların da daima gizliden gizliye ikili bir yapıya sahip olduğunu anlatmaktadır: Düşünecek olursak, şimdiki sevinçlerimizin derinliklerinde kaygının izlerini bulmak kadar şimdiki üzüntülerimizin derinliklerinde sevinç imkânları bulmak da bizim elimizdedir.” (s.42)
Claire Marin, Kopuş(lar), çev. Yağmur Ceylan Uslu, İnka Kitap
“Kopuşun pürüzsüz bir kesik olması istenir. Dümdüz ve net, bir hamlede, tıpkı bir kafayı gövdeden ayıran bir kılıç darbesi gibi. Fakat kopuş bir yırtıktır [déchirure]. Parçaların önceden sahip olduğu bütünlüğü geri kazanmalarına izin veren ayrılmadan [séparation] farklı olarak kopuş, etimolojisinin de hatırlattığı gibi bir yırtıktır. Kopuş, nadiren tarafların net konturlarını takip eder. Ölçülerimize tam uyan bir dikiş patronuna itinayla sadık kalarak onu noktalı çizgiler boyunca kestiğimizde olduğu gibi kopmayız. Kimin nerede başlayıp nerede bittiğini artık kimsenin bilemeyeceği kadar kimliklerin iç içe geçtiği müşterek bir yaşamın [vie commune] kumaşı yırtılır. Fakat kopmak isteyen kişi bunu bildiğini sanır. İçinde kendi siluetini ayırt ettiği gölgeyi çizebileceğine inanır ve bu belirsiz bulanıklıktan, onu bunaltan mevcudiyetlerden, gerçekten kendisi olmasına engel olan bağlardan kurtulmak ister.” (s. 9-10)
Paolo Virno, Güçsüzlük: Hezeyan ve Felç Çağında Yaşam, çev. Ece Durmuş, Otonom Yayıncılık
“Gerek yapma gücüne (dynamis tou poiein) atfedilebilir edimlerden gerekse alımlama gücüne (dynamis tou paschein) karşılık gelen edimlerden son derece farklı olan üçüncü bir edim türü daha vardır. Bu üçüncü tür edim vatansızdır, her yerde bulunur, diğerlerinin arasına yüzsüzce karışır, hepsi için olmazsa olmaz bir mayadır, hepsini alttan destekler. ‘Olumsuz’ denen eylemleri, yani tek amacı bir şey yapmamak ya da alımlamamak olan eylemleri kastediyorum. Kabaca listeleyecek olursak: es geçmek, geri durmak, kaçınmak, vazgeçmek, göz ardı etmek, ertelemek, geciktirmek, tereddüt etmek, göz yummak, itaatsizlik etmek, sır saklamak gibi.
Vazgeçmeler ve geri durmalar, praksisin çöküşünü hazırlamaktan ziyade, dokusunun oluşumuna yardımcı olur. Daha doğrusu, praksisin hangi türden olursa olsun bir örgüsünün olmasını sağlayan duraklamaları, boşlukları onlar belirler. Boşluk tanımayan içgüdüsel davranışın aksine, praksiste gayri edimselliğin de daima belli bir payı vardır, başka bir deyişle praksis aynı zamanda kaçınılan veya ertelenen bir sürü gerçekleştirme barındırır. Fakat yapmaya ve maruz kalmaya sürekli bas gibi eşlik eden bu gayri edimsellik, çıplak gözle fark edilebilen edimlerin, eylemlerin ve alımlamaların dört bir yandan sürekli akışını kesintiye uğratan tekil bir energeia’nın paha biçilmez ürünüdür. Daha anlaşılır olması için şöyle de diyebiliriz: Es geçme, askıya alınmış bir jest değil, belirli bir jesti, zıt veya farklı bir jestle ikame etmeksizin askıya alma edimidir.” (s. 43-44)
Elena Ferrante, Sayfa Sınırları İçinde, çev. Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları
“Beyaz kâğıdın sınırlarını belirleyen sadece siyah yatay çizgiler değildi, biri sağda biri solda olmak üzere iki de kırmızı dikey çizgi vardı. Yazmak, bu iki çizgi arasında hareket etmek anlamına geliyordu ve bu çizgiler –bu konuda son derece net bir anım var– benim için en çetin sınavdı. Bunlar iki kenarda, hem de kırmızı renkle boylu boyunca uzanıyordu ve yazın bu iki gergin hat arasında kalmazsa ceza alıyordun. Oysa yazarken dikkatim kolayca dağılabiliyordu ve hemen her zaman sol çizgiye riayet etsem de, sözcüğü tamamlayamamam veya hece bölmenin zor olduğu bir noktaya takılıp alt satıra geçememem yüzünden diğer çizginin ötesindeki boşluğa taşıyordum. Bu nedenle o kadar çok ceza aldım ki sınır duyum bir parçam haline geldi; şimdi kullandığım kâğıtlarda bulunmasa da, o dikey ve kırmızı çizginin tehdidini üzerimde hissederim.” (s. 14)
Byung-Chul Han, Anlatının Krizi, çev. Murat Erşen, Ketebe Yayınları
