• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Alice Munro’nun ardından:

Kısa öyküye adanmış bir hayat

“Kadınların hayatlarından kesitler, manzaralar sunar Munro. Hayatlarındaki eksiklikler, yaralar, maruz kaldıkları acımasızlıklar, sıkışmışlıklar, boşluklar, başlanamamış ya da sürdürülememiş yakınlıklar… Buruk bir duygudur Munro’nun öykülerinden yayılan.”

BEHÇET ÇELİK

@e-posta

PORTRE

18 Mayıs 2024

PAYLAŞ

Yarım asrı aşan bir yazı hayatı oldu Alice Munro’nun. Henüz on dokuz yaşındayken, 1950’de ilk öyküsünü yayımlamış, ancak ilk kitabı Dance of the Happy Shades’in (Mutlu Gölgelerin Dansı) yayımlanması 1968’i bulmuş. Aradan geçen sürede gazetecilik ve İngiliz edebiyatı okuduğu üniversiteyi bırakıp garsonluk, tütün toplayıcılığı, kütüphane memurluğu yapmış. 1951’de evlendiği James Munro ile 1963’te kitapçı dükkânı açmışlar. James Munro’nun aktardığına göre, sattıkları kitapları okuduğunda, “Ben daha iyilerini yazarım” diyerek öykü yazmaya dönmüş. İlk kitabının ardından on beş öykü kitabı yayımlayan Munro, 2013’te Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldü ve bu ödülü alanlar arasında sadece öykü kitabı yazmış tek yazar odur.

Alice Munro’nun öykülerinin çoğunda öykü kişilerinin hayatlarının uzunca bir bölümü hakkında bir şeyler öğreniriz. Bununla birlikte öykülerde zaman akışının her zaman düz bir çizgi halinde ilerlediği söylenemez, ileri ya da geri sıçramalar hiç az değildir. Birinci tekil kişinin ağzından anlatılan öykülerde bu sıçramalar çoğu zaman anlatıcıların geçmişten bir şeyler hatırlamalarının sonucudur; üçüncü tekil kişinin ağzından aktarılanlardaysa anlatıcı neredeyse keyfi denecek şekilde başka bir zamana atlar. Bazı öykülerdeyse zaman açısından sürprizlerle karşılaşırız; öykünün anlatıldığı zamanla olayların geçtiği zamanın çok yakın (neredeyse bitişik) olduğunu düşünerek okuduğumuz bir öykünün sonunda, birdenbire oraya dek okuduklarımızın uzun zaman önce yaşanmış olayların hatırlanması olduğunun farkına varırız. Anlatıcıların hemen öykü girişlerinde sarf ettikleri “hatırladığım kadarıyla” ya da “o zamanlar” gibi ifadeler nedeniyle öykü anlatıcısının hatırladıklarını aktardığını baştan bildiğimiz öykülerde bile Munro zamanla oynamaktan çekinmez. Öykünün sonunda şimdiki zamana geçer mesela; olaylar (ve yıllar) öykü boyunca hızla ilerlemişken bir yerden sonra akış yavaşlar, ayrıntılar keskinleşir. Anlatıcının hatırladıklarını aktardığını unutmuş değilizdir, ama öykünün sonundaki vurucu ânı (“zirve noktasını”) hatırlamaktan öte o anda yaşıyor gibi anlatmasını hiç yadırgamayız, biz de o zamana çekilmişizdir çünkü, bizim şimdiki zamanımız da anlatıcınınki gibi sabit kalmamıştır.

Munro’nun öykülerinde zirve noktası meselesi de kimi zaman aldatıcı olabilir. Çarpıcı bir sona, zirve noktasına vardığımızı düşünürken öykünün orada bitmediğini görürüz, devam ediyordur; o olaydan çok sonrasına sıçramış, önceki olayı hatırlatan bir başka durumdan ya da kişiden söz etmektedir. Öykünün zirve noktası sandığımız andaki gerilim takvim hesabıyla çok gerilerde kalmıştır, ama öykü anlatıcısı için zaman daha önce anlattığı olaydan sonra durmuştur sanki, bir yanı hâlâ o zamandadır, o zamandaki duyguları dipdiridir. “Amudsen” öyküsünün sonunda mesela, “Yine aynı şeyleri hissettim” diyerek bunun altını çizer anlatıcı.

