Yüzyıllık Apartheid (mı?)
“Akçam, T.C.nin tarihi üzerine 'yeni bir anlatı inşa etmeyi' öneriyor. Bu önerisi de, bizzat Kurtuluş Savaşı sürecinden başlayarak, tüm bir Cumhuriyet dönemini karakterize eden sistemin bir Apartheid rejimi olduğu tespitine dayanıyor... Bir soykırım okuması ardından bir de Apartheid okuması fena bir deneme sayılmaz. Lakin ikinci denemenin birincisi kadar konuya ışık tutup tutamayacağı tartışmalıdır.”

Filistin’in Beytüllahim şehrinde İsrail’in “ayırma duvarı” üzerinde İspanyol ressam “Sam 3” tarafından 2007 Noel arifesinde yapılan “Yürüyen Merdiven”.
Taner Akçam’ın yakınlarda yayınlanan kitabında[1] ortaya koyduğu önemli tezler var. Bir konferans tebliğinden devşirilmiş bu ufak fakat yoğun kitabında Akçam, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi üzerine “yeni bir anlatı inşa etmeyi” öneriyor. Bu önerisi de, bizzat Kurtuluş Savaşı sürecinden başlayarak, tüm bir Cumhuriyet dönemini karakterize eden sistemin bir Apartheid rejimi olduğu tespitine dayanıyor.
Kitap adının da işaret ettiği gibi, Akçam’ın başlıca tezi bu. Fakat bu tezi tamamlayan üç ana tezi daha var. Bu dört tezi burada sırasıyla gözden geçirmeye çalışalım. Kolay tezler değil, ama en azından deneyelim.

Yüzyıllık Apartheid
–1918-1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası
Aras Yayıncılık
Temmuz 2023
2. baskı, Eylül 2023
152 s.
Akçam’a göre, Türkiye’de Apartheid rejiminin tarihteki önemli bir kaynağı tabiatıyla Osmanlı millet sistemiydi. İslam ümmetini gayrimüslim milletlerin üstünde tutan bu sistem köklü bir hiyerarşiye dayanmakla beraber, kendi içinde belirli bir geçişkenlik ve esnekliğe sahipti. Ancak Cumhuriyet’le birlikte, söz konusu kadim hiyerarşi ortadan kalkacağına, bizzat Müslüman katmanlar arasındaki ayrımları da açığa çıkararak, büsbütün katılaştı ve derinleşti. Millet sisteminin ayrımcılığı din esasına dayanırken, Cumhuriyet’le gelen laiklik, din esasından da fazla vazgeçmeksizin, ırk ve etnik köken gibi ayrımcılık esaslarını da hiyerarşik düzene dahil etti. Akçam, ortaya çıkan sonucu Hint kast sistemine benzetiyor: En üstte Sünni Müslüman Türkler, altında Çerkezler, Boşnaklar gibi az sakıncalı göçmen Müslümanlar, onun altında Kürtler gibi çok sakıncalı Müslümanlar ve onlarla beraber aykırı mezhepten Aleviler; ve bütün bunların altında Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden, Yahudilerden, vs. mütevellit gayrimüslimler. Hint tipine ne kadar benzer, ayrı konu ama, gene Akçam’ın deyişiyle, hiç değilse “Türk usulü” bir kast sistemi.
Normal şartlarda, böyle bir kast gerçekliğinin üstüne Cumhuriyet gibi vatandaş eşitliğini öngören bir üstyapı kondurulduğu zaman, zorlama, kayırma, dayatma, çifte standart ve her türlü riyakârlığı içeren bir pratikler bütünü zuhur eder. Cumhuriyet’in anayasasına uymayan işler zorla uydurulur; uydurulamadığı noktada da, mümkün mertebe gizlice, sinsice veya emrivakiler yaratılarak gerçekleştirilir (Burada “anayasa” derken, hukuki anlamda yalnızca bilfiil Anayasa’yı değil, tüm kurumların işleyişini yönlendiren söylemler bütününü kastediyorum). Her toplumda idealler dünyası ile gerçekler dünyası arasında daima bir gerilim ve çatışma mevcuttur, fakat Türkiye’nin Cumhuriyet deneyimi bu durumun en bariz şekilde görüldüğü örneklerdendir. Barış Ünlü’nün ayrıntılarıyla tasvir ettiği gibi, Türkiye’de devletin bir anayasası vardır ama toplumun da bir “Türklük Sözleşmesi” vardır: Bir bakıma, ülkenin yazılı olmayan fakat esas anayasasıdır bu.