“Dijitalleşme zamanın körelmesini yoğunlaştırır. Gerçeklik, sadece kısa bir süre için geçerli olan enformasyon halinde parçalanıp dağılır. Enformasyon sürprizin cazibesiyle yaşar. Böylece zamanı parçalar. Dikkatimiz de parçalanır. Enformasyon oyalanmaya izin vermez. Hızlandırılmış enformasyon alışverişinde, enformasyon parçaları hızla birbirinin yerini alır. Snapchat [Şipşak muhabbet] anlık dijital iletişimin vücut bulmuş halidir. Bu uygulama dijital zamansallığın en saf ifadesidir. Yalnızca an önemlidir. Enstantaneler [snaps] ‘anlık gerçeklikler’ ile eşanlamlılıdır, dolayısıyla kısa bir süre sonra yok olurlar. Gerçeklik enstantaneler halinde parçalanır. Bu da bizi sabitleyen zamansal çapaları ortadan kaldırır. Instagram veya Facebook gibi dijital platformlardaki ‘hikâyeler’ gerçekler değildir. Anlatısal süreleri yoktur. Aksine, bize hiçbir şey anlatmayan anlık izlenimlerden oluşan sekanslardır. Aslında hızla yok olan görsel enformasyon zerrelerinden ibarettirler. Hiçbir şey kalıcı değildir. (…) Selfieler anlık fotoğraflardır. Tek dertleri o andır. Bir hatırlama aracı olarak selfie, uçucu bir görsel enformasyondur. Analog bir fotoğrafın aksine, sadece kısa bir süreliğine kaydedilir ve sonra sonsuza dek kaybolur. Selfieler hatırlamayı değil iletişimi amaçlar. Nihayetinde, bir kaderi ve tarihi olan biri olarak insanın sonunu ilan ederler.” (s. 32-33)
Olivier Roy, Dünyanın Düzleşmesi: Kültürün Krizi ve Normların Tahakkümü, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları
“Kültürsüzleşmenin adının konabildiği nokta şurasıdır. Kültürsüzleşme, davranışlara ve sözcüklere verilen zımni anlamın herkes tarafından anlaşılan aşikârlığını bir kenara koyar. Bunun araçlarından biri kodlama olabilir; çünkü tam da, bariz ve tek anlamlı (ima, çiftanlamlılık ya da anıştırma içermeyen) bir iletişime dayalı yeni ilişkiler kurmaktan ibarettir. Kültürleri "iptal etme" (ya da ‘taşralaştırma’) eğilimi gösteren küreselleşme bu şekilde açık bir iletişim sistemi yaratır, bu sistem tanımı itibariyle normatiftir, çünkü her kayma anlamı bulandırır ve çünkü her türlü kültürel referansın dışında yoğurulmuş bir değerler skalası gerektirir - ilan ettiğinin aşikârlığıyla dayatır kendini. Bu kodlama sadece bir iletişim aracı değildir: Aynı zamanda o mekânda dolaşan her şeyi, sözgelimi sanatla ve mutfakla ilgili zevkleri, duygulanımları ve bedeni homojenleştirmelidir.” (s. 111)
Tsundoku tedavisinin bir yolu olarak tatil
MESUT VARLIK
Son seyahatimde, Ankara’ya giderken Robert Musil’in Aptallık Üzerine kitabını, İstanbul’a dönerken de Cevat Çapan’ın yeni şiir kitabı Geceleyin Bir Tren’i okumuştum. İkisi de kalemsiz okunacak kitaplar değildi.
Ancak madem K24 bizi tatile gönderiyor, kalemlerim hazır olduğuna göre, “tsundoku”[2] meretine karşı dikkat ederek şu üç kitabı yanıma almak isterdim, okumak üzere:
Türkçede henüz birkaç kitabı yayımlanmış olan John Barth’ı geçtiğimiz 2 Nisan’da kaybettik ama o sırada romanın Türkçe baskısı matbaada olmalı ki yazar özgeçmişinde “Maryland’de yaşamaya devam ediyor.” Aslı Biçen’in çevirisiyle okura ulaşan Khimaira Barth’ın alametifarikası sayılan “yeniden yazma” pratiğinin belki de en parlak ürünlerinden biri. “Dünyazatname”, “Perseusname” ve “Bellerophonname” başlıklı üç bölümde üç hikâyeyi yeniden yazıyor. 1973’te Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü alan Khimaira valize koyacağım ilk kitap olur.
Diğeri ise İspanyolca edebiyatın Türkçede sevilmesinde büyük emekleri olan İnci Kut’un çevirisiyle, yine çok az bilinen bir yazarın, Daniel Moyano’nun Timsahın Kutusu adlı öyküler kitabı olacaktır. Arka kapak yazısını İnci Kut şöyle bitiriyor:
“Arjantin’in önde gelen yazarlarından biri olan Julio Cortazar’ın, Moyano’nun El vuelo del tigre (Kaplanın uçuşu) adlı romanının yazarı olabilmek için bütün yazdıklarından vazgeçebileceğini ifade etmiş olması, eserlerini Türk okuruyla daha fazla buluşturmayı amaçladığımız bu değerli yazarın, edebiyat tarihinin tozlu sayfaları arasında unutulup gitmeye layık olmadığının en güzel kanıtıdır.”
Bir de son olarak Gönül Kıvılcım’ın son romanı Küçük Umutlar’ı valize eklerdim. Babamın En Güzel Fotoğrafı’ndan bu yana kitaplarını takip ettiğim bir yazar dostum olan Gönül’ün, yıllardır üzerinde çalıştığını bildiğim ama henüz okuyacak bir aralık bulamadığım bu yeni romanında bu kez nasıl bir dünya kurduğunu merak ediyorum.