Hayatta tuhaf, gizemli anlar vardır; olabilecek bir şeyin olmaza döndüğü (tersi de geçerlidir, hiç ummadığımız bir olay gerçekleşiverir ansızın) böylesi anlarda olup bitenler, ya da olmayan, olamayanlar, insanın sonraki hayatını baştan sona değiştirebilir. Bunun farkına o anda varmayabiliriz, ama bir zaman sonra farkına vardığımızda o an başka türlü yaşansaydı neler olacağını, hayatımızda ve kendimizde nelerin değişeceğini düşünmeden edemeyiz. Munro’nun öykülerinde bu gibi kritik anların önemi genellikle yıllar geçtikten sonra, geçmişte kalmış, unutulmaya yüz tutmuş eski zamanların hatırlanmasına vesile olan bir olayın ertesinde idrak edilir. Bu anların hayatlarının akışında ne denli önemli olduğunu şaşkınlıkla fark eder öykü kişileri, ne ki tam o anda çok derinlerde şunu da hissederler: Zamanı geri sarmak mümkün değildir.

Kırılma ânının farkına varıldığında yaşanan karmaşık duygular (belki dehşet, belki utanç, en çok da şaşkınlık), ışık hızıyla yapılan muhasebe, “hayatımız” dediğimiz şeye verdiğimiz anlamı sorgulamamıza neden olur – birtakım rastlantılar sonucunda bulunduğumuz âna gelmişizdir, bazen bir küçük rastlantı yahut “öyle değil de böyle olsaydı” diyebileceğimiz bir değişiklik büsbütün başka bir yere varabilecekken şimdideki halimize ulaştırmıştır. Kafamız, içimiz karışır bir süre, her şeyin büsbütün rastlantısal olduğunu düşünmeye vardırırız işi, Alice Munro böylesi anları aktarırken zarif birkaç cümleyle sadece yaşamış olduğumuz versiyonun sahici ve bizim olduğunu akıldan çıkarmamamızı tembih eder. “Sevgili hayat”ımız diyebileceğimiz versiyon sadece yaşamış ve yaşamakta olduğumuzdur. Hatırladıklarımızdır; çok zaman eksiktir, unutmuşuzdur bir dolu şeyi, ayrıntıları, duyguları, olayları; silik izler, izlenimler kalmıştır. Yine de birbirini takip eden yıllar boyunca yaşadıklarımızın –kâh tekdüze ilerleyen kâh kırılma, kesişme anlarında tersine giden, yolundan sapıp bükülen hayat çizgimizin– bütününden bize dair bir hikâye çıkar. Bu gibi hikâyeleri anlatırken Munro’nun sezdirdiği bir olgu da bu hikâyenin tek yazarının biz olmadığımızdır; hiç kuşkusuz ilişkide olduğumuz başkaları, yukarıda andığım gibi rastlantılar, keza şanssızlıklar, boşa çıkan güvenler, tutulmamış ya da tutamadığımız sözler, vaatler hep birlikte yazmış, var etmiştir bu hikâyeyi – bu hayatı.

Margaret Atwood ile.

