• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Geleceğin Nobel adayı Mircea Cărtărescu ve Solenoid:

Alice Harabeler Diyarında

“Bükreş’in kenar mahallelerinde dördüncü boyutun kapılarını aralayan sürrealist roman Solenoid, Çavuşesku döneminin sonlarını anlatıyor ve ‘60’lı, ‘70’li yıllara flashback’ler içeriyor. Solenoid’in 21. yüzyıl romanına taze bir soluk kattığını düşünmeme sebep olan şeyse, maksimalist anlatısıyla karmaşık ve indirgeyicilikten kaçınan atmosferinin klişelerden beslenen küresel roman pratiğine yüz vermeyişi...”

Salvador Dalí'nin Alice Harikalar Diyarında için yaptığı resimlerden biri.

ÖZGÜN ÖZÇER

@e-posta

KRİTİK

1 Şubat 2024

PAYLAŞ

Alice Harikalar Diyarında’nın hikâyesiyle ilk kez çocukluğumda çizgi filmini izlerken tanıştığımı anımsıyorum. Köstekli saati elinden düşmeyen sevimli Beyaz Tavşan, buyurgan, idmansız kalplere korku salan Yürek Kraliçesi ile Alice’in şakacı dostu Şapkacı; Voltran, He-Man, Ayı Yogi ve Fred Çakmaktaş’tan oluşan, gözlemlediğim kadarıyla yetişkinlere nazaran görece küçük sayılabilecek, fakat eğlenceli mi eğlenceli sosyal çevremin parçası oluvermişti. Çizgi filmde Alice, Harikalar Diyarı’na varmak için genellikle aynadan geçerdi diye aklımda kalmış. O zamanlar banyodaki büyük aynayla bunu denemiştim, ama nafile. Söz konusu harikalar diyarı da öyle erişilemez bir yer gibi gelmezdi üstelik. Ürkek kuğuların onlara bakanlarla göz teması kurmaktan kaçınarak yüzdüğü parktı belki, ya da benimle aynı boyda birtakım varlıkların her nedense gün içinde toplaşıp çılgınlar gibi koşturduğu binanın bir köşesindeydi. Araştırmalarım devam etti. Ancak çok sonraları Alice ve dostlarının birer masal kahramanı olduğunu kabul edecek, üzülerek de olsa onlarla gerçek hayatta karşılaşma olasılığını düşlemekten vazgeçecektim.

Lewis Carroll adıyla bilinen Charles Lutwidge Dodgson. Otoportre, 1857.

Belki de vazgeçerek hata etmişim. Meğer –bunu da yeni öğreniyorum– yazarı Lewis Carroll aslen matematikçiymiş. Her ne kadar mesleği hakkında gayet tutucu, Öklid geometrisine katiyen toz kondurmayan bir matematik erbabı olsa da, kendisinden bir kuşak sonra, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında dördüncü boyut üzerine düşünen meslektaşları arasında kült bir figür haline gelmiş Carroll. Kimi matematikçiler Alice’in aynadan geçişini, üç boyutlu dünyadan çıkarak farklı zaman kurallarına tabi dört boyutlu dünyaya girmesi olarak yorumlamış. Onlar da tıpkı benim gibi, ağırbaşlı kuğuların izleyenleri vakur bir tavırla selamladığı parklarda ya da boyları yetişkin bir insanın belini aşmayan çete üyelerinin kol gezdiği teneffüslerde olmasa da, şu yaşadığımız evrende bir yerlerde dördüncü boyutun peşine düşmüşler. Kimilerine göre ise Harikalar Diyarı, Carroll tarafından dönemin avangard matematikçilerinin tezlerine karşı yaratılmış, geleneksel matematik kurallarının absürd biçimlerde askıya alındığı bir dünya ve nihayetinde bir parodi.

Salvador Dalí, Corpus Hypercubus. 1956.

Harikalar Diyarı’ndaki çay partisine bir asır sonra katılan kişilerden biriyse, çizgi film, saatler yahut matematik dendiğinde asla dayanamayan, fırçasından geleni ardına koymayan Salvador Dalí. 1940’larda Disney ile Destino adlı sürrealist bir animasyon üzerine çalışmıştı – yedi dakikalık kısa film projesi maliyeti gerekçesiyle zamanında terk edildi ve ancak 2000’li yılların başında tamamlandı. Projenin sanat direktörü John Hench o dönemlerde Fantasia çizgi filmini çıkaran önemli bir çizermiş. Dalí ile işbirliği yaptığı sırada, ayrıca Alice Harikalar Diyarı çizgi filmi üzerinde de çalışıyormuş. Dalí’nin Harikalar Diyarı ile yolu yaklaşık 20 yıl sonra, 1969’da, Random House yayınevinin hikâyeyi resmetme talebi üzerine kesişmiş. Dalí, ünlü resimlerinde Alice’i ilk çizimlerindeki ip atlayan kadın figürüyle tasvir ediyor. Sanatıyla özdeşleşen saatleri de yine bu resimlerde görmek mümkün.

Dalí aynı zamanda dört boyutlu figürleri tablolara yansıtmayı deneyen en mahir ressamlardan biri. 1956’da bitirdiği, İsa’nın çarmıha gerilişini dört boyutlu bir ‘tesseract’ta, yani dört boyutlu hiperküpte canlandırdığı tablo Corpus Hypercubus, dördüncü boyutun en dikkat çekici sanatsal tasvirlerinden biri olarak kabul edilir.