Tatile yanımızda götürüp geri getirdiklerimiz
MUSTAFA ARSLANTUNALI
Tatil, seyahat ya da ev dışında uzunca bir ikâmet söz konusuysa kitap tedariki mühimdir. Her zaman, o süre içinde okunamayacak kadar çok kitap alınır, kitap taşımak pek kolay bir iş olmasa da. Çünkü sonradan neden filanca kitabı da yanımda getirmedim diye yazıklanıp durmaktansa birkaç kitabı boşu boşuna gezdirmiş olmak yeğdir.
Çeşitlilik de mühim. Tatildeki ya da seyahatteki her günümün mood’unu bilemem ki? Dünyanın Düzleşmesi’ni okumaya başlamıştım, yanıma alıyorum. Ama ya daha sürükleyici bir şeyler okumak istersem? (İki romanı aynı anda okumak tuhaf olur ama kurgu ile kurgudışı kitaplar yan yana, iç içe okunabilir. Türlerin kardeşliği.) Türkçe çevirilerinden okumadığım kalmamış olmalı, onun için geçen yıl kaybettiğimiz sevgili Roni’den miras kalan İngilizce Simenon’lardan birini de çantaya atmalı. Fabian Toulmé’nin Suriyeli bir mültecinin Fransa’ya gidiş serüvenini üç ciltte, sade çizgileriyle anlattığı Hâkim’in Yolculuğu unutulmaz bir kitaptı, şimdi de kısa çizgi hikâyelerden oluşan Unutulmazlar’ı var elimde. Dayanamayıp birkaç hikâyeyi okudum bile. Çizgi roman candır.
N. Can Kantarcı’nın İdük’ünü bilimkurgu kontenjanından atmıyorum çantaya; epeydir okumaya niyetliyim. Ona kalsa Sema Aslan’ın Dünyanın Kasım’a Görünüşü çok daha uzun zamandır sırada… Büyük boy ve ciltli olmasına rağmen Andrew Finkel’ın Sherlock Holmes ile Sultan Abdülhamit’i bir araya getiren romanı The Adventure of Second Wife’ını da yanıma almak istiyorum…
Neyse ki tabletimde de bir sürü kitap olduğu için, ne kadar çok kitapla tatile çıkarsam çıkayım hissettiğim eksiklik kaygısı artık hayli azalmış durumda. E-kitap, kabul, kitapla tastamam aynı şey değil. Ayrıca okumak gibi mahremiyet talep eden bir işi tabletler, telefonlar gibi dikkat dağıtıcı cihazlarda yapabilmek de hüner istiyor. Gözünüz bir mesaja, gönlünüz bir filme kayıvermesin?
Geçenlerde tablette Netflix’in çok övülen kısa dizilerinden birine, Ripley’e göz attım, ancak birkaç bölüm dayanabildim. Evet, Ripley’i iyi bilmezdik, ama sık sık iyilikle kötülük arasında gidip geldiğini, bu salınımların kimi zaman tesadüflere bağlı olduğunu fark etmemek mümkün değildi. Ayrıca Patricia Highsmith’in kitabın kapağında bize hatırlattığı ve roman boyunca sayısız örnekle gösterdiği gibi pek çok konuda gayet becerikliydi de Ripley. İstediği zaman, ihtiyacı varsa bir tür sevimlilik takınabiliyor, onun ne habis biri olduğunu bilen bizleri bile yer yer kandırabiliyordu. Netflix’in düz psikopat Ripley’i pek can sıkıcı gelince (dizinin siyah beyaz çekilmesi, mekânlar, özellikle de merdivenler zevahiri kurtarmadı) 1999 yapımı filmi tekrar seyrettim ve yine çok beğendim. Ama içime de bir kurt düşmedi değil: Matt Damon’ın çizdiği çekici (hatta içindeki korkunç boşluğa rağmen renkli) Ripley karakterindeki eşcinsel eğilim, romanda da var mıydı – belli belirsiz miydi, belirgin mi? Yıllar önce atlamış ya da sonradan tamamen unutmuş olabilir miyim? Okuduğu romanın uyarlamasını asla beğenmeyenler gibi, ilk uyarlamaya kilitlenmiş olabilir miyim? Yeni basım Becerikli Bay Ripley’i de yanıma aldım. Bir şeyi daha merak ediyorum: Tim Parks'ın Ripley romanlarına çok benzeyen iki romanını (Sevgili Mimi ile Mimi'nin Hayaleti) zevkle defalarca okuduktan sonra, Ripley karakteri gözümde değişmiş olacak mı, olursa ben bunu fark edebilecek miyim?
Gittikçe daha sık, çok eski okumalara tekrar dönmeye başladım. Çok eskiden okuduğunuz bir kitabı yeniden okumanın kendine has zevkleri var: Bir kere güvenlidir, risksizdir: Eskiden okumuş, yeniden okumayı isteyecek kadar beğenmişsinizdir. Hatırladıklarınızın hep okuduğunuzdan farklı olması, unuttuklarınızın ise bu yeni okumayı daha lezzetli hale getirmesi; okurken kitabın –artık size başka bir insan gibi gelen– şu eski, genç okurunu da hatırlamanız, onunla metin sayesinde bir bağ daha kurmanız…
Ama bunlar hep olur, tatile has şeyler değil. (Yakınlarda Gurur ve Önyargı ile de başıma geldi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle de.) Eskileri tekrar okumaktan yenilere sıra gelmiyor denecek kadar da çok olmuyor zaten.