Munro’nun öyküleri ilk anda dağınık gelebilir. Anlatıcı sayfalar boyunca anlattığı olayı bırakıp yıllar sonrasına atlayıverir ya da odaklandığı kişi değişir birdenbire; bu yeni öykü kişisinin kim olduğunu hemen anlayamayız, gelgelelim sayfalar sonra doğrudan ya da dolaylı olarak öykü kişilerinin yolları kesişir. Bir şeyler açıklık kazanır gibi olur, ama tam anlamıyla net bir sonuçtan söz etmek yine de zordur. Bu flu kalan kısımlar, kimi zaman hatırlamakta zorluk çekilen olaylar, kimi zaman açık seçik bir nedensellik kurmakta zorlanılan bağlantılar, soru işaretleri, şaşkınlıklar… hepsi birlikte hayatı oluşturuyordur. Her durumda öykülerin finalinde öykü kişilerinin “sevgili hayat”ları, akıl yürüterek çözümlenebilecek duygu ve davranışların yanı sıra sonsuza dek gizemli kalacak yanlarıyla ortaya konmuş olur. En olmayacak olaylar bile öykü kurgusunun dağınık yapısında sıradan bir olay halini alır – şaşırtıcı olayların içindeki sıradanlık ya da sıradan olayların içerisindeki şaşkınlık uyandıran ayrıntılar iç içedir ya da yer değiştirir Munro’nun öykülerinde. Bunda Munro’nun dil ve anlatımının da etkisi var; anlatımdaki sakinlik, satır aralarından duyurulan “hayat böyle bir şey işte” tesellisi, şaşırtıcı ya da dehşet uyandırabilecek anlarda bile belli belirsiz bir güven duygusu yaratır derinlerde.

İçerisinde, Munro’nun “hikâye sayılma[yacağını]” belirttiği dört adet “otobiyografik çalışma”nın da bulunduğu Sevgili Hayat’ta[1] hatırlama eylemi, hatıralar, geçmişin –geçmeyen ya da geçtiği düşünülen yılların ardından yeniden nükseden– etkisi hâkim bir izlek. Buna önceki kitaplarında da rastlarız, ama Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülü’nü almadan bir yıl önce yayınladığı bu kitapta hatırlama bahsi bütün kitaplarından daha sık karşımıza çıktığı rahatlıkla söylenebilir.

Bu öykülerin bazısında dikkat çekici bir söyleyiş var: Anlatıcılar geçmişten bir şeyleri naklederken o zamanlar olan biten her şeyi net biçimde hatırlamadıklarını ifade ediyorlar: “Sığınılacak Liman”daki şu cümleler mesela: “Teyzem herhalde o zaman çatalını alıp yemeğini yemeye başlamıştır.” “Bu lafı herhalde evdeki kadın dergilerinden birinde okumuş olmalıyım.” “Gurur”daki şu cümleler de: “Askerlik için celp gelmiş, ben de çürüğe çıkmak için doktora gitmiş olmalıyım. Hiç hatırlamıyorum.” “Taşocağı”ndan da şunlar örnek verilebilir: “O yaşamı hayal meyal hatırlıyorum. Yani o yaşamın bazı parçaları çok net olarak aklımda ama resmin bütününü oluşturacak bağlantılar yok.” Birinci tekil kişinin ağzından anlatılmamakla birlikte, anlatıcının öykü kişisinin bildikleriyle sınırlı biçimde anlatmayı yeğlediği “Tren”de de benzer bir belirsizlik, eksik, kısmi hatırlama hali var: “Ileane’in onun yanına gelmesi ortak istek ve kararla olmuş olmalı ama belki Jackson onun niçin koynuna girdiğini pek anlamamış olabilir.” (Alıntılardaki vurgular eklenmiştir.)

“Göle Bakan Yer” ise doğrudan zihnin sağlıklılığına, hatırlamama sorununa işaret ederek başlar – bu öykünün sürprizli sonu da bu konuya bağlanır. “Doktorun, ‘Şaka ediyor olmalısınız’ demesini bekliyordu. ‘Herkesinki bulanır ama sizinki asla.’” “Maverey’den Ayrılış”ın sonundaysa bir unutma ve peşinden hatırlama ânı var, anlatıcı, öyküyü o andaki hatırlamanın “yersiz bir rahatlama” olduğunu belirterek bitirir – hafızanın oyunları sadece yaşla, yıllarla ilgili değildir, başka nedenlerle de ortaya çıkabilmektedir. Beri yandan 2014’ten bu yana demans olduğu bilinen Munro’nun kendisine bu teşhis konmadan iki yıl önce yayımlanan kitabında ağırlıklı olarak hafızanın oyunlarına odaklanmış öyküler bulunması da dikkat çekici.