Ne var ki, bu “sözleşme” bazen pekâlâ yazıya bile dökülecek kadar su yüzüne çıkıp yasalara ve kurumlara sirayet edebilir. Ünlü’nün gözlemlerine kitapta bir atıf yok ama, bu “sözleşme” metaforu üzerinden gidersek, “Türklük Sözleşmesi”nin öngörebileceği tüm ayrımcı koşullar ve bu koşulları onaylayan mutabakatlar bütünü çoğu zaman hiç de üstü kapalı kalmayacak kadar apaçıktır Akçam için. O kadar ki, bu “Sözleşme” T.C.’nin anayasal kurum ve söylemlerinin karşısında değil, neredeyse içinde, onlara içkin vaziyette konumlanmış gibidir.
Akçam’ın bu vaziyeti doğrulayan örnekler bulması zor değil elbette. Örnekler, birtakım devlet ve siyaset zevatının Türk ve Sünni olmayan T.C. vatandaşlarını köle veya hizmetçi statüsüne sokan aleni beyanatları gibi şeylerle sınırlı değil. Gizli fişlemeler, dil yasakları, isim, yayın, istihdam ve ikamet sınırlamaları, mülklere el koyma, okul kapatma, toplu sınır dışı etme, cemaate özel vergi cezaları gibi tasarruflar da mebzul miktarda. Tabii ara ara yinelenen saldırılar (özellikle mezarlık saldırıları) ve pogromlar da cabası.

Akçam, bütün bu olayların kurulu bir Apartheid düzeninin doğal sonuçları olduğu fikrinde. Ancak bu noktada, “Apartheid”dan neyi kastettiği önemli. Uluslararası metinlerde tanımının şöyle verildiğini belirtiyor: “Bir ırksal grubun veya grupların ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılımını engellemek için hesaplanan her türlü yasal ve diğer önlemler ve özellikle bir ırksal grubun veya grupların üyelerini temel insan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak, bu tür bir grubun veya grupların tam gelişimini engelleyen koşulların kasıtlı yaratılması suçu”dur. (s. 15)
Eğer gerçekten bu satırlar “Apartheid”ın resmî ve nihai tanımının ifadesiyse, bu tanımın fazlasıyla muğlak olduğunu görmek gerek. Bu tanıma başvurulduğu taktirde, sözgelimi Cumhuriyet’in ve Osmanlı millet sisteminin ayrımcı ve hiyerarşik yapılarını birbirinden ayırmak kolay olmaz – daha doğrusu imkânsızdır. Çünkü bu durumda, Osmanlı millet sistemini de Apartheid rejimi olarak nitelememek için bir neden kalmaz. Tabii o kadar geriye gittikten sonra, mesela Antik Yunan devletlerini de Apartheid rejimleri olarak değerlendirmek mümkündür. Mümkündür ama, o takdirde kavramdan bekleyeceğimiz yarar da iyice azalır. Son tahlilde, şüphesiz geçmişi günümüzün gözlükleriyle yorumlamak durumundayız. Ancak geçmişe yaptığımız her projeksiyon, günümüze istediğimiz ışığı tutmayabilir. Bu bağlamda Apartheid kavramının kullanım kriterleri yeterince netleşmemişse, kavramın ayırt edici ve açıklayıcı gücünden yararlanmamız zorlaşabilir.