Yenilere sıra gelmeyişi, en çok yine başka yeniler yüzünden: Mecburi okumalardan, vazife okumalarından. İşiniz çok sayıda edebi metni okumayı gerektiriyorsa, sadece zevk için okumak güç ulaşılabilen bir lüks haline gelebilir. Okuduklarınızın niteliğiyle değilse de, okuma zevkinin türüyle ilgili bir şey. Çilekli dondurma yemenin çocuklara ev ödevi olarak verilmesi gibi.
Tatilden söz edecekken, biraz sonra ne içmeli, denize ne zaman girmeli gibi meselelerden başka hiçbir şey düşünmeksizin bir kitaba dalabilmenin güzelliklerinden bahsedecekken, konunun hep birtakım mecburiyetlere ve işe güce gelmesi de tuhaf. Değil mi?
Yanınızda götürdüğünüz kitaplardan bir ikisi, yine yanınızda, üstünüzde taşıdığınız kocaman bulutu hafifletir, bir süreliğine unutturursa sizden iyisi yok.
Romantik tatil sırası
NILÜFER KUYAŞ
Deneme yazmaya başladığım sıralarda bir yazıma “Tatiller Edebiyata Aittir” başlığını vermiştim. Çünkü tatil sahnelerinin önemli yer tuttuğu romanlardan söz ediyordum.
Şimdi tatiller kitaplara aittir diye değiştireceğim. İster kurmaca olsun, ister deneme ya da anlatı, veya inceleme, kitapsız tatile çıkmak, tuzsuz yemek yahut şekersiz tatlı yemek gibi bir şey.
Sıraya girip kuyruk beklemeyi hiç sevmem. Kitapların da sıra beklemeyi sevdiklerini sanmıyorum. Ama işte, tatilde okunmak için sıra bekleyen kitap sayısı her gün artıyor.
Denemeyle başlayayım. Orçun Üçer bana mayıs sonunda hediye ettiği kitabına Denemeden Bilemezsin başlığını vermiş. Deneme yazmanın da, okumanın da zihin açıcı olduğunu bilenlerdeniz, denemenin her şeyi yapabileceğine inanmışlardanız ne de olsa. Numaralanmış paragraflardan, bazen tek satırlardan oluşan ve eğlenceli duran bu kitabı okumak için sabırsızlanıyorum. “Fragmanlar-1” altbaşlığını taşıdığına göre, devamı da gelecek. Ötüken’den 2023’te çıkmış.
2021’de Notos Kitap’tan çıkan ve bir türlü tatile götüremediğim bir roman, bu sefer kesinlikle benimle geliyor: Silvina Ocampo’nun Söz adlı anlatısı; La Promesa.
Edebiyatta sürrealist yazarların öncülerinden sayarım Ocampo’yu. Çiğdem Öztürk’ün çevirisi çok lezzetli duruyor şimdiden. Ölümden dönen bir kadının, kurtulursam yazacağım dediği bir “tanıdıklarım” sözlüğü adeta. Kimi kısacık, kimi daha uzun insan portreleri ve hayat hikâyeleri sıralanmış, epeydir merakımı gıcıklıyor.
Şair ve oyun yazarı Duygu Kankaytsın’ın yıllardır hevesle beklediğim çalışması, doktorasını kitaplaştırdığı Sahnedeki Madun-Çağdaş Batı Tiyatrosu’nda Oryantalizm daha yeni çıktı, Ayrıntı Yayınları’nın “Schola” dizisinden.
Jale Parla arka kapağa güzel bir dokunuş kondurmuş: “Said’in oryantalist bakışı ve kontrapuntal okuma yöntemiyle incelediği oyunlarla bu alana önemli bir katkı sunuyor.”
Merak etmemek mümkün mü?
Üç kitap daha tatile gelecek benimle.
Alexandre Seurat, Sakar romanıyla bu yıl Notre Dame de Sion Ödülü’nü aldı. (Metis Yayınları, 2023) Hem bu yazarın ilk romanına hem çevirmen Nesrin Demir Yontan’a güzel bir selam olmuş. Çocuk istismarı/çocuğa karşı şiddet/aile eleştirisi üzerinden Fransızların karanlık yanıyla tanışmak ilginç olacak gibi duruyor. Çok sesli bir kurgusu var.
Ya Cumhuriyet’in yüzüncü yıldönümü? Abim olduğu için söylemiyorum, Ahmet Kuyaş’ın yeni kitabıyla epeydir birlikte dolaşıyoruz. Yüzüncü Yıl Notları/1918-1923 (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2024) ilginç tarih dönemeçlerine ışık tutuyor. 1921’de yeni Türkiye’nin hükümetini tanımlama çabaları, kuvvetler birliğinin savunulması, Mustafa Kemal’in o meşhur konuşmasında “ne demokratik, ne sosyalist, kitaplarda mevcut hükümetlerin hiçbirine benzemeyen bu hükümet halk hükümetidir” demesi ve “biz bize benzeriz” sözleri bugün farklı bir anlam kazanıyor sanki.
Listedeki son kitabı şimdiden okumaya başladım. Long Island. Çok sevdiğim İrlandalı yazar Colm Tóibin’in sinemaya da uyarlanan Brooklyn romanına yazdığı devam hikâyesi.