Kızı Shelia ile. 1957. 

Alice Munro öykü kişilerinin hayatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat hikâyemizden söz ederken bu konuda birinci elden bilgimiz olduğu için yanlışlanamaz bir gerçeklikten söz etmenin, yıllar içerisinde neyin ne olduğuna dair kesinliğe yakın görüşlere ulaştığımızı varsaymanın doğru olmayabileceğini, bu gibi konularda boşluğa, belirsizlik alanlarına pay bırakma gereğini hatırlatıyor. Ne ki bu meseleye dikkat çekmesi mutlak doğrunun bilinemezliğini vurgulamak için değil; hayatın aslında böyle bir şey olduğunu, iplerin hiçbir zaman büsbütün elimizde olmadığını, bir ad koyar ya da kendimize ya da başkalarına hikâye ederken anlattıklarımızla bazen kesişen bazen yakınından geçmeyen başka bir şey olduğunu, olabileceğini aklımızdan çıkarmamamızı salık veriyor. Şöyle ya da böyle davranmak gerekir gibisinden bir yaşam öğüdü de vermez Alice Munro; kendi hayatlarıyla ilgili bildiklerinin ötesinde bir şeyler olduğunu fark eden öykü kişilerinin nasıl tutum aldıklarını, neler yaptıklarını anlatmakla, yaşadıkları irkilmeyi, şaşkınlığı göstermekle yetinir. Sevgili Hayat’taki otobiyografik parçalardan birinin sonunda, çocukluğunda yaşadığı çarpıcı, sıradışı bir ânı ve o an karşılaştığı bir görüntüyü anlatır. Bu görüntünün gerçekliğine, bu ânın aynen hatırladığı gibi yaşandığına yıllar boyunca süt dişlerinin var olduğuna inandığı kesinlikle inandığını belirttikten sonra ekler:

Bir gün içimde belli belirsiz bir delik hissettim ve ondan sonra bir daha o görüntüye inanmadım. (s. 280)

İçindeki deliğin neyin mecazı olduğuna da değinmez. Yine de bu mecazın kendi hayatına ve hayata dair bildiğini sandığı şeylerin her zaman eksikli olacağını, hiçbir zaman bütünüyle tamamlanmayacağını öğrenmekle bir ilgisi, bağı olsa gerektir, diye düşünebiliriz.

“Gurur”un anlatıcısı, geçmişte yaşananlar yahut başa gelenler karşısında alınan tavırları ikiye ayırır. Geçmişte yedikleri darbelerin altından, bunları “hiçbir şeyin unutulmadığı” bir yerde yaşadıkları halde kalkabilenler ve bunu yapamayanlar. İkinciler şöyle anlatılır öyküde:

Çocukluklarında kendileri için ne tür çukur kazmaya başlamışlarsa […] büyüdükleri zaman da kazmaya devam eder, hatta belki fark edilmez diye çukuru büyüttükçe büyütürler. (s. 141)

Alice Munro ve iki kızı, Sheila ile Jennie Vancouver Sun gazetesinde, 1961. 

Bu girişin ardından anlatıcı Oneida isminde, gençliğinden bu yana tanıdığı bir kadından söz ederek sürdürür öyküyü. Gençlikleri 2. Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır, ama öykünün sonlarında Oneida'nın e-posta kullanmasından anlarız ki aradan uzun yıllar geçmiştir, hayli yaşlanmışlardır; yetmişlerini geçmiş olduklarını düşünebiliriz. Hayatları boyunca tuhaf bir çekim olmuştur anlatıcıyla Oneida arasında, ama bu çekim adı konmuş bir ilişkiye dönüşmemiştir. Anlatıcı tavşan dudağı olduğu için insanlardan kaçmış, Oneida’nın kendisine yakınlaştığı zamanlarda bile belirli bir mesafeyi korumuş, iki kardeş gibi birlikte yaşama önerisini reddetmiştir. Kendi başına yeteceği inancı (gururu?) harekete geçmesine engel olmuştur – çukurunu kazmayı sürdürmüştür. Öykünün sonunda Oneida’yla birlikte pencereden gördükleri, bir kuş havuzunda önce oyun oynayan sonra da sırayla çıkan kokarcaları “kendileriyle gururlanıyor ama alçakgönüllü davranıyor gibiydiler” diyerek tanımlar anlatıcı. Öykünün sonu başına bağlanır burada. Anlatıcı bu manzarayı gördükten sonra –bu görüntünün etkisiyle– hayatını gözden geçirip anlatmıştır, içine düştükleri çukuru kazmaya devam edenler bahsi de kokarcaların “gururlu ama alçakgönüllü” yürüyüşlerinin ardından aklına düşmüştür.