Dördüncü boyuttaki bu seçkin çay partisine 2015’te Solenoid romanıyla Romen yazar Mircea Cărtărescu da katıldı. İngilizce çevirisi Deep Vellum’dan çıkan büyük formatta 640 sayfalık bu kalın kitap Bükreş’in kenar mahallelerinde dördüncü boyutun kapılarını aralıyor. Solenoid, elektrik enerjisini mekanik enerjiye dönüştürerek manyetik bir alan yaratan, genellikle bakırdan tellerin sarıldığı bir bobinden ibaret elektromanyetik bir aygıt. Roman ismiyle müsemma, çünkü insanı mıknatıs gibi içine çekerken gerçekliği büken anlatısıyla da yerçekimini sorgulatan bir etki bırakıyor. Metaverse gibi sanal âlemin muhtelif çığır açıcı tezahürlerini konuşur hale geldiğimiz günümüzün post-modern dünyasında gerçekle kurgu arasında eski tarz bilimsel teorilere dayalı romanların ne kadar ilgi çekebileceği tartışılır, ama neyse ki Solenoid sadece bundan ibaret de değil.

Hikâye Romanya’da, Çavuşesku döneminin sonlarında geçiyor ve ‘60’lı, ‘70’li yıllara flashback’ler içeriyor. Tarihsel bir roman bu, öte yandan Cărtărescu otokurmacayı sürrealist bir dokunuşla yeniden yorumluyor. Romanın isimsiz anti-kahramanı, başarısız yazar ve ortaokul öğretmeni, yani yazarlık hevesi kursağında kalan meslektaşı, açık bir biçimde kendisinden birçok iz taşıyor. Bir yaşındayken kaybolan, bütün organları ters tarafında bulunan bir ikizinden bahsediyor kitabın anlatıcısı. Bu asimetri, kaybolan çocuğun, kaderi taban tabana zıt giden, kariyerinde başarıyı yakalayan yazarın ta kendisi olduğu şeklinde yorumlanabilir. Nitekim aynı zamanda şair olan Cărtărescu’nun kariyerinin dönüm noktası 1990’da yayımlanan ve 12 kantodan oluşan Levantul yani “Doğu” ya da “Doğuş”, “Yükseliş” adlı epik şiir. Anlatıcının hayatının kırılma noktasını da şair olma hevesiyle yazıp bir sunum sırasında okuduktan sonra jürinin alay ettiği, romanda “The Fall” yani “Düşüş” yahut “Alçalış” olarak geçen bir başka şiir oluşturuyor. Tanrısal yazarın paralel bir evrendeki aciz bir bedene bürünmesi üzerinden yarattığı asimetrik avatar, Cărtărescu’nun romanda kullandığı yaratıcı yıkım tekniklerinden sadece biri.

“Keşfedebileceğim ve içinden elmaslar çıkarabileceğim tek bir madenim var: Kendim,” diye anlatıyor Cărtărescu, yazar Rodrigo Hasbún ile 2018 yılında –Solenoid’in İspanyolca çevirisi yayımlandıktan sonra– yaptığı söyleşide. Karl Ove Knausgaard’dan da işitmeyi bekleyebileceğimiz bir cümle bu, ama benzerlik burada bitiyor. Cărtărescu’nun otobiyografik anlatıya yaklaşımı daha deneysel desek hafif kalır. Sanki Edgar Allan Poe, Franz Kafka ve Stephen King’in birbirleriyle boğuşarak yazdığı senaryoya Dalí’nin görsel efektlerini ekleyerek Alfred Hitchcock’un çektiği bir filme dönüştüreduruyordur yaşamöyküsünü:

Kimi zaman kendimi günlerce gözlemler, içimdeki karstik arazilerin haritasını çıkarırım; çok eski hatıralar, hisler, halüsinasyonlar, rüyalar, kompleksler ve travmalarımla ilgili upuzun envanterler oluştururum. Bir-iki yaşlarımdan, hatta rahimden, belki de daha önceki hayatlarımdan hatıraları kazıyıp çıkarmak için hep bunu yaparım. Evet, yazdığım bir otobiyografi, ama kurmaca bir otobiyografi, zira ben hayatımı yaşadığımı hiç hissetmedim, daha çok sanki hayatımı inşa etmiş, türlü türlü anamorfik şekillerde dönüştürmüş, icat edip yeniden icat etmiş gibi hissederim; onu her şeyi içinde kapsayabilecek kişisel olmayan bir hayata dönüştürdüm. Ülkemin çapı kafatasım kadar, umarım dünya tıpkı bir çiy damlasındaki gibi onda da yansıyordur.