Tamam, New York’un bu kıyı banliyösünde başlıyor roman, ama İrlanda’ya uzanacak, Enniscorthy kasabasına gidecek hikâye, biliyorum. 1950’lerde ABD’ye göç eden Eilis evli ve iki çocuklu, 1976’da, beklenmedik bir gelişme üzerine memleketine dönecek. Bir zamanlar Jim Farrell ile yaşadığı/yaşamadığı aşka pişman mı, aralarında bir şey olacak mı?
Ah, bu “yirmi yıl sonra”lar yok mu?! Bizi bunlar mahvetti.
Gördüğünüz gibi romantik Nilüfer hâlâ görev başında ve tatilin tadını çıkartmaya kararlı. Size de evde yahut uzakta, bol kitaplı ve çok güzel tatiller diliyorum.
Salonumdaki kanepeden balkondaki sandalyeye
ÖZGÜN ÖZÇER
Yazın okumak üzere kitap önerileri paylaşmanın toplumda iyi bir imajı olduğunu söylemek zor. Nitekim kimilerine göre yazın içine sindire sindire kitap okumak maddi kaygısı görece az bir avuç entelektüelin erişiminde bir hobi. Fakat tıpkı benim gibi yaşamı bir prekarya düzeninin kıskacında geçen çoğu insan için kitaplar birbirimizi besleyebileceğimiz bir buluşma noktası. Ne şehir dışı seyahatleri, geceliği el yakan oteller, yozlaşmış belediyelerin himayesi altında adeta birer mafyaya dönüşen özel plaj işletmeleri, kof kabadayıların story’lerinde paylaştıkları âlemlerden ancak varlıklarını öğrendiğimiz lüks eğlence mekânları, ne de tatil beldelerindeki beş kat daha yüksek fiyata berbat sandviçler satan büfeler, yemeği tatsız ama faturası tuzlu, fiyakası bol lokantalar ve tabii iktidarın göz yumduğu spekülatif emlak piyasasını lütuf bilerek bir aylık kirayla bizim bir yılda kazanabildiğimiz gelirin tamamını ceplerine atan görgü yoksunu mülk sahipleri, ailelerinden miras kalan holdinglerde mavi yahut beyaz yaka demeden herkesin emeğini sömürüp vergi kaçırırken tekneleriyle ve özel jetleriyle sürdükleri sefayı kendilerine hak gören niteliksiz iş insanları… Türkiye’deki otoriter rejimin baskısı altında politik bir hareketin parçası olamadık belki, ama bütün bu saydıklarıma itimadı olmayanlar birbirimizi biliyoruz, gıyabımızda tanıyoruz. Yaz birçoğumuz gibi benim için de romantize edilebilecek bir istirahat mevsimi değil. Sadece kitaplarımı salonumdaki kanepem yerine balkondaki sandalyede okumak anlamına geliyor, ne eksik ne fazla. Bu enflasyon ve hayat pahalılığında satın aldığımız her kitap ve okuma fırsatı bulduğumuz her boş ânımız değerli.
Bu yaz bana ek gelir sağlayan işler nedeniyle okumayı ertelediğim bir dizi kitap alıyorum bohçama. Haziran ortası itibariyle hepsini okuma umut ve motivasyonum yüksek, ama eylülde bu iddialı listemin sonunun hüsranla sonuçlanması hayli muhtemel. Dikkatimin düştüğü, bir kitabın beni bunaltmaya başladığı anlarda aksamamak için farklı türde ve uzunluklarda kitaplardan bir çeşit harman hazırladım. Kimi kitapların en iyi eşlikçisi kahve, kimisinin ise bira ve beyaz leblebi. Kimisi not ala ala, kimisi ise kaptıra kaptıra okunacak kitaplar. Aralarında rock dinlerken okunacak olanlar da var, sakin ambient parçalar dinlerken de. Sabah işe başlamadan ve öğle molasında okunacaklarla akşam paydostan sonra yahut hafta sonları uzun zaman aralıklarında okunacaklar farklı. Velhasıl kişisel bir karışım bu. Rota her an değişebilir ve bu listeye yeni kitaplar eklenebilir. İşin zevki de biraz burada.
Önce şiir. Geçtiğimiz sene edindiğim bir dizi şiir kitabı arasında İstanbul doğumlu ve İran asıllı şair Solmaz Sharif’in çok iyi kritikler alan Look (Bak) ve Customs (Gümrük) derlemeleri okuma listemin baş sırasında. Özellikle Customs göç deneyimi üzerine güçlü metinler içeriyor. Ayrıca, üzerinde mutlak çalışmak istediğim şairlerden Alice Notley’nin önemli eserlerinden feminist epik şiiri The Descent of Alette ile iki önemli seçki de var: John Keene’den Punks ve Eileen Myles’tan I Must Be Living Twice. Counternarratives başlıklı yer yer denemeye meyleden öyküleri Aykırı Öyküler adıyla, Cansu Şık’ın çevirisiyle Alakarga Yayınları’ndan çıkan Keene, Amerika’nın önemli çağdaş siyah yazarlarından. Myles ise kuir şairler arasında ikonik bir figür.