“Corrie”nin sonundaysa yıllar boyunca kandırıldığını fark eder Corrie. Bunun farkına vardığı ânı Munro şöyle anlatır:

Corrie kalkıp çabucak giyiniyor, evdeki bütün odaları dolaşarak duvarlara ve mobilyalara bu yeni fikri tanıştırıyor. Her yerde bir boşluk var, en büyük boşluk da göğsünde. (s. 182)

Bu büyük kandırmaca yüzünden boşalmış olan o güne dek hayatım dediği şeydir. Ne var ki kandırıldığını fark etmiş olması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. “Başka bir şey için artık çok geç”tir, “böyle sürdürecekler”dir. Geçmişte kalmış, belli bir zamanda yaşanmış bir olay değildir başına gelen, yıllarca sürmüş bir oyundur, yine de bunu devam ettirmeyi seçer Corrie, “Daha kötüsü, çok daha kötüsü olabilirdi” der. Yalan ve kandırmaca içerse de yaşadıkları hayatı olmuştur artık.

Alice
Munro,
1968.

“Tren”in iki kahramanı da “çukurlarını kazmaya devam etmiş” olanlardan sayılabilirler. Özellikle erkek olan hayatının kritik anlarında kazısını kaçarak sürdürmüştür. Kadın ise ölümcül bir hastalıkla yüz yüze geldiğinde erkeğe kendi çukurundan söz etme cesaretini bulur, ama bu erkeğin bir kez daha kaçmasına neden olacaktır. “Taşocağı”nın anlatıcısı ise çukurunu ilk kazdığı ânı hatırlamakta zorlanıyordur, yıllar geçmiştir ve o anda ne yaptığını ya da yapmadığını, neden öyle davrandığını bilememektedir. Öbür öykü kişilerinden farklı olarak bir danışmandan bile yardım alır. Danışmanın telkinleri kendisinin de yıllardır aklına gelen şeylerdir. “Mesele mutlu olmaya çalışmaktır” der danışman. “Ne olursa olsun. Sadece mutlu olmaya çalış. Bunu yapabilirsin. […] Bunun koşullarla hiç ilgisi yok. Her şeyi olduğu gibi kabullen, o zaman trajedi ortadan kalkar. Ya da hafifler ve sen dünyayla barışarak yoluna gidersin.” Yapılacak en doğru şey[in] bu” olduğunu anlatıcı da biliyordur, ama ne yaparsa yapsın, kendisine ne söylerse söylesin, geçmişteki o an zihninde olanca bulanıklığıyla sürmektedir. Hatırlamak ve unutmak, ikisi de irademizle yapacağımız ya da sakınacağımız şeyler değil. Ne kadar çabalasak da unutmak istediğimizi unutamaz, hatırlamak istediğimizi tam anlamıyla hatırlayamayız. Bu gerilimi de kabullenmeye çağırır Alice Munro’nun öyküleri. Hayatın unutamadıklarımız ve hatırlayamadıklarımızla bir bütün olduğunu, bu bütünün içerdiği boşluklarla, deliklerle var olduğunu hatırlatır.