Solenoid ayrıca kurmacadan ziyade bir metakurmaca, zira okuduğumuz metin anlatıcının belirli boşluklar ve kestirmelerle yazdığı bir aktarım. Anlatıcı kâh hayıflanarak kâh gururla bir yazar olmadığını, yazdıklarının bu yüzden kurgu değil hakikat olduğunu defalarca tekrarlıyor. Onun gözünden mahkûm olduğu soğuk, karanlık, fantastik bir Bükreş’i, uyanıkken ve rüyalarında dolaştığı bu şehrin farklı yansımalarını, geçmişle romanın zamanı arasında gelgitlerle arşınlıyoruz. Romanın merkez unsurlarından biri de Ethel Voynich’in Doğu Bloğu’nda hayli bilindik olan Atsineği romanı: Asıl adıyla Ethel Lilian Boole, dördüncü boyut geometrisi üzerine çığır açıcı çalışmaları olan ünlü İngiliz matematikçi George Boole’un en küçük kızı. Eşi Polonyalı devrimci Michał Habdank-Wojnicz ise bugüne kadar hâlâ tam olarak çözülemeyen bir yazı sistemiyle Rönesans döneminde yazıldığı tahmin edilen Voynich el yazmasını bir sahafta bulup yayımlamasıyla biliniyor. Ayrıca Romen adli tıpçı Mina Minovici’nin inşa ettiği, Bükreş’in ikonik mekânlarından morgun hikâyesiyle de besleniyor Solenoid; uyku ve rüyalar üzerine Freud’dan farklı bir bakış açısı içeren kapsamlı araştırmasıyla tanınmış Romen psikolog Nicolae Vaschide’nin yaşamöyküsüyle de…  Cărtărescu birden fazla güzergâhı izleyerek, yan yollara saparak, gizemleri çözmeye gereksinim duymadan, yeri geldiğinde soluklanarak, aheste aheste örüyor anlatıcısının dördüncü boyuttaki macerasını:

Bu metnin, enfekte, irinli harflerle kaplı, yaşamanın dehşeti kitabına ciltlenmiş milyarlarca insan teni gibi sayfalardan oluşmasını istiyorum. Diğer bütün sayfalar gibi anonim. Çünkü tuhaflıklarım, her ne kadar sıradışı olsalar da, bedenle örtünen zihnin trajik tuhaflığını asla gölgeleyemez. Ve, sizin, bunu asla okumayacakların tenimde okumanızı istediğim tek şey sayfalarca tekrarlanan tek bir çığlık: ‘Git! Kaç buradan! Buralı olmadığını hatırla!’ Ama birisinin yazdıklarımı okuması için değil, başıma gelenleri, nasıl bir labirentte bulunduğumu, kim tarafından sınandığımı, buradan tek parça çıkabilmem için hangi cevapları verebileceğimi anlamak amacıyla yazıyorum. Ardında kıpırtısız bir mimari ele veren geçmişim, tuhaflıklarım ve saydam sayılabilecek hayatım üzerine yazarak bu oyunun kurallarını sezmeye, işaretleri anlamaya, birbirleriyle ilişkilendirmeye ve hangi yönü gösterdiklerini kavramaya çalışıyorum ki o yöne doğru ilerleyebileyim. Tanrı’nın sözünü taşımayan hiçbir kitabın anlamı yoktur. İdamı bekleyen bir mahpusun hücresindeki bütün duvarlar kitap raflarıyla çevrili ve güzel kitaplarla dolu olabilir, ama asıl ihtiyacı olan bir kaçış planıdır. Sonsuz kalınlıkta duvarları olan penceresiz ve kapısız bir hücreden kaçabileceğinizi düşünmüyorsanız eğer, kaçmanız mümkün değildir. Oysa çizgi romandaki mahpus, kitabın sayfasının dikey ekseninde, bana, okuyan kişiye doğru, başka bir boyuta hareket ederek kaçabilir.

Bugüne kadar binlerce kitap okudum, ama bir tane bile harita yerine bir manzara sunan kitaba rastlamadım. Kitapların her sayfası yassı, ama hayat öyle değil. Neden ben, üç boyutlu bir yaratık, sıradan bir metnin iki boyutunun kılavuzluğunu izleyeyim? Gerçekliği örnek alacak kübik sayfayı nerede bulabilirim? Kapağının altında, sayfalarında yüzlerce küpü toplayan hiperkübik kitabı nerede bulabilirim? Yalnızca o zaman, küp tünellerinden geçerek, bu boğucu hücreden kaçabiliriz, ya da en azından başka bir dünyanın havasını soluyabiliriz. (s. 212)