Kavramın tanımının yeterince net olmadığını söyledik; lakin asıl mesele, Akçam’ın Türkiye’de Apartheid’ın tezahürleri olarak gördüğü olay ve olguların, onun Apartheid değerlendirmesi için yeterli olup olmadığı noktasında düğümleniyor. Akçam belli ki yeterli olduğu düşüncesinde. Gene belli ki bu tezahürlerin bir kısmının yeterince belirgin olmaması, onun için bir sorun teşkil etmiyor, zira ona göre belirsizlik, muğlaklık zaten buradaki eşyanın tabiatındadır: “Apartheid sisteminin yapısal niteliğini anlamak için bu kurumsallaşmış muğlaklığı anlamak gerekir… Ambivalens-müphemlik sistemin yapısal bir unsurudur.” (s. 37)
Bu muğlaklık konusu akla soykırım tartışmalarını getiriyor. Bilindiği gibi, Ermeni soykırımı reddiyecilerinin klasik argümanlarından biri de, soykırım emrini “açıkça” gösteren belgelerin bulunmayışıdır. Fakat nasıl rüşvetin belgesi yoksa, –varsa da özenle gizlenir yahut yok edilirse– soykırım gibi cürümlerin de sipariş belgeleri yoktur. Soykırım tartışmalarında eğer bu vaziyet bir muğlaklık konusuysa, evet, bu çerçevede muğlaklık elbette eşyanın tabiatındadır (tabii soykırımın gerçekliğine hiçbir biçimde gölge düşürmeyen bir muğlaklıktır bu).

Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki apartheid rejimi sırasında, ırklara göre ayrılmış bir tren istasyonu girişi…
Ne var ki, Apartheid bağlamında durum biraz farklı, çünkü bu kavramın simgelediği rejimlerde toplumsal sınıf ve katmanlar arasında keskin yasalarla tahkim edilmiş kırmızı çizgilerin, yüksek duvarların bulunduğu kat’i sınırlar mevcuttur. Bir an için Apartheid’ın ana vatanı Güney Afrika Cumhuriyeti’ni gözümüzün önüne getirelim: Apartheid bu ülkede 1948 yılında kuruldu (soykırım kavramının tedavüle girmesiyle hemen hemen aynı zamanda), 1994’te sona erdi; yani başlangıcı ile bitişi tıpkı kendi iç kurulumu gibi gayet nettir. Evet, Güney Afrika’daki Apartheid da beyazlar, “renkliler” (ağırlıkla Hint ve Çin kökenli “karışık” ırklar) ve siyahlardan oluşan üçlü bir sacayağına dayanıyordu. Fakat bu sistemde sınıflar ve zümreler arasındaki tüm ayrımcılıklar ve ayrıcalıklar, siyahla beyaz arasındaki tezat kadar barizdir. Ayrıca bu sistem Türkiye’de olduğu gibi çoğunluğun azınlığı değil, azınlığın çoğunluğu ezdiği bir düzendir (ülkeye hâkim beyaz azınlık tüm nüfusun %20’sini geçmez). Türkiye’deki ulus inşası aceleci bir homojenleştirme sürecine dayanmaktaydı; yarattığı olumsuzlukların hatırı sayılır bir bölümü de bu sürece bağlanabilir. Oysa Güney Afrika’daki Apartheid, sömürgeciliğin mutlak ve nihai amacına ulaştırılmasına odaklıydı ve bu anlamda tam bir heterojenleştirme sürecini öngörmekteydi.
Dahası, Türkiye’deki ezen/ezilen diyalektiğinin özgüllüğünü de gözden kaçırmamakta fayda var. Güney Afrika’daki beyaz azınlık, hükmettiği yerli kitleler üzerinde yalnızca siyasal ve ekonomik değil, kültürel ve ideolojik üstünlüğe de sahipti. Ülkemizde ise, devleti ve siyaseti kontrolünde tutan Sünni-Türk çoğunluğun ekonomiye hâkim olması epey zaman aldı (hâkim olmak için de, evet, yapmadığı kalmadı!). Öte yandan bu çoğunluk, parçası olmak istediği Batı kültürüne yeterince yakın değilken, ezdiği azınlıkların önemli bir kısmı –gayrimüslimler– Batı dünyasına çoktan nüfuz etmiş, bu dünyanın ekonomisi kadar kültürünün de temsilcisi veya aracısı haline gelmişti. Gayrimüslimlerin bu konumlarından kaynaklanan göreceli üstünlük görüntüsünün, Sünni-Türkleri ezen kadar ezilen durumuna –yahut hissiyatına– soktuğu da söylenebilir. Tabii köprünün altından çok sular aktı, fakat günümüzde de bu ezikliğin izlerine rastlamak güç değildir.