Munro’nun öykü kahramanları çoğunlukla kadınlardır. Yukarıda değindiğim “Gurur”un anlatıcısı nadir erkek öykü anlatıcılarından biridir, üstelik o öykünün odağında anlatıcının yanı sıra bir de kadın bulunur. Kadınların hayatlarından kesitler, manzaralar sunar Munro. Kanada’nın taşrasında ya da kırsal kesimlerinde geçen yüzyılın ortalarında gençliklerini yaşamış kadınlar olduğu söylenebilir çoğunun. Büyük savaşın, ekonomik zorlukların yanı sıra kadınlar için ayrıca kısıtlı olan yaşam alanlarında kendileri için bir şeyler yapma çabaları anlatılır. Hayatlarındaki eksiklikler, yaralar, maruz kaldıkları acımasızlıklar, sıkışmışlıklar, boşluklar, başlanamamış ya da sürdürülememiş yakınlıklar… Buruk bir duygudur Munro’nun öykülerinden yayılan, ama o burukluğun yanında, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik’te[2] yer alan “Yüzer Köprü”nün sonunda Jinny’nin hissettiklerine benzer bir duygu da eksik değildir:

Hissettiği şey ağırlığı olmayan bir şefkatti, neredeyse bir kahkaha. Tanınan mühlette bütün yaralarıyla boşluklarının hakkından gelen sevecen bir gülüşün ışığı. (s. 101)

Alice Munro’nun öykü kişileri neler olup bittiğine ilişkin düşüncelerini, tahmin ya da izlenimlerini ifade etmekten pek kaçınmasalar da, yukarıda vurguladığım üzere karanlıkta kalan şeyler hiç eksik olmuyor öykülerde. Munro’nun bizi içine soktuğu dünyaya kolayca girip ilerleriz; olaylar kronolojik olarak anlatılmasa ya da zamanın akışında büyük sıçramalar olsa bile yönümüzü kaybetmeyiz. Anlatıcılar belli belirsiz, neredeyse bize hissettirmeden elimizden tutup neler olup bittiğini, zamanla nelerin değiştiğini gösterir. Öyküler okura yorum yapma, metnin boşluklarından sızma imkânı vermeyecekmişçesine ilerliyor gibidir. Anlatıcının iyi kötü ilgimizi çekebilecek bir hikâyeyi, olduğu ya da gördüğü gibi aktaracağını zannederiz. Ne var ki bir yerden sonra elimizi bırakıverir – bırakmak zorunda kalır hatta. Onun için de neler olduğu çok net değildir o anda, bir zamanlar net olmuş olsa da, artık değildir. Bu yüzen bize en fazla neler hissettiğini aktarmaya çalışır ama bu çaba önümüzü görmeye yetmez. Geçici bir körlük yaşıyor, karanlığı fark ediyor gibiyizdir o anda. Beri yandan, aydınlık sandığımız şeyin de o kadar aydınlık olmadığını anlıyor, içerisinde barındırdığı karanlığı seziyoruzdur. Sonrasında kavrarız ki, anlatıcı da karanlığın neler barındırdığını bilemediği için anlatmıştır bize öyküsünü – neler olduğunu bilebilmek için değil, her şeyi tam olarak bilemeyeceğimiz konusunda yalnız olmadığını hissetmek, hissettirmek için.