Kurmaca dışı kitaplar arasında bu yaz mutlaka okumak isteklerimin başında iki sene önce Otonom Yayıncılık’tan Melis İnan’ın çevirisiyle çıkan siyahi feminist ve kuir şair Audre Lorde’un özyaşamöyküsü Zami geliyor. (Yine Otonom’dan çıkan, Gülkan ‘Noir’ ve Yusuf Demiröz’ün çevirdiği Lorde’un politik metinleri Bahisdışı Kız Kardeş’i de mutlaka tavsiye ederim!) Kıraathane Kitap Şenliği’nde Otonom standından edindiğim Rebecca Tamás’ın Ucubeler metnini de bohçama ekliyorum; Alexander Chee’nin yazıda ve sanatta kendimizi nasıl kurguladığımızı irdelediği How to Write an Autobiographical Novel (“Otobiyografik Roman Nasıl Yazılır”) başlıklı denemesini de.
İki sene önce yaşamını yitiren İngiliz yazar Hilary Mantel’in tadına doya doya okuduğum, Kral VIII. Henry’nin marifetli genel sekreteri Thomas Cromwell’in hikâyesini işlediği üçlemenin ilk iki kitabını iki yaza yaymıştım. Şimdi sırada Cromwell’in düşüşünü anlattığı üçlemenin son kitabı The Mirror and the Light (Ayna ve Işık) var. Tarihî roman sevmem, muhtelif dijital platformlardaki muhtelif İngiliz kraliyet hanedanlarının dizilerini izlemem, buna rağmen Cromwell üçlemesini okumaktan hiç beklemediğim kadar keyif aldım. Bunun sebebi, sürükleyiciliğinin yanı sıra Mantel’in olağanüstü sahneleri ve diyalogları. Her okuduğumda Türkiye’de edebiyatın son yirmi yılda ne kadar gerilediğini, yazarlarımızın özellikle iyi diyaloglar yazmak konusunda çok büyük eksiklikleri olduğunu düşünmeden edemiyorum. Yıllardır Türkiye’de kitap kritiğinin yeterince eleştirel olmadığını ve giderek daha fazla PR’a dönüştüğünü, zira dürüst davranmak hak getire, piyasanın yazarlar ve kitaplar üzerine yazanlar arasındaki hatır ilişkisi üzerinden döndüğünü (yahut çoğu kritiğin eleştiri yapabilmek için gerekli donanımı ve derinliği olmadığını) görüyorum ve bu en hafif tabirle hazin.
Yaz okuması alternatiflerim arasında Ayna ve Işık’ın yanı sıra, Nijeryalı non-binary yazar Akwaeke Emezi’nin ilk iki romanı Freshwater ve The Death of Vivek Oji ile Jon Fosse’nin Septology serisi de bulunuyor. Yıllardır kütüphanemde duran, bu yıl yaşamını yitiren Nobel Ödüllü Alice Munro’nun öykü derlemesi Runaway’i (Firar) de okumaya niyetlendim. Ayrıca en sevdiğim yazarlardan Richard Powers’ın bir kitabını mutlaka okumaya çalışıyorum. Bu sene listemde Orfeo var. Bu arada Powers nihayet Türkçeye çevrildi: Başrolünde ağaçlar olan, Her Şeyin Hikâyesi başlığıyla Kıvanç Güney tarafından çevrilen ödüllü romanı The Overstory’yi tereddütsüz öneririm! Umarım Powers’ın diğer kitapları da peyderpey Türkçede çıkmaya devam eder.
Son yıllarda iç gözlem yapmamı sağlayan kitaplara da yöneldim. Ama bu bahsettiklerim kişisel gelişim kitaplarından çok daha farklı kitaplar. Özenle seçtiğim, özfarkındalık ve zihinsel sağlık üzerine bilimsel çalışmalar yapan akademisyenlerin saha deneyimleriyle birleştirdikleri metinler çok öğretici oldu. Brad Stulberg’ün The Practice of Groundedness (“Ayakları Yere Basma Pratiği”) bunların başında geliyordu, bu nedenle yeni kitabı Master of Change’i (“Değişime Mahir Olmak”) de tıklım tıklım dolmasına rağmen bohçama sıkıştırdım. Peki, rotama nereden başlasam? Şimdi gurul gurul bir ses geliyor mutfaktan. Etrafa yoğun bir kahve kokusu yayılıyor. Birazdan bir tercih yapacağım. Dolu dolu bir yaz dedikleri bu olsa gerek.
Listedekiler ve listeleri altüst edenler
SANEM SİRER
Tatil kitabı mefhumuyla, hatta tatil mefhumuyla pek barışık bir okur olmadığımdan, yine sıcak bir yaz gününde ve korkarım tatil diye adlandırılabilecek bir çerçevede oturmuş düşünüyorum… Tatil kitabı dediğimiz kitaplar ideal olarak hangi niteliklerle donanmış olmalı? Sayfaları arasına kum taneleri kaçırılacak, kapağı rüzgârda dalgalanacak ‘hafif’ kitapların yaz mevsimi ve genellikle plaj ile denize odaklı bir tatil konseptiyle eşlenmesi âdetten sayılsa da, tatil deneyimleri gibi tatil kitaplarımızın da geniş bir yelpazede konuşlanmasını, bir başka deyişle, bize dayatılandan daha kapsayıcı olmasını dileyerek bu yıl tatilde okumak üzere ayırdığım kitapları ve bunları seçme gerekçelerimi sıralamaya başlıyorum.
Temel varsayım, tatil kitaplarının, tıpkı tatil gibi bir zorunluluk değil de bir lüks, ekstra denebilecek bir renk, bir lezzet taşımasına dayalı olmasına rağmen, nihayetinde tatil listesine o sırada ne okumak istiyorsanız, o sıra neye yöneliyorsanız o giriyor, en azından benim için bu böyle. Bu sene tatilde yanıma Olga Tokarczuk’un Empusyon’unu (Timaş) aldım mesela, Thomas Mann’a selam çakan bu Tokarczuk romanı, bir sanatoryumda şifa arayan kahramanları ve Kafkaesk atmosferiyle tatil ve tatilci kavramları karşısında dehşete düşen ruhlara lezzetli ve kesinlikle karanlık bir okuma tecrübesi vaat ediyor. Neşe Taluy Yüce çevirisiyle yayımlanan kitap, gerilimli atmosferi ve hasarlı, hasta ya da hastalıklı kahramanlarıyla klasik anlamda bir tatil kitabı değil belki, ama benim tatil kitabım olmuş durumda, büyük bir zevkle okuyorum. Joan Didion’ın The Age of Magical Thinking’iyle Maria Stepanova’nın In Memory of Memory’sini yeniden okumak üzere, Amanda Montell’in The Age of Magical Overthinking: Notes on Modern Irrationality’sini hiçbir alakası olmamakla birlikte Didion çağrışımı üzerine, geniş bir zamanda okumak üzere ayırdığım Anne Boyer’ın Pulitzer ödüllü The Undying: A Meditation on Modern Illness’iyle Chris Kraus’un After Kathy Acker’ını nihayet o geniş zamanı bulduğum düşüncesiyle bu yılın tatil kitapları arasına ekledim.
Bu yıl kaybettiğimiz Paul Auster’ın veda metni Baumgartner (Can Yayınları) da yazın okumak üzere ayırdığım kitaplar arasında – Auster, doksanlardan bu yana kitaplarıyla çoğumuzun yaşamına eşlik etmiş bir yazar. Kışın hazır olmadığımı düşündüğüm bu kitabı bu yaz tatilde okumak niyetindeyim. Tatil diye adlandırdığımız zaman dilimini dilediğim şekilde bükebilirsem, ilk çıktığında çok severek okuduğum 4 3 2 1’i de (Can Yayınları) yazara kendi vedamı etmek üzere yeniden okumayı umuyorum. Bir de planlara dahil olmadan, kendiliğinden listelere eklenen, listeleri altüst eden kitaplar var tabii, ama onlar başka bir yazın, başka bir yazının konusu olsun.
Kalp külçesi, yaz bohçası
YASEMİN ÇONGAR
Nâsır Ebû Surûr’un duvarıyla başlayıp bitireceğim. 1993’te İsrailli bir istihbarat görevlisinin öldürülmesine karıştığı iddiasıyla tutuklanan ve ağırlaştırılmış müebbete mahkûm edilen Ebû Surûr’un, adını Türkçeye “Bir Duvarın Hikâyesi: Umut ve Özgürlük Üzerine Düşünceler” diye aktarabileceğim kitabının İngilizce çevirisi iki ay önce yayımlandı. Kitabı, Arapça aslının Beyrut’ta Dar el-Edeb tarafından yayımlanmasından kısa süre sonra Amerikalı yayıncı Judith Gurewich keşfedince benim de dolaylı olarak haberim olmuştu. Yayına hazırlandığını biliyor, Arapça öğrenmemiş olmanın büyük ayıbını hissediyor, okumak için sabırsızlanıyordum. Çeviriyi Luke Leafgren yapmış, kendisi Harvard Üniversitesi bünyesindeki en eski –aslında ABD’deki en eski– yüksekokul olan dört asırlık Harvard Koleji’nin dekanlarından.
İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımı eli kolu bağlı izleyenlere kızarken, son tahlilde İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımı eli kolu bağlı izleyenlerden biri olmak keyfiyeti kalbime öyle bir külçe yerleştirdi ki benim, yaptığım her işte, gittiğim her yerde, içinde her şeye rağmen biraz huzur, biraz neşe barındıran her kişisel anda o külçenin orada durduğunu hissediyorum, öfkeleniyorum, utanıyorum. Sanırım o külçenin de marifetiyle, son dönemde okuduğum kitaplara hep biraz yabancıyım. Bu duygu, okuyabildiğim dillerde yayımlanan çağdaş Filistinli yazarlara (ve Filistin üzerine yazılanlara) daha fazla yöneltiyor beni. Özellikle, çoğu bugün Filistin’den uzak yaşasa ve Arapça yazmasa bile Filistin’le bağlarını koparmamış kadın yazarları okumaya gayret ediyorum. Bazılarıyla bir yandan yazıştığım, kitaplarını bu yaz yanımdan ayırmayacağım o yazarlar: Selma Dabbagh, Suad Amiry, Ghada Karmi, Hala Alyan, Radwa Ashour, Rula Jebreal, Huzama Habayeb, Isabella Hammad ve Adania Shibli. Neyi nasıl anlattıklarına ilişkin kelamın yeri burası değil, fakat bu birkaç paragrafın vesilesi olan “tatil kitapları” derlemesinde yine de adlarını zikretmek, “onları okuyalım, Türkçeye çevrilmemiş olan kitaplarını da keşfedelim, çevirelim, yayımlayalım” demek istedim.