Akçam, Türkiye’de Apartheid rejiminin kuruluşunu 1918-1923 yılları arasındaki döneme yerleştiriyor. Bu yıllar, Türk-Yunan savaşını hazırlayan ve gören en kritik dönemdir. Türkiye’de büyük bir çoğunluk, tabiatıyla bu savaşı “Kurtuluş Savaşı” olarak değerlendirir ve kutsar. Akçam’ın ikinci tezi, bu yaygın algının sorgulanmasıyla ilgili. Ona göre, Kurtuluş Savaşı denen hadise temelde “Türk, Kürt, Ermeni ve Rumlar arasında yaşanmış bir iç savaş”tır; egemen “bağımsızlık anlatısı”nın ise bu hakikatin anlaşılmasını engelleyen bir yönü vardır.
Gerçekten de, Kurtuluş Savaşı’nı bir iç savaş olarak okumak niçin mümkün olmasın? Bu savaşı yalın bir sınıf savaşı olarak görmek de mümkündür – hatta kolaycı bir indirgemeciliğe düşmemek kaydıyla gereklidir de (Sungur Savran’ın bu savaşla ilgili olmasa da doğrudan Ermeni soykırımına dair makalesi bu yaklaşımın mükemmel bir örneği sayılabilir.[2] Aslına bakılırsa, savaş gibi her karmaşık olayın farklı boyutları olduğunu kabul etmek gerekir. Güncel bir örnek verirsek, Ukrayna savaşını da toprak hâkimiyeti ve bağımsızlık mücadelesinin ötesinde, Rusya hinterlandı içinde demokrasi ve faşizm güçleri arasında cereyan eden bir iç savaş olarak görmek de pekâlâ mümkündür. Fakat olayın bu boyutu, savaşın aynı zamanda toprak egemenliği üzerinden gelişen bir hadise olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Yarı-sömürge haline rağmen, Osmanlı devleti Cihan Harbi boyunca emperyalistler-arası bir dünya savaşının katılımcısı ve paydaşı oldu. Bu anlamda mesela Çanakkale savaşı stratejik ve objektif olarak “bir mazlum ülke direnişi” kategorisine pek girmiyordu. Fakat Türk-Yunan savaşında Milli Mücadele’nin konumu farklıdır. Akçam’ın kanaatinin tersine, bu savaşın pekâlâ anti-emperyalist bir nitelik taşıdığı su götürmez. Doğrudur, örneğin bazen dile getirildiği gibi, Milli Mücadele’nin hız kazanmasında Ermeni ve Rum sermayesine “çökme” motivasyonu bir katalizör vazifesi görmüştür; ama Anadolu’daki büyük işgalin yalın gerçekliğini göz ardı ederek sonuçlara varmak, arabayı atın önüne koşmaktan farksızdır. İngiliz güdümlü bu savaşta, ana hatlarıyla Yunan tarafı saldırı, Türk tarafı da savunu durumundaydı. O bakımdan savaşın Türkiye’de “Bağımsızlık Savaşı” olarak anılması yerindedir. Türkiye Cumhuriyeti etrafında oluşturulmuş türlü efsaneler vardır ama, “Bağımsızlık Savaşı” onlardan biri değildir. Tabii “bağımsızlık” derken, bugünden geriye baktığımızda, bu kavramın ne menem bir şey olduğunu, olumlu yönleri yanında büyük olumsuzluklarını da fark edebiliyoruz. Ama o günün şartlarında, “bağımsızlık” teriminin bir karşılığı olduğunu teslim etmeliyiz.

1961'de ABD, Atlanta'daki Davison mağazası önünde ayrımcılığı protesto yürüyüşü.