Munro’nun öykülerinde karanlıkta kalan başlıca alan insan ruhuyla ilgili. İnsan ruhunun “karanlık yanı”ndan söz etmek, statik ve sadece o insanın ruhsallığının derinlikleri hakkında bir şeyler söylendiği izlenimi doğurabilir. Alice Munro’nun öykülerindeyse başka boyutları var bu “karanlık yan”ların: Karşılıklı ve dinamikler. Bir öykü kişisinin karanlık yanı, öbür kişideki karanlık yanı tetikleyebilir, en azından ona görünürlük kazandırır. Mesela Bazı Kadınlar’da[3] yer alan “Wenlock Yamacı” başlıklı öyküde Mr. Purvis’in öykünün anlatıcı-kahramanını yemek öncesinde çırılçıplak soyunmaya “zorlaması”nın ardındaki saikleri bilemeyiz, bizim için karanlıkta kalır, ama öykü ilerledikçe anlatıcının bu sayede yaşadığı aydınlanma anına tanık oluruz. Mr. Purvis’in kendisini hiç zorlamadığını, “emredilmeden, kandırılmadan, kendi rızasıyla” soyunduğunu fark eder. Öykü bu noktada bitmez üstelik, farkına vardığı karanlık yanın etkisiyle başka zaman yapmayacağı bir şeyi yapmaya karar verir. Karanlık yanların birbirini etkilemesinin örneklerini “Serbest Radikaller” ve “Çocuk Oyunu”nda da görmek mümkündür. “Serbest Radikaller”de Nita’nın kırmızı şarapta bulunan serbest radikallerin kalbe mi iyi geldiğini, yoksa kalbe iyi gelmeyen bir şeylere kötü mü geldiğini hatırlayamaması Munro’nun öykülerindeki kötülük izleği için uygun bir mecaz olabilir. İnsan ruhunun derinliklerine baktığımızda göreceklerimiz hakkında ilk anda vereceğimiz yargıların yetersiz olabileceğini kavrarız onun öyküleri okurken. Her zaman daha derinde daha karanlık bir şey olabilir, daha önemlisi o koyu karanlığın farkına varmak bir ışık yakabilir zihnimizde.

Alive Munro, 1980'lerin başında.

Aynı kitaptaki “Yüz” başlıklı öykünün anlatıcısı, “Burada bir şey olmuştu,” der öykünün sonlarına doğru, “hayatınız boyunca bir şeyin olduğu sadece birkaç yer, hatta tek bir yer vardır, bir de diğer yerler”. Bu “bir şey”in ne olduğunu tam olarak öğrenemeyiz, ama “bir şey”ler sezeriz. Söz konusu “bir şey”in farkına varıldığı an bir “aydınlanma anı”dır elbette, kelimenin gerçek anlamıyla “an”dır, anlık bir kibrit çakımıyla karanlık yırtılmış, bir şeyler, kimi siluetler görünüp yok olmuştur. Karanlığın içerisinde belki birkaç saniye daha gölgesini gördüğümüzü sanırız o şeyin, o kadar.

Bir başka öyküde, “Boyutlar”da ise benzer bir ruh hali şöyle ifade edilir:

O içten gelen mutluluk duygusunu tam olarak hissettiği yoktu, ancak bir şey ona bunun nasıl bir şey olduğunu hatırlatmıştı. (s. 41)

Varla yok arası bir şeydir hissettiği, yine de boşluğun, belirsizliğin arasında bir kıpırtıdır, tanımlanmaya, kelimelere gelmeyen. Öykü kişisi çok büyük bir acının ertesinde bu kıpırtıyı duymuştur. Başına gelen acı olayı bilmekle birlikte acısını nasıl çektiğine tanık olmayız öykü boyunca. Tahmin etmemize yardımcı olacak birkaç işaretten ibarettir elimizdekiler. O büyük acıya neden olan kişiyle ilgili olarak söyledikleri mesela:

“O yazılanlara [üzerinde yaldızlı bir haç işareti bulunan dinî bir kitapçıkta yazılanlara] inanıyor olsam bile,” dedi kitapçığı kastederek, “sadece onun…” O tür bir inancın elverişli olacağını, çünkü bu sayede Lloyd’u cehennemde yanarken düşünebileceğini söylemek istedi, ancak devam edemedi. (s. 21)

Altüst olmuş bir hayat, çok büyük bir acı, soluk alınan her âna yayılmış bir boşunalık duygusu. Hem birbirini çoğaltan hem birbirini dengeleyen olgulardır bunlar öyküdeki kadının dünyasında. Bir yandan da Lloyd’u tanırız. Neden olduğu acının ardından sadece kendisinin farkında olduğu bir huzur içerisinde olduğunu yazar kadına: “Benim Kendimde Bildiğim benim kendi Kötülüğüm. Huzurumun sırrı burada.” Üstün bir güce inanmamakla birlikte “kendini bil” emrinin öneminin farkına varmış, kendi içindeki kötülükle yüzleşme cesareti göstermiştir. Şunun da ayırtındadır. Yaşadığı akıl hastanesinde “elde edebileceği tek şey zihninde olanlar”dır. Bunun bilincinde olduğu için o tuhaf huzura kavuşmuştur belki de; huzurun ertesinde yaşadığı deneyim zihnin içerisinde yaşanabilecek bir şeydir. Kadın, Lloyd’un anlattıklarının var olması ihtimaliyle bile güç kazanır. Lloyd’un anlattıkları doğru mudur bilme imkânımız olmaz; kadın da bilemez, ama bu belirsiz alanda dayanma gücü bulur. Gerçek dünyanın katlanılmaz katı gerçekliği orada kırılır.

Alice Munro’nun öykü kişileri ağırlıklı olarak kadınlardır dedim; aralarında uzunca bir hayatın son demlerini sürerken dönüp de geçmekte olan ömürlerine bakan, bakmak zorunda kalan kadınların az olmadığı buraya kadar aktardıklarımdan anlaşılmıştır. Bu kadınlar arasında Munro’nun kendi kuşağından kadınlar da bir hayli yer tutar. Gençliklerinde 1960’ların heyecanını, ‘68’lerin başkaldırısını yaşamış kadınlardır bunlar; çağ değişmiş, dünya değişmiştir, zora düşmüşlerdir; işte bu kadınların kendilerinden sonra gelen kuşaktan kadınlarla karşılaşma anlarının hikâyeleri özellikle dikkat çekicidir. Bu kadınların bir büyük heyecan geçip gittikten sonra neler yaşadıkları, bu heyecanın ardından gelen heyecansız, tatsız tuzsuz çağ ile nasıl baş ettikleri, “sevgili hayat”larını ne gibi ruh halleri içinde devam ettirdikleri üzerinde pek durulmuş meseleler değil. Munro’nun onların ömürlerindeki kritik anlardan ve gündelik hayatlarından aktardıkları, bir kuşağın ve bir çağın az anlatılmış hikâyeleridir demek sanırım çok yanlış olmaz.

 

NOTLAR:

[1] Alice Munro, Sevgili Hayat, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2014, 328 s.

[2] Alice Munro, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, çev. Roza Hakmen, Can Yayınları, 2013, 365 s.

[3] Alice Munro, Bazı Kadınlar, çev. Cem Alpan, Can Yayınları, 2011, 359 s.

 

 

YAZARIN NOTU:

Bu yazının bir kısmında IAN.Edebiyat'ın Mart 2015 tarihli 7. sayısında yayımlanan "Sevecen Bir Gülüşün Islığı", bir başka kısmında da Taraf Kitap'ın Mayıs 2011 tarihli 4. sayısında yayımlanan "Karanlığı Fark Ettiğimizde Çakan Işık" başlıklı yazılarımdan parçalar kullandım. Ayrıca Munro'nun Açık Sırlar kitabı üzerine K24'te yayımlanan şu yazıma da bakılabilir: "Normal", "gerçek" ya da "başka" bir yaşam

Yazarın Tüm Yazıları
  • alice munro
  • kısa öykü

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 21

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: 100 Kesitle Cumhuriyet Türkiyesi'nin 100 Yılı / Ama Arkadaşlar İyidir / Bilgisayarlar Nasıl Düşünür? / Cumartesi Anneleri/ Huzuru Bozmak / İlyada / Melodramatik Muhayyile/ Ormanı Planlamak / Yakup’un Kitapları / Yazan-Çizen Latif Demirci

K24

Sonraki Yazı

KRİTİK

Son kez baktığımız melek: Buzulmelek

“Mahmut Temizyürek’in bir gözü dünyada olup biteni tarar, takip eder. Bir gözü de kendi içindedir hep. Kendi ağrısıyla dünya ağrısı üst üste biner. Kendine acımasızdır, dünyaya şefkatli. Bu yüzden belki, dikeniyle sevilmek ister...”

MEHMET KÂZIM
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist