Ayhan Geçgin romanlarında “ses” ve Dünyalararasında
“Yaşamın neredeyse durduğu, donuk bir ânı yansıtan anlatıda bellek de parçalanmaya uğramıştır. Bir ampul gibi yanıp sönen sözcükler, anımsandığı anda anlatıcı-kahramanın zihnine ancak cızırtılı bir ses olarak düşer. Yine birbirinden kopuk bir biçimde anımsanan görüntüler bir devamlılık yaratmazlar. Zihindeki bu zamansal kopuşlarla mekânsal kırılmalar birbirini tamamlar.”

Ayhan Geçgin
Ayhan Geçgin okurları önceki eserlerinin hep bir yürüyüş ve bu yürüyüşle birlikte beliren arayışların anlatıları olduğunu hatırlayacaklardır. Bir Dava’yı (2019) bu halkanın dışında tutmakla birlikte, ilk eseri Kenarda’dan (2003) itibaren, Gençlik Düşü (2006), Son Adım (2011) ve Uzun Yürüyüş (2015) bu anlamda birbiriyle ilişkilidir. Tüm bu eserlerdeki arayışlara, ne olduğunu bilmediğimiz, belirsiz bir sesi duyma ve anlatma arzusu eşlik eder. Geçgin, “öteki ses” veya “başka bir ses” olarak belirtecektir bunu. Fakat ses burada işitmeyi de aşan bir “duyma” biçimini ifade eder. Geçgin’in eserlerinde böyle bir duyuş biçimine daha ziyade Deleuze’yen pasajlarda yaklaşılır. Kenarda’da anlatıcı bunu,
Her şey sanki kaynağı oymuş gibi ses küresine, sesin yol, duvar ya da başka biçim almış dalgalarına dönüşüyordu. Yalnızca otların, hayvanların, kentin sesi, kulağına çarpıp duran sesler değil ama dünyanın dönüşleri boyunca atılmış, bastırılmış, dışlanmış, itilmiş, yok edilmiş her şey ses biçiminde canlanıp geri dönerek küreyi büyütüyordu.[1]
şeklinde ifade eder. Aslında muğlaklık bizzat sesin, dilin sınırlarının dışında kalmasından kaynaklanır. Bu anlamda Geçgin’de anlatı, varlık ile oluş arasındaki bir ara bölgede dolaşır gibidir. Sesin duyulabileceği epifanik anlar ise hemen ardında belirecek bir yokluk duygusuyla veya ancak bu duygu sayesinde ortaya çıkar. Gençlik Düşü’nde Fikret Ali Koçergi, yitirilmiş gençliğinin ardından “[…] ölmekte olan bir ses, bir fısıltıyı, duyulmayan, anlaşılmayan, söz olmayan, rüzgârın uğultusuna benzer bir uğuldama[yı]”[2] hatırlamaya çalışır. Yazmakta olduğu kitabında “o benden kaçıp kurtulanı, gerçeğini yalnızca bu biçimde, kaçıp gidişi içinde duyuranı, yokluğumun üzerinden aşıp gelen bir dalga gibi belireni yakalamak, anlamak ist[ediğini]”[3] söyler. Fakat yalnızca bunu duyabilmek değil, yazabilmek de mühimdir. Son Adım’da ise Alisan aradığı şeyi, babaannesinden, ölmekte olan bir bedenden duyacağını düşünür:
Niçin böyle burada, başucunda oturuyorsun, bunu niçin yapıyorsun? Ele geçiremediğin, yakalayamadığın şeyi, parmak uçlarından kaçanı bu şimdi eriyen gövdenin mi sana söylemesini umuyorsun?[4]
Bu beklentisi bir türlü gerçekleşmeyince Alisan cenazeyi gömmek üzere gittiği köyünde ne olduğunu bilmediği bu sesi arar. Böylece anlatı Gençlik Düşü’ndeki yitirme duygusunun bir adım daha ilerisine giderek Alisan’ın ölümüne kadar varır. Varlığın dışına çıkma arzusu belli bir anlamda dilin de aşılmasını ima eder. Oysa Geçgin’in anlatılarında dilin bozulduğuna veya zorlandığına şahit olmayız. Fakat anlatı her zaman bir geçitte, bir çatlakta veya sınır bölgesinde aradığını yokluyor gibidir. Dolayısıyla söz konusu arayış teması daha en başında aynı zamanda dilsel bir yersiz-yurtsuzluğu, bir türlü yer edinememeyi de yansıtır.[5] Yaşamın ve de yazının yerini bulduğu tek sahne ise Son Adım’da ölüm ânıdır.
Yine Uzun Yürüyüş’ün isimsiz kişisinin yolculuğu, “bir yer sorunu”, “daha doğrusu, belki bir yersizlik sorunu[nundan]” başlar.[6] İstediği tek şey insan seslerinin, konuşmalarının, duymak istediği asıl şeye engel olmayacağı, “kendini duyuracak başka bir sesi” bulabileceği sessiz bir yere varmaktır. Nihayetinde Uzun Yürüyüş’te yolculuk “öteki sesi” duyabilmek için simgesel alanın bütün kodlarını sökme girişimiyle başlar. Fakat aradığı şey çok eski bir zamanda yitirilmiş gibidir. Yazarın ısrarla tekrar ettiği motifleri dikkate aldığımızda, bütün bu arayışların çok önce gerçekleşmiş ve süreklileşmiş bir felaketi de yansıttıkları görülür.
Ancak anımsanan ve görece soyutlaşan bu felaket veya yokluk anlatısı son eseri Dünyalararasında’da gerçekte ve henüz yaşanmış olanla buluşur. Anlatıcı haklıdır, felaket devamlı kendisini tekrar etmektedir. Yazar “hepimizi bir nehir gibi kendiliğinden taşırıp götürecek” bir hikâyeye varamadan veya böyle bir hikâye kendi sesini bulamadan yıkım tekrar gerçekleşmiştir. Bununla birlikte bu son metinde hiçbir arayış duygusu yoktur. Anlatıcı diğer eserlerine göndermede bulunacak biçimde söyler: “Hayır, hiçbir şey aramıyorum. Eskiden arıyorsam bile bu arayış çoktan geride kaldı.”[7] Uzun Yürüyüş isimsiz kahramanın ne olduğunu bilmediğimiz sesin peşine düşmesinin ardından bir mağaraya varmasıyla bitmişti. Bir kaya kovuğunda başlayıp yine aynı kovukta biten Dünyalararasında metninde ise ses, zaman, mekân, dil ve hatta anlatıcının kendisi dahi parçalanmıştır. Metin daha başlangıçta:
Sanki eskimiş bir dünyadan artakalan kırık dökük parçalar, kıymıklar, kırıntılar bana kadar hâlâ ulaşıyor. Ses bir fincan gibi yere düşerek parçalanmış. Rayber, Rayber? Yer de parçalanmış, yerle birlikte tüm sesler, görüntüler de kırılıp saçılmış.[8]
ifadeleriyle başlar. Her şeyin yıkıldığı, parçalandığı böyle bir dünyada öncelikle anlatıcı parçalanmıştır. Orhan Koçak, Kenarda metninin serbest dolaylı üslubu uç noktasına götürerek iptal ettiğini belirtmiş ve karakteri sadece üçüncü tekille izlediğimizi ama aslında bir mesafe belirten bu kiple birinci tekil arasında hiçbir fark kalmadığını söylemişti.[9] Gençlik Düşü’nde ise Geçgin bunu doğrudan yapar. Koçergi’nin kitabında anlatmakta olduğu aslında kendi hikâyesidir ve “ben” dilini kullanır. Fakat uzak geçmişte kalmış gençliğinden bahsederken yer yer üçüncü tekile dönerek kendisine mesafe alır. Yazar aynı yöntemi Dünyalararasında metninin tamamında kullanır. Birinci tekille üçüncü tekil anlatım birbirine karışırken anlatıcı kendisinden, Rayber’den ayrışır. Sesi yabancılaşır, başkalaşır ve anlatıcı-kahraman bu durumu kendisi de belirtir:
Öyleyse konuşan hâlâ o, ben hiç konuşmadım, benim bir dilim yok. Ben, ben ben derken ben ben diyerek konuşan hep oydu, benim ağzımdan konuşup durdu. Yine de bazen kuşkuya kapıldığım oluyor, acaba ben benim ağzımdan konuşan hep oydu derken baştan beri hep ben mi onun ağzından konuşuyordum?[10]

Dünyalararasında
Metis Yayınları
Ocak 2024
104 s.