Akçam, Türkiye’de “bağımsızlık” anlatısının Apartheid gerçeğini nasıl gizlediğine ilişkin, ABD’nin kuruluş dönemiyle ilginç bir paralellik kuruyor. Buna göre, Amerika’daki İngiliz kolonilerinin Büyük Britanya’ya görünürdeki başkaldırı gerekçesi, temsil hakkına sahip olmamalarına rağmen vergilendirilmeleriydi. Fakat başkaldırı saiklerinden biri de, Britanya’nın her türlü denetiminden kurtulup, Yeni Kıta’da istedikleri gibi at koşturmak, bu arada ihtiyaç duydukları köle düzenini de tesis etmekti. Bu açıdan bakıldığında, sahiden de kölelik –Apartheid– ABD’nin kuruluş sürecinin bir parçasıdır, bu sürece mündemiçtir. O kadar ki, kanlı bir iç savaş bile köleliği tam olarak ortadan kaldıramamış, Amerikan Apartheid’ının nişanesi olan Jim Crow yasaları 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar hükmünü sürdürebilmiştir. Akçam, Türkiye’deki bağımsızlık anlatısının işlevine benzer şekilde, Amerikan bağımsızlık anlatısının da işte bu gerçeği örttüğüne işaret ediyor. Doğrudur, ancak madalyonun öbür yüzünü de görmeden geçmek zor: Bağımsızlık savaşı Amerika’da köleliği kökleştirdiği kadar, bu ülkede demokrasi kurumunun gelişmesine de zemin hazırlamıştır; o kadar ki, ABD iki yüzyıl içinde dünyanın “Demokrasi Kalesi” olup çıkmıştır. Ne kadar öyledir, elbette tartışılır; fakat salt içi boş bir efsane olarak düşünülmesi de herhalde kolay değil. Yani ister beğenelim ister beğenmeyelim, bu ülkede “demokrasi”ye ait bir şeyler vardır (Apartheid ve demokrasinin yan yana durduğu bir toplum nasıl mümkündür diye sorulursa, pekâlâ mümkündür demek lazım, zira Antik Yunan demokrasisinden İsrail’e kadar klasik ve çağdaş örnekleri gözümüzün önünde. Hatta Güney Afrika’nın Apartheid devrinde bile kendi küçük balonu içinde bir “demokrasi” olduğu, en azından Apartheid lekesi taşımayan pek çok başka ülkeye nazaran “daha demokratik” olduğu söylenebilir. Bir paradoks mu? Evet, ama bu ayrı bir konu).
Velhasıl, gerek ABD’de gerek Türkiye’de bağımsızlık anlatısı bir şeyleri gizliyor olabilir, fakat gizliyor olması bu anlatıların her birinin içeriksiz olduğu, kendi gerçekliğinin bulunmadığı anlamına gelmez. Ancak bu noktada Akçam’ın işaret ettiği bir husus var ki, tezini (ikincisini) de temellendiren bu husustur: İster “iç savaş”, ister “anti-emperyalist” savaş veya “bağımsızlık savaşı” odaklı olsun, bu anlatılar birbirinin karşıtı gibi görünse de son tahlilde ortak bir paradigmayı paylaşır; çünkü her ikisi de egemenlik hakkının hangi tarafa ait olduğu münakaşasının sınırları dışına çıkmaz. Akçam haklı olarak bu sınırların ötesine geçilmesini, meselelere “vatandaş eşitliği perspektifi”nden bakılmasını öneriyor.
Akçam’ın üçüncü tezi, Apartheid rejiminin konsolidasyonu olarak değerlendirdiği 1923-1938 dönemine ilişkin bazı özgül gözlemler içeriyor. Bu dönem –Atatürk dönemi– hızlı ulus inşası yolunda cıvataların iyice sıkıldığı devirdir, malum. Bu devir boyunca ülkede azınlık sayılabilecek bütün kesimler cendereye sokulmuş ve haliyle onlar da değişik tepkiler vermişlerdir. Akçam’a göre bu kesimlerin T.C. devletine karşı direniş veya başkaldırı hikâyeleri birbirinden bağımsızmış gibi yazılmış yahut öyle algılanagelmiştir: “Adeta farklı kompartmanlara ayrılmış”, “kendi dağında, kendi grubunun şarkısını söylemekle” yetinen tarih yazımları söz konusudur. Oysa tüm veçheleri içine alan “entegre bir tarih yazımı” şarttır, ona göre. (s. 17, 18)

İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum edilen Şeyh Said ve beraberindekiler, 1925.