Romanda Lewis Carroll da masal ile matematik arasında kurduğu köprüden bahisle küçücük bir rolde çıkıyor kamera karşısına. “Alice’in tavşanın tasavvurunu bir başka dünyadan gelen karmaşık mesajları izleyerek aynanın dalgalarında gördüğü çok açık,” diye yazıyor romanın anlatıcısı. Masum masal karakterimiz yoksa bizim hapsolduğumuz boyuttan “büyük kaçış”ımızın kilidini açacak biricik seçilmiş kahraman mı? Kim bilir, ama Cărtărescu’nun izini sürdüğü Alice, Carroll’un yarattığı kahraman değil, George Boole’un bir diğer kızı ve Ethel Voynich’in küçük kardeşi Alicia. Aynı zamanda Tesseract’ın, yani dört boyutlu hiperküpün adını koyan ve ilk kez betimleyen matematikçi Charles Howard Hinton’ın baldızı. Nasıl iki boyutlu bir kare üçüncü boyutta altı yüzlü, 12 köşeli bir küpe dönüşüyorsa, Hinton küpün dördüncü boyutta 24 yüzlü, 32 köşeli, sekiz kat daha hacimli bir hiperküpe dönüştüğünü matematiksel olarak tanımladı. Ne var ki üçten fazla boyutlu cisimleri insanların zihinlerinde canlandırması pek kolay değildi – mesela iç kısımlarının boyalı olduğu ve eşleşmesi gereken bir mekanizmaya sahip bir Rubik küpünü hayal etmemiz bile neredeyse imkânsız. Dört boyutlu cisimler betimlemeye çalışan Hinton’ın imdadına ise hiç beklenmedik birisi, eşinin daha henüz okul çağında olan kız kardeşi yetişti. “Alicia, gerçek bir Alice Harikalar Diyarında misali, adını politop koyduğu dört boyutlu poligonlar tasavvur etmeye başladı,” diye anıyor onu Cărtărescu. Sahiden de Alicia Boole dört boyutlu cisimleri görselleştirme konusunda olağanüstü bir beceriye sahipti. Hiperküplerden hemen sıkılıverdi ve üç, altı, sekiz ve 12 yüzlü cisimlerden oluşan dördüncü boyuttaki altı çokgeni tanımladı sonra da yıllarca dört boyutlu çokgenlerin kartondan rengarenk üç boyutlu kesitlerini üretti. “Üstelik, Charles’a bütün hayatı boyunca üzerinde çalıştığı yüzeylerde özenle ve ustalıkla ellerini gezdirmesine izin verdiğinde yaşı masal kahramanı Alice’den daha büyük sayılmazdı.” Alicia’nın mümkün kıldığı imkânlarla boyutlararası bir labirente doğru sürükleniyoruz roman boyunca, harikaları bile tekinsiz, tehditkâr olan bahtsız bir diyarın esrarengiz kapanına adım adım kısılıyoruz.

Küresel roman antitezi

Solenoid’in İngilizce baskısı 2022’nin Ekim ayının sonunda yayımlandı. Kurumsallaşmış, sıkı takvimlere bağlı kalan yabancı yayınevleri tanıtım çalışmalarında çok daha titiz ve profesyonel olduklarından ve gazetelere yahut kültür-sanat mecralarına kitap çıkmadan iki ay önce kopya gönderdiklerinden, roman hakkındaki ilk yazılar Kasım ve Aralık aylarında peş peşe çıktı. Hatta Solenoid 2022’nin en iyi kitaplarına dair birçok listede (bkz. New Yorker, Publishers Weekly, The Financial Times, Words Without Borders) yer aldı, Los Angeles Times Kitap Ödülü’nü kurmaca dalında kazandı. Ancak kitabı 2022’de gerçekçi olarak okuyabilme şansım yoktu, bu yüzden kitap K24’ün geçen yılki seçkisine giremedi. (Bu yılki seçkiye de giremiyor, çünkü 2023’ün kitabı değil…)

2023’te çıkmasa da, 2023’ün ilk yarısında üzerine en çok konuşulan kitaplardan biri oldu Solenoid – o kadar ki, Mart ayının sonunda sipariş etmeye karar verdiğimde ilk baskısı stoklarda tükenmişti bile. K24’ün aksine, kitabı 2022 listelerine dahil edemeyen bazı mecraların bu seneki yıl sonu seçkilerine aldıklarını gördüm.

Öte yandan, Solenoid’in olumlu eleştiriler almasıyla beraber Mircea Cărtărescu’nun Nobel Ödülü adayları havuzundaki yerinin pekiştiğini vurgulamak gerekiyor. Bu yılki ödül açıklanmadan önce adı Nobel ödül bahislerinde beşinci sırada, Thomas Pynchon ve Ngũgĩ wa Thiong’o ile aynı oranda, Haruki Murakami, László Krasznahorkai, Salman Rushdie, Margaret Atwood gibi geniş bir okur kitlesine sahip yazarların önünde gösteriliyordu. Muhtemelen bundan böyle, önümüzdeki yıllarda Cărtărescu güçlü Nobel adayları arasında anılacak ve bu statüsü kitaplarına yönelik ilgiyi artıracak. Ayrıca Cărtărescu’nun Türkçeye çevrilen kitap sayısının İngilizceye çevrilen kitaplarından daha fazla olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. En çok farklı dilde yayımlanan metni Nostalji’nin yanı sıra yine ilk romanlarından Travesti  ile Proust-vari epik Bükreş üçlemesi Orbitor Göz Kamaştırıcı’nın tamamı geçtiğimiz yıllarda Ayrıntı Yayınları’ndan peyderpey çıktı (oysa Nostalji ile birlikte Orbitor’un daha henüz ilk kitabı İngilizceye çevrildi).