“Tatil” demişken, hayatımın en sevdiğim işi yaparak yaşamayı nihayet başardığım bu geç evresinde, bana oldum olası çocukluğa has bir şeymiş gibi gelen tatil fikrine büsbütün uzağım. O yüzden “tatil kitaplarım” yok. Olsa olsa, şu anda yazdığım ya da çevirdiğim metinlerle doğrudan ilişkili olmadığı için birer “mola” sayılabilecek bir iki kitaptan söz edebilirim. Yaz başlarken bir süre Oslo’daydım; günlük mesaimden fırsat buldukça, ünü dünyayı tutmuş, kendisi nispeten küçük, fakat zengin İngilizce kitap seçkisini “dost” bir edebi ve politik zihnin şekillendirdiğini sezdiğim Tronsmo Bokhandel’e uğradım. Per Petterson’un on iki yıl çalıştığı, Allen Ginsberg’in “dünyanın en iyi kitapçısı” ilan ettiği Tronsmo’da epey vakit geçirdim, “yaz bohçamı” orada doldurdum.
O bohçadaki kitaplardan, yeni okuyup bitirdiğim Is Mother Dead (“Annem Öldü mü”), Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un Miras’ını bilenlere tanıdık gelecek bir atmosfere çekiyor insanı. Yine aynı sahicilikle, aynı akıcılıkla, aynı cesaretle, aynı sadelikle ve yine adına aile dediğimiz o derin travma tezgâhı üzerine, bu kez özellikle de annelik üzerine yazarken yoğun bir psikolojik gerilim kuruyor Hjorth; okurken ince ince kendi içinizi deşiyorsunuz. Miras’ı Türkçeye kazandıran Siren Yayınları bu romanı da yine Dilek Başak’ın çevirisiyle sonbaharda yayına hazırlıyormuş, ne güzel!
Tronsmo’dan aldığım bir diğer kitap, Kanadalı yazar Sheila Heti’nin Alphabetical Diaries (“Alfabetik Günlükler”) adlı güncesi ya da kolajı. Heti, günlüğüne on yıl zarfında yazdığı cümleleri bir Excel tablosuna aktarıp alfabetik olarak düzenlemiş, sonra yarım milyon kelimeyi elekten geçirip altmış bin kelimeye indirmiş ve A’dan Z’ye her bir bölümü, her biri aynı harfle başlayan cümlelerden oluşan bir kitaba dönüştürmüş.
Bunca oyuna ve kurguya rağmen metne geçen bir çıplaklık hissi de var. Tronsmo kitabı gözüme sokmasaydı alıp okur muydum emin değilim, fakat şimdi okurken yazarın giriştiği hafıza hasadını, hafıza harmanını, bu kontrollü iç hesaplaşmayı harf harf izlemekten memnunum.
Ve duvara dönüyorum; The Tale of a Wall: Reflections on Hope and Freedom’ı da Tronsmo’da buldum. Batı Şeria’daki Aida Mülteci Kampı’nda doğan ve Filistinli genç bir direnişçiyken tutuklanan Nâsır Ebû Surûr (İngilizce transkripsiyonla Nasser Abu Srour) İsrail’in farklı hapishanelerinin farklı hücrelerinde geçirdiği yıllar zarfında, Beytüllahim Üniversitesi’nde lisans (İngilizce), Kudüs Üniversitesi’nde yüksek lisans (siyaset bilim) eğitimini tamamlamış. Ebû Surûr’un, Beyrut’taki yayıncısına kendi güvenliği nedeniyle gizli tutulan yollardan iki yılı aşkın sürede ulaştırabildiği metin, bir cezaevi hatıratı olmaktan ziyade Nekbe’den bugüne bir işgal ve direniş portresi, Filistinlilik üzerine bir tefekkür, özgürlük kavramını yeniden tanımlamaya dönük felsefi bir deneme ve otobiyografik bir aşk anlatısı. Ebû Surûr, “Söylediklerinin ve yaptıklarının tanığı olarak beni seçen bir duvarın hikâyesi” olarak sunuyor kitabı okura. “Duvarın dayattıkları dışında hiçbir edebi araç kullanmaksızın yazdım” diyor; “Yazdım, çünkü bu kısırlık ortamında okumak korkakça bir eyleme dönüşmüştü” diyor. Ve bana, bize, okumak düşüyor.
[1] EDİTÖRÜN NOTU: Yapabiliriz. Ama çok geniş bir dosya olmaz mı? Nasıl sınırlamalı? Düşünelim…
[2] EDİTÖRÜN NOTU: Japonca kökene sahip olan Tsundoku kelimesi (積ん読 ) bir şeyleri daha sonrası için istifleyip hazır bir halde o alandan ayrılmak anlamına gelen tsunde-oku ve kitap okumak anlamına gelen dokusho sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Türkçede kitap istiflemek olarak tanımlanabilir. Bkz. Vikipedi.
Önceki Yazı
Avrupa’da radikal sağın yükselişi ve Euro 2024:
Beyaz tenliler ve saha dışı sebepler
Radikal sağ partilerin ciddi bir hamle yaptığı Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yarattığı atmosferde, 2024 Avrupa Futbol Şampiyonasına, futboldaki ırkçılığa ve ırkçılık tartışmalarına bir bakış...
Sonraki Yazı
Bir zamanlar bayram günleri çıkan bir Bayram gazetesi vardı…
“Yılda sadece beş gün yayımlanan bu gazetenin satışından gelen gelirlerin dışında resmî ilan ve bayram nedeniyle yayımlanacak çok sayıda ilanın gelirleri de Cemiyet’e kalmaktaydı. Neredeyse yarım yüzyıl süregelen bu gelenekten şikâyet eden olmamıştı.”