Bu önerisi doğrultusunda Akçam, nispeten iyi bilinen bir örnek olarak Şeyh Sait ayaklanmasını ele alıyor ve bu olayın sadece Kürt tarih yazımıyla sınırlı kalamayacağının altını çiziyor; örneğin Süryani, Ermeni, Alevi ve Çerkes gibi azınlık unsurlarının bu ayaklanmadaki günümüze kadar gözden kaçmış –ve kaçırılmış– rollerine dikkat çekiyor. Bunlar gayet önemli tespitler ve kendisinin de belirttiği gibi, daha teferruatlı akademik araştırmalarla geliştirildiği zaman zihnimizdeki resmi değiştirecek nitelikte değerli katkılar. Akçam’a göre, Kürtlerle birlikte tüm bu unsurları bir araya getiren, “dinî-etnik kimliklerinin ötesindeki saikler”dir; bu saikler de “özgürlük ve eşitlik arayışı”ndan başka bir şey değildir. (s. 125) Diğer taraftan, tüm çekişme ve çatışmaların ardında bu saikleri fark edebilmenin önkoşulu da, “vatandaş eşitliği perspektifinden” bakabilmektir kuşkusuz.
Ne var ki, Akçam’ın Şeyh Sait isyanının çatısı altında topladığı büyük “koalisyon”un ne kadar uyumlu veya dayanıklı olduğu tartışılır. İyimser bir niyet okumasında bile, bu koalisyonun aktörlerinin Akçam’ın kastettiği anlamda bir “özgürlük ve eşitlik arayışı”nda buluştuğu şüphelidir. Aykırı yanları ortak yönlerinden misliyle fazla sanki. Akçam bu aktörler arasında Şeyh Sait’i Hrant Dink ve Tahir Elçi ile birlikte anmaktan da kaçınmamış. Doğrusu, en hafifinden riskli bir bağdaştırma.
Akçam’ın dördüncü tezi, bir tespitten çok temenni niteliğinde. “Türkiye’de eğer din, dil, etnik köken farkından bağımsız tüm vatandaşların eşit ve eşdeğer olduğu, demokrasinin kural ve kurumlarıyla işlediği bir rejim isteniyorsa, 1918-1938 Apartheid rejiminin kurucularıyla araya mesafe koymak” gerektiğinin altını çiziyor Akçam. Söz konusu dönem Apartheid terimiyle nitelensin nitelenmesin, başta Atatürk olmak üzere bu dönemin kadrosuyla araya mesafe koymak, günümüzü doğru değerlendirmenin elbette vazgeçilmez bir koşuludur. Genellikle “Kemalizm eleştirileri” adı altında şimdiye kadar bu yönde azımsanmayacak bir çaba harcandığı da muhakkak. Kabul edelim ki, kolay bir iş de değildir bu. Zira unutmayalım, bu dönemi karakterize eden Cumhuriyet’in götürdükleri kadar getirdikleri de vardır. Üstelik, son yirmi yıldır ülkenin tepesindeki siyasal İslamcı iktidarın genişleyen kuşatması karşısında, “Cumhuriyet’in kazanımları” diye anılan değer ve kurumların aşındığına, aşındıkça da kıymete bindiğine tanık oluyoruz. Böyle bir dönemeçte, “kurucularla araya mesafe koymak” işi giderek daha da zor bir mesai olacağa benzer. Bu noktada belirtmeden geçmeyelim: Bazı azınlık topluluklarının siyasal İslamcı iktidarla yaşadığı flörtün de pek uzun sürmediği görülüyor. Kürtlerin iktidarla çabuk biten balayı deneyimi bunun en dramatik örneği. Gayrimüslim azınlıkların İslamcı iktidarla sürdürmeye çalıştığı temkinli yakınlaşma da –deyim yerindeyse modus vivendi– ne kadar kalıcıdır, belli değil. Nihayetinde, Türkiye’nin yaşayan bir parçası oldukları ölçüde, gayrimüslimlerin de Cumhuriyet’in maruz kaldığı aşınma ve çöküntüden etkilenmemeleri beklenemez. O bakımdan, İslamcı iktidarın “açılımları”ndan medet uman bazı gayrimüslim kanaat önderlerinin (Etyen Mahcupyan gibi, örneğin) hayal kırıklığına uğramaları kuvvetle muhtemeldir – tabii şimdiden uğramadılarsa!
Bilindiği gibi, “soykırım” kavramının her güncel olay ve olguya uygulanmasına ve böylece sulandırılmasına itiraz edenler az değildir; haklı gerekçeleri de olabilir. Lakin öyle veya böyle, sık sık kullanılan bu kavramın bazı bağlamlarda pekâlâ açıklayıcı bir işlev gördüğü ortadadır. Aynı şekilde, benzer sakıncaları bulunmasına rağmen, Apartheid kavramına başvurulmasının da yerinde, meşru sayılabilecek örnekleri yok değil.
Haliyle, günümüzde akla gelen ilk örnek İsrail’dir. İsrail’in açmazı, türlü ideolojik, jeopolitik ve demografik nedenlerle, burnunun dibinde duran Filistinli nüfusu ne içinde ne de dışında tutmaya hazır ve razı olamayışıdır. Bölgede –hatta dünyada– böyle bir ikileme takılmış başka ülke yoktur. Türkiye’nin benzer türden bir açmaz içinde olduğu söylenemez, zira hükmetmek istediğini ezse de vatansız bırakmaz; vatansız bıraktığına da hükmetmeye çalışmaz. Ülkemizin en hacimli azınlığını oluşturan Kürtlerin konumu, gördükleri onca baskı ve zulme rağmen Filistinlilerin durumuyla kıyaslanamaz. Gene tuhaf olan şu ki, sırtında Apartheid kamburunu taşıyan İsrail, bugün bile Ortadoğu’nun tek demokrasisidir – yine yukarıda işaret ettiğim paradoks! Buna karşılık, İsrail’deki ile kıyaslandığında, Apartheid’in başka hemen her ülkede eğreti duracağı, “hafif” kaçacağı aşikârdır. Ortadoğu’daki otoriter ve kapalı rejimlerden pek farkı kalmamış Türkiye için de aynı durum geçerli: Apartheid’a elverişli bir iklime pekâlâ sahip olmakla beraber, bu ülkede tam teşekküllü bir Apartheid rejiminin varlığından bahsetmek zor görünüyor. Mutlaka bahsedilecekse, bu ancak bir “light apartheid” olabilir belki. Akçam’ın dile getirdiği gerçekliği hafife almak anlamında değil, sadece en ağır tezahürleriyle bu kavramı ciddiye almanın gereği olarak, “light”.
Taner Akçam, malum, Ermeni soykırımı konusunda önemli araştırmalar yapmış ve bu konuyu Türkiye kamuoyunun önüne getirmiş kişidir. Bu son kitabıyla yakın Türkiye tarihine ilişkin değerlendirmelerini bir basamak ileri taşıyarak çıtayı yükselttiği anlaşılıyor. Bir soykırım okuması ardından bir de Apartheid okuması fena bir deneme sayılmaz. Lakin ikinci denemenin birincisi kadar konuya ışık tutup tutamayacağı tartışmalıdır. Ama amaç da o zaten: tartışılmalı.
NOTLAR:
[1] Taner Akçam, Yüzyıllık Apartheid, Aras Yayıncılık, 2023.
[2] Sungur Savran, “Sınıf Mücadelesi Olarak Ermeni Soykırımı”, Devrimci Marksizm, sayı 23, 2015.
Sonraki Yazı

William Trevor’ın öyküleri:
Sırlar; açığa çıkanlar, kapalı kalanlar
“Trevor’ın öykülerinde gerçek nasıl infilak ediyor? Olay örgüsü çoğunlukla dümdüz ilerlemez ve bir yere, sabit bir sonuca varmaz, öykü kişisinin aydınlandığı anlar söz konusu olsa da bütünüyle tatminkâr aydınlıklara ulaşmayız, ulaşamayız. Farklı taktikleri olduğunu düşünüyorum Trevor’ın. Olumlu edimlerle, olumlu önermelerle değil, olumsuz olanlarla açabiliyor mesela kapalı kilitleri.”