Başvurduğu bütün edebi teknikler bir yana, Cărtărescu’nun anlatıcılığının başlıca özelliği tasvirlerindeki maharet. Solenoid’in nevi şahsına münhasır bir sürrealist roman olarak okunmasındaki en önemli neden, farklı bir fantastik dünya yaratmasından ziyade, Cărtărescu’nun tıpkı Dalí gibi hikâyenin gerçekleştiği sahneyi en ince ayrıntılarına kadar gözümüzde capcanlı kıldığı, şair kimliğinden izler taşıyan atmosferler. Anlatıcının çalıştığı harabe okul, altında bir solenoid bulunan ve aygıtı çalıştırdığında yatağında havaya yükseldiği, sevgilisiyle havada seviştiği gemi şeklindeki tuhaf evi, gizli odasında ürkütücü bir dişçi koltuğu bulunan evin tepesindeki kule, okulun yanı başındaki terk edilmiş izbe fabrika, çocukluğunda tüberküloz hastalığının tedavisi için gönderildiği yatılı okul, yaşlılık ve ölüm karşıtı göstericilerin eylem yaptığı morg, muhtelif hastane odaları gibi her birini Dalí’nin fırçasından çıkmış olabilecek binbir tuhaflığı bir araya getiren mekânlar tasvir ediyor ve bu tuhaf yerleri mesken edinen alelacayip karakterleri işliyor Cărtărescu. Solenoid’i okumanın en keyifli yanı da bu mekânlarda anlatıcıyla birlikte kaybolmak. Solenoid hakkında The Nation’da yayımlanan kritiğinde yazar Will Self, Cărtărescu’nun ana dilindeki üslubunu daha iyi anlamak için çevirmen ve yazar Marius Chivu’ya danışmış ve şu yanıtı almış:

Romence üslubu olağanüstü ve şatafatlı – kimse onun kadar zengin ve rengârenk, hem şiirsel hem de bilimsel bir dille yazmıyor. Ama İngilizce çevirileri, İspanyolca ve İtalyancanın aksine, bu özelliğinden çok şey yitiriyor.

Durduraksız tasvirleriyle, sahneleri tekrarlarla deşmesiyle Cărtărescu’nun üslubunu ‘olağanüstü’ kılan sebeplerin başında belli bir gelişigüzellik, çala kalemlik yatıyor. Tam anlamıyla bilinç akışı diye tarif edilen yazma biçimi değil bu, ama Proust’un ince eleyerek sık dokuduğu, hikâyesinin kuytularını bile yıllarca bileyen takıntılı metin işçiliği de değil. Cărtărescu, yazacaklarını asla önceden planlamadığını, ortaya çıkan metni keserek ya da eklemelerle değiştirmediğini söylüyor. “Delice yöntemimden ne zaman bahsetsem hep utanıyorum çünkü kimse bana inanmıyor,” diyor söyleşide. Yaklaşık 1.500 sayfalık Orbitor üçlemesini tamamen elle yazdığını ve hiçbir sayfasının üzerini çizmediğini örnek olarak gösteriyor:

Her gün, sadece sabahları, bir ya da iki sayfa yazarım, sonra da ne bir şey eklerim ne de çıkarırım. Aklımda herhangi bir plan ya da hikâye bulunmadan yazmam esastır. Yazmaya başladığım anda sayfalar gözümde canlanır. Bu sayfaların her biri hikâyedeki her şeyi değiştirebilir ki bazen öyle de olur. Başka türlü yazamam çünkü yazmak benim için bir meslek ya da bir sanattan çok bir inanç, bir çeşit kişisel bir din. Yazmaya devam etmek için nereye gittiğimi bilmem gerekmiyor, yapabileceğimi, bunu yapabilecek tek kişinin ben olduğunu bilmem yeterli.  

Mircea Cărtărescu

Solenoid, Cărtărescu’nun sürrealist romancılığını Orbitor Göz Kamaştırıcı üçlemesinde bıraktığı yerden daha da ileriye taşıyor. Sol Kanat (1. cilt), Gövde (2. cilt) ve Sağ Kanat (3. cilt) ile bir kelebek imgesi oluşturuyor Orbitor. Anlatı Cărtărescu’nun bir kelebek gibi göz açıp kapayana kadar üzerlerine konup uçuverdiği tarihsel anlardan, anılardan, aile hikâyelerinden, olaylardan, duygulardan, şehir efsanelerinden, hayallerden oluşuyor. Kelebek imgesinin sunduğu bütün imkânları da kullanıyor Cărtărescu. Kimi zaman ülkenin, kentin, tırtılın kozadan kelebeğe dönüşmesi kadar keskin, sarsıcı, kati dönüşümlerini anlatıyor. Kimi zaman, kelebeğe Hıristiyanlıkta atfedilen anlam misali ölümler ve yeniden doğuşlara doğru çırpıyor kanatlarını. Kimi zamansa kelebekler Doğu Avrupa’daki yöresel inançlarda olduğu gibi doğurganlığı temsil ediyor. Nihayetinde bir kum tanesi kadar küçük olayların kelebek etkisiyle hayatların, ülkelerin dönüm noktalarına nasıl sebep olduklarının, mutlulukla mutsuzluk, özgürlükle tutsaklık arasındaki farkı hangi şaşılası yollardan doğurduklarının anlatısı Orbitor. Hayatın bir kelebeğin ömrü kadar olduğunun da… Tırtıl ve kelebek örneğinde olduğu gibi, Cărtărescu’nun yetişkin anlatıcısının, metnine hapsolmuş doppelganger’ının içinde yaşayan bir çocuk, çocukluğuna da dadanan yetişkin bir hortlak gözlemleriz. Sanki Proust Güney Amerikalı romancıları hatmedip Kayıp Zamanın İzinde’yi silbaştan yazmaya karar vermiştir, yahut Gregor Samsa dev bir böceğe değil de –evet, doğru tahmin– kelebeğe dönüşüp aklına estiğinde odasının penceresinden firar ediyordur (ki Nabokov metindeki ayrıntılara dayanarak Samsa uçabilen kanatlı bir böceğe dönüştüğünü ileri sürer).