Aslında Geçgin’in çoğu eserinde karşılaştığımız belli belirsiz “gölge varlık” burada somutlaşmış gibidir. Bununla birlikte yaşamın neredeyse durduğu, donuk bir ânı yansıtan anlatıda bellek de parçalanmaya uğramıştır. Bir ampul gibi yanıp sönen sözcükler, anımsandığı anda anlatıcı-kahramanın zihnine ancak cızırtılı bir ses olarak düşer. Yine birbirinden kopuk bir biçimde anımsanan görüntüler bir devamlılık yaratmazlar. Geçgin’in önceki eserlerinden unutma-anımsama konularına ilgisi olduğunu biliyoruz.[11] Bu durum çok önce gerçekleşmiş ve süreklileşmiş felaket meselesiyle doğrudan ilgilidir.
Zihindeki bu zamansal kopuşlarla mekânsal kırılmalar birbirini tamamlar. Benlikteki parçalanma haliyle beden ritmindeki bozulmalar dış mekânın yıkılmasının, yaşamın bozulmuş ritminin izdüşümleridir. Geçgin anlatılarında yüzün veya göğsün bastırılmasıyla tutunulan toprak burada anlatıcı-kahraman tarafından “kayan, kaynaşan kum”, “hamursu ya da tozlaşmış kemik” olarak görülür. Veya her zaman gümüşi bir ışıltıyla anlatılan su, çamur rengine dönüşmüştür. Dolayısıyla kentle birlikte bedenin algısı da yıkılır:
Sonra yoo diyorum, yıkılan kent değil, yıkılan benim, benim öz varlığım. Çok önce yıkıldı, yeniden yıkılıyor, hep yeniden yıkılarak o her başlangıçtan önce başlayan yıkımını tamamlıyor.[12]
Tüm bunlarla birlikte metnin ilerleyen bölümlerinde, Ayhan Geçgin’de ilk defa dilin de bozulduğuna şahit oluruz. Anlatıdaki kesik kesik cümleler, cümle olamayan sözcükler hikâyenin imkânsızlığını gösterir gibidir. “Şeyler saçılıp yayılırken dil de sanki şeylere doğru geri dönüyor[dur].” Bütün bu yıkım seyrinin neticesinde, anlatının şimdisinde kovuğundan kımıldamayan kahraman ne ses peşindedir ne sessizlik. Oysa önceki eserlerden biliyoruz Geçgin’de hikâyenin işitilmeyen bir sesi duyma umudu olduğunu. Yitirilmişse de böyle bir imkândan söz edilebildiğini.
NOTLAR:
[1] Ayhan Geçgin, Kenarda, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 132.
[2] Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, İstanbul, 2017, s. 17.
[3] A.g. e., s.26.
[4] Ayhan Geçgin, Son Adım, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 116.
[5] Ayhan Geçgin’in dil ile ilişkisine dair bkz. Fatih Altuğ, “Son Adım ve Uzun Yürüyüş’te Dile Giriş”, İstanbulArt News, Mayıs 2015, Sayı 9.
[6] Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s. 17.
[7] Ayhan Geçgin, Dünyalararasında, Metis Yayınları, İstanbul, 2024, s. 28.
[8] A.g.e., s. 10.
[9] Orhan Koçak, Tehlikeli Dönüşler, Metis Yayınları, İstanbul, 2017, s. 112.
[10] Ayhan Geçgin, a.g.e., s. 93.
[11] Bkz. Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat-Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerinde Denemeler, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 89-90.
[12] Ayhan Geçgin, a.g.e., s. 27.
Önceki Yazı

Huzur:
Eleştirel basımlar ve yeni katmanlar
“Mevcut çalışmada matbu ortamı esas alarak ve sanal ortamdan da destekler alarak romanın ağsı yapısı ete kemiğe büründürülürken, 'Bu eleştirel basımın dijital bir versiyonu da olsa verilen emekler çok daha görünür ve kolay takip edilebilir hale gelmez miydi?' sorusu akla geliyor.”
Sonraki Yazı

Italo Calvino 100+1 Yaşında!
Kelimelerle duyusal temas
“Bu sergide Calvino’nun metinleri farklı dillere değil, sanatın ortak diline çevriliyor. 'İmgeden kelimeye, kelimeden çizgiye, kile, ipliğe, örgüye, kâğıda, haritaya, oyun kartına, mektuba, kartpostala, posta kutusuna, makete, metal konstrüksiyona, fotoğrafa, hareketli-imgeye, bedene her türlü çevirinin dönüştürücü gücünü' araştırdıklarını ve düşündüklerini dile getiren sanatçılar bizleri bambaşka bir okumaya davet ediyor...”