Solenoid’in 21. yüzyıl romanına taze bir soluk kattığını düşünmeme sebep olan karmaşık, indirgeyicilikten kaçınan atmosferlerinin ve maksimalist anlatısının klişelerden beslenen küresel roman pratiğine itimat etmemesi. Orhan Pamuk’un önce Kar’da, daha sonra Kafamda bir Tuhaflık’ta deneyip başarısız olduğunu düşündüğüm bir kent tasviri yapıyor. Pamuk’un bu iki romanı muhtemelen farklı kültürlerden okurlar tarafından anlaşılma uğruna tasvirlerde çeşitli basitleştirmelere gidiyor. Bu durum diyalogların genelgeçer olmasıyla da birleşince karakterler derinleşemiyor. Cărtărescu ise fırça darbeleriyle Bükreş’i biricik bir tabloya, “yeryüzünün en kederli şehrine” dönüştürüyor. Her bir mekânın bu duyguyu besleyen birer rolü var. Örneğin anlatıcının dördüncü boyuta geçme deneyimi yaşadığı yıkıntı fabrika:

Fabrika da, tıpkı yeryüzünün en kederli şehri Bükreş’in tamamı gibi, muhtemelen en başından bir harabe, zamanın çocuklarını yiyip yutan somurtkan bir tanığı, termodinamiğin ikinci yasasının merhametsiz bir temsili, karbonun kristaller oluşturma gayretinden zihnimizin yaşadığımız trajediyi anlamlandırma çabasına kadar dünyadaki bütün aktivitelerin manasızlığı ve her şeyin yıkıma uğraması karşısında sessiz, itaatkâr, mazoşist bir baş eğme olarak tasarlanmıştı. Brasília gibi, hatta belki daha derin ve hakiki biçimde, Bükreş çizim tahtasında insanlığın kaderini en dokunaklı şekilde resmetmeyi amaçlayan felsefi bir dürtüden fışkırmıştı: bir harabe, çöküş, hastalık, yıkıntı ve pas şehri. Sakinlerinin yüzleri ve davranışları için en uygun biçim de buydu. Eski fabrikanın upuzun kıpırtısız motorlarla devinen imalat hatları Dünya’daki yaşantımızda hissettiğimiz korku ve kederden, mutsuzluk ve ıstıraptan, melankoli ve acıdan bütün çevredeki mahalle için yeteri miktarda üretmiş – ve belki de, insanlıktan dingin bir tecritte üretmeye de devam ediyordu. (s. 98)

Solenoid, Bükreş’i yücelterek özel bir konuma yerleştirmiyor. Aksine, sürrealist bir tablo gibi işleyerek büyüleyici bir atmosfere büründürüyor:

Bir şehirden çok zihinsel halin tezahürünü, derin bir soluğu, acınası ve manasız bir çığlığı andırır Bükreş. Kanın kuruduğu sıyrık deri misali sadece yürüyen yaralardan, nostalji pıhtılarından ibaret yaşlı insanlara benzer. (s. 427)

Colentina, Bükreş, 1990'lar.

Solenoid’in aksine, Cărtărescu’nun başta Çavuşesku olmak üzere Romanya yakın ve uzak tarihinin aktörlerine ve gelişmelerine doğrudan değindiği Orbitor Göz Kamaştırıcı’da da başrolde Bükreş. Onu kendisi ile özdeşleştirerek bezgin bir ucubeye dönüştüren yazarın merhametsiz şefkatinden payını almaktan yine kurtulamıyor. Doğu ve Batı arasında bir köprü olmak gibi bir iddianın temsilcisi değil bu şehir, travması Demir Perde’nin bir ucunda tıkılıp kalmasından çok daha karmaşık, sabıkası asırlarca biriken günahlarla kabarık. Kâh yeraltındaki solenoidlerden kâh kanatlarını çırpan kelebeklerden kaynaklanan, tahayyül ettiğimiz kalıplardan taşan fantastik güçlerin etkisi altında. Çoğu zaman da yazarıyla tek vücut olan, aynı bedende birleşen, ruh haliyle özdeş bir şehir Cărtărescu’nun Bükreş’i:

Bazen kendimi inanç aracılığıyla en azından Bükreş'in kenar mahallelerine, bir hücrenin etrafındaki sert zar gibi şehri dönen çevre yoluna ve demir yoluna kadar uzanmış hayal ediyordum. Deli ve kaotik ulaşımı ile, her bir makinenin her bir parçasının çoktan moral açıdan ve fizik olarak yıpranmış olan sanayi platformları ile, binbir çeşit ve renkte likenlerin açtığı üniversiteleri ve kütüphaneleri ile, donmuş heykelleri ile (ah, heykeller!), kolesterolden örülmüş birtakım kılcal damarlara benzer Dâmbovița ve Colentina ırmakları ile, melankoliye batırılmış sakinlerin etrafında kristalleşmiş merkezdeki kübist apartmanları ile, çiçek açmış ıhlamur ağaçlarının bulunduğu gölgeli sokaklarda rastgele dolaşan dövmeli kalçaları olan kadınları ile şehir benim yapay bedenim olabilir, kendi adımı ona verebilirim ve kendi arzularım ile onu ıslatabilirim. Nehir taşından yapılmış bodrumlarında akreplerin ve vampirlerin kaynamasını kontrol ederdim, kafasını soğuk tuğlasına dayamış, bir duvarı ıslatan bir sarhoşun kanalından fışkıran çişinin her damlasının izlediği yolu hesaplardım, Telefon Sarayı'nın üzerindeki çanak antenlerinin parçaladığı bulutların şekilleriyle tutkulu bir şekilde oynardım, onlara çakmak, örümcek, Yehova, raptiye şekillerini verirdim, kabarıklıklarıyla yıldızlı gökyüzü boyunca korkunç küfürler yazardım... Aniden insanların, sıçanların, sineklerin ve bütün diğer canlıların üreme sistemindeki östrojen hormonların üremesini yasaklardım ve seneler boyunca canlı dünyanın melekleşme yoluyla nasıl parçalara bölündüğünü seyrederdim... bütün Ortodoks kiliselerini, etlerinin içinden duvarlardaki ikonaların her tarafa saçılmış altın ve açık mavi granüller gibi görüneceği yarı saydam denizanalarına dönüştürürdüm, özel kıyafetleri içindeki papazlar kilise mihrabının etrafında yavaşça çarpan kofullar ve organeller olurlardı, kilise cemaatinin üyeleri ise, El Greco’daki gibi lifli olurlardı: beyaz kıyafetleri üzerinde öldürücü hücre pilleri taşıyan solgun, yırtık pırtık saçaklar. Ve yüzlerce kilise, kubbelerini gökyüzüne doğru fırlatarak, gökkuşağı rengindeki dantellerini gittikçe daha yukarıda, saf havanın içinde uçuşturarak, şehrin derisinde canlı etten yuvarlak lekeler bırakarak apartmanların arasından, okyanusun dibinden yavaşça yükselirlerdi ve bu süreç ben, inancın görünmez avuçlarıyla titreyen çan kulesi kümelerini bir araya toplayıp mantarlarını birbirinin içine karıştırana kadar, birtakım üzüm taneleri gibi onları yavaşça ezene kadar, avuçlarımın içinde, ışıldayan gözlerimi yıkayacağım, mür, tütsü ve Hint sümbülü kokan, mavi jelatinden devasa bir çan kalana kadar devam ederdi. (Orbitor Göz Kamaştırıcı 1. cilt, çev. Sunia İliaz Acmambet, s. 283-284)

Yazarın elinde şekilden şekle giren bir oyun hamuru, birbirinden fantastik figürlere bürünen bir yapboz Bükreş. Pamuk ise İstanbul’u bir belgeselci gibi işler, tarihine ve imgesine sonsuz bir saygıyla yaklaşır, onu olabildiğince gerçeğe (özellikle de kendi gerçeğine) uygun bir şekilde tasvir etmeye çalışır; içgüdüsü kentini yıkarak yeniden yaratmaya, bozarak tekrar icat etmeye elvermez. Bağ kurulmasını, tahayyül edilmesini kolaylaştırmak için çabalar, yeri geldiğinde klişeye çalan, karikatüre varan sembollerden beslenmekten, kestirmelere başvurmaktan geri kalmaz. Kar’daki Kars tasviri bu açıdan daha ilginç Pamuk’un. Kar için sürrealist bir roman denemez belki, ama gerçekliğe meydan okuyan absürt bir trajikomediye meyleder bazı sahneleri: şair Ka’nın gökten vahiy inercesine bir çırpıda yazdığı şiirler, kelimenin tam anlamıyla teatral ihtilal, dinle modernizm arasında abeslik sınırlarını zorlayan kan davası metnin kurgusunda Pamuk’un Kars etrafında inşa ettiği ruh haliyle bütünleşir. Ancak Pamuk romanda “Türkiye’nin siyasi minyatürünü” Kars üzerinden kurgulamaya çalıştığını söyler, bir başka deyişle Türkiye’nin kolaylıkla okunabileceği bir kent temsili yaratma arzusu ağır basar. Bu sebeple yaptığı Kars portresi büyük ölçüde, hele ki 11 Eylül sonrası bir dünyada –“küresel roman” kavramının mucidi Adam Kirsch’in deyimiyle– “Avrupa ve İslam dünyası, modernizm ve din arasındaki ilişkinin bir meseli haline gelir.” Şu soruyu sorar Kirsch:

Pamuk’un, Bolaño’nun ya da Ferrante’nin okuma şansına eriştiğimiz romanları sahiden de kendi dillerinde yazılmış en iyi, en özgün romanlar mıdır?

Her ne kadar adı bir süredir Nobel ile anılıyor olsa da, kitaplarının başka ülkelerde erişeceği kitle ile ilgilenmediğini söylüyor Cărtărescu:

Ücra bir yerden geliyorum. Kitaplarımın yurtdışında yayımlanmasındaki en büyük sorun, insanların onları okuması. Neden okusunlar ki? Hakkında hiçbir şey bilmedikleri, neredeyse hiç duymadıkları bir ülkenin yazarının kitabını kim alsın? Ülkem az bilinmenin ötesinde, yoksulluğu nedeniyle küçümsenen ve kültür seviyesi düşük görülen bir yer. Bir Romen yazar neye benzer? Kimsenin bildiği ve ne yazık ki umursadığı yok.

Kitaplarının özellikle İspanyolcada küçük bir kitle bulmasının ne günlük hayatında ne de statüsünde bir şey değiştirdiğini söylüyor.

Hâlâ kendimi az bilinen ve yurt dışında az yayımlanmış bir yazar olarak görüyorum. Bununla tabii ki yaşayabilirim. Tek hayalim sevdiğim bir sayfa daha yazmak, ne eksik ne fazla. Korkarım bunu yapabilmek, iyi tanınan bir yazar olmaktan daha zor.

Cărtărescu’nun tanınırlığa karşı bu serkeşçe tutumu, ilgiyi böylesine hor görüp elinin tersiyle geri çevirmesi hem Orbitor üçlemesine hem de Solenoid’e bakılırsa şaşırtıcı değil. İkisi de kolay okunan, çabuk idrak edilen, bağ kurulan romanlar değiller. Bir ülkenin sembolik kırılımlarından ziyade yazarın çocuksu kâbuslarından ve yetişkin korkularından esinlenen, okurun sabrını her sayfasında sınamaktan gocunmayan birer uçsuz bucaksız alegoriler bunlar. Ancak sizi bambaşka bir dünyaya götürmeyi vaat eden beyaz tavşanın peşine düşmek gibi davetkârlar. “Kaçış olmayan, bir mahpusun ümitsizliğinden doğmayan sanatın bir anlamı yok,” diyor Solenoid’in anlatıcısı. “Avutan ve huzur veren herhangi bir sanata, hücrenizi daha çekilebilir kılmak için tasarlanan herhangi bir romana ve müziğe ve resme saygı duyamam.” Solenoid’i yazdığı defterler bir roman değil onun için. “Bir kaçış planı. Kaçıştan sonraki doğal kaderleri de kül olmak.”

Salvador Dalí, Perpignan tren istasyonu.

Alice Solenoid’de bir işçi ailesinin çocuğu. Adı Valeria. Dört boyutlu cisimleri görüp tanıyan, bunları başka bir boyutta bulup anlatıcının üç boyutlu hücresine taşıyan Alicia Boole da o. Keşfettiği diyarın eşiği ne bir tavşan yuvası ne de bir ayna; Bükreş’in mavi yakalı bezgin işçilerini sanayi mahallesine taşıyan banliyö trenlerinin gidip geldiği demiryolunun öte tarafı. Belki sadece bir çocuğun hayal gücünde varolan bir diyar bu. Belki de değil. Belki dünyanın merkezi, tıpkı Dalí’ye göre Perpignan tren istasyonunun olduğu gibi. Hayatla ölüm arasındaki eşik. Belki de sadece paslanmış demiryolu raylarının ortadan böldüğü toz içinde bir arazi. Cărtărescu bizi cevaplarla avutmuyor. Yalnızca “sevdiği bir sayfa” yazmakla meşgul.

Solenoid atıflarda bulunduğu Kafka’dan, Borges’ten, Poe’dan, Baudelaire’in Paris tasvirlerinden, sürrealist şairlerden, Proust’tan, Umberto Eco’dan esintiler taşıyor. Ama bütün bu esin kaynaklarından farklı bir karaktere sahip bir anlatı kuruyor Cărtărescu. Rumen yazar, tıpkı romandaki avatarı gibi öncelikle iyi bir okur, ardından da usta bir şair. Kurmacanın ve evrenin sınırlarını yokladığı bu harabeler diyarı büyük ihtimalle 2010’ların en önemli edebi yapıtlarından biri olmaya aday. Matematikle kanıtlansa dahi gerçekte dördüncü boyutun varlığından emin olamayacağız, ama Cărtărescu’nun olağanüstü ve sıradışı diyarına Solenoid’in kapağını açarak girebilirsiniz.

 

EDİTÖRÜN NOTU:

Alıntılardaki çeviriler, aksi belirtilmedikçe Özgün Özçer’e aittir.

Yazarın Tüm Yazıları
  • alice harikalar diyarında
  • Mircea Cărtărescu
  • Orbitor
  • Orbitor Göz Kamaştırıcı
  • salvador dali
  • salvador dali
  • Solenoid

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 6

K24'te haftanın vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi / Gomaşinen / Hesap Günü / İnsanların Bu Dünyası / Komplo Teorilerine Neden İnanırız? / Ölüme Yazgılı Şehir / Permafrost / Petro-Kıyamet / Salon Mars / Sarah ve Şemsi 

K24

Sonraki Yazı

TARTIŞMA

Apartheid kavramı ve uluslararası hukuk

“Ekşigil, Türkiye’deki rejimin Apartheid olarak adlandırılamayacağını savunuyor ve bazı endişelerini dile getiriyor. Ekşigil’in Türkiye’deki rejimin niçin Apartheid olarak adlandırılamayacağı konusundaki tezlerini ve endişelerini tartışabilmek için ama önce hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız Apartheid kavramı üzerinde durmak gerekiyor.”

TANER AKÇAM
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist