Son kez baktığımız melek: Buzulmelek
“Mahmut Temizyürek’in bir gözü dünyada olup biteni tarar, takip eder. Bir gözü de kendi içindedir hep. Kendi ağrısıyla dünya ağrısı üst üste biner. Kendine acımasızdır, dünyaya şefkatli. Bu yüzden belki, dikeniyle sevilmek ister...”

Mahmut Temizyürek
Paul Klee’nin birçokları tarafından “Tarih Meleği” olarak adlandırılan resmi, Angelus Novus (Yeni Melek), Walter Benjamin’i derinden etkilemiştir. “Tarih Felsefesi Üzerine Notlar”da şunları yazmıştı:
“Klee’nin Angelus Novus adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… (Faust?) Ama cennetten kopup gelen fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz sırtını döndüğü geleceğe yükselir. İşte ilerleme dediğimiz şey bu fırtınadır.”
Mahmut Temizyürek’in son şiirlerine adını veren “Buzulmelek” ise, Angelus Novus’tan farklı olarak geleceğe yükselmez, kendisi de dünyayla birlikte yok olma sürecine girmiştir. Buzulların arasından, onlarla birlikte yavaş yavaş parçalanarak, eriyerek kaybolurken, o da tarih meleği gibi geçmişe son bir bakış atıyor mudur; sanmıyorum. Olsa olsa kaybolan geleceğe bakıyordur; hem kendisi hem de dünya için. Yine de konuşur onu dinleyen şairle, “Askıda” şiirinde:
“Ben mi,
üzengime düşerken şelaleye dönüşen
alnı göçük buzulmeleği dinliyorum:
Akmak ne güzel, hayli kolay, parıltılı da
–hay işte–
sonrası bulanıyor
okyanuslar askıda
(
---”
Mahmut Temizyürek şiirinde at başat öğelerden biridir. Hem göçebeliğinin parçasıdır (gezgin atlı) hem de kavramsal olarak at oluş, tay oluş gibi Deleuze’yen biçimde şiirlerde yerini alır at. Yukarıdaki parçada da üzengisine düşen erimeden söz ettiğine göre, “Yeryüzünü Gezen Atlı” eriyen buzullara kadar gitmiş, (gidilecek son yere gitmiş gibidir) üzengisinin üzerine şelale halinde düşen, kaybolup giden meleğe bakmıştır belli ki; her şeyin, okyanusların bile askıda olduğunun farkındalığıyla. Askıda olma bir tür araf hali gibi duruyor. Oradan sonrası bulanık, belirsiz. Alnı da eriyip göçmüş, sulara karışmaktadır buzulmelek. Biz de şairin gözünden son kez ona bakmaktayızdır; kaybolan ve geri gelmeyecek olana. Meleğin son bakışından, kaçınılmaz bir kaymayla meleğe son bakışa geçiş. Benjamin’den bu yana daha da artan umutsuzluk. Şiirin sonundaki kapanmamış parantez tamamlanamayacak bir geleceğin varlığını gösteriyor olabilir mi?

Buzulmelek
Everest Yayınları
Mayıs 2024
88 s.
Kitabın ilk şiiri, “Ne Diye” biçimsel olarak bir evi andırır. Yukarıdan aşağıya doğru genişleyen dizeler bir çatının varlığını gösterir. Şiirin içeriği de bu biçimi destekler: “Gayrı gelmez ya/ kurudu vadiler diye/ kurulduğum evden beni” Doğduğum, büyüdüğüm ev demiyor Temizyürek, “kurulduğum” diyor. Kendini oluşturan koşulları, kuruluşunu mu kast ediyor, yoksa zembereğinin kurulup göçebelik sürecinin başlamasını mı? Ancak sonraki dizeler sürece dair bir ipucu veriyor: “yanık dağlar içinden geçirip/ şehirlerin duvarına çarpa çarpa/ taşıran selde sürüklendim epey bir” Ağaçları yakılmış dağların hikâyesini nedeniyle birlikte biliyoruz. Öyle güçlü bir akıntı oluşmuştur ki, şairi şehirlere sürüklemiş, orada da duvarlara çarpa çarpa hırpalanmasına, büyük olasılıkla daha da fazlasına neden olmuştur. Duvar engellerin, sınırlamaların, her çırpınmada çarpılan bir setin simgesi kuşkusuz: Özgürlüğün, düşüncenin, iktidara karşı durabilmenin önündeki o masif set.
Bu şiir politiktir desek, hangi şiir değil ki denecektir elbette. Ancak şair o selin hikâyesinde kendi bireysel duruşunun da içerdiği bir poetik tavrı sezdirir bize. Sürüklenişin sonrası bir toplanma yerinde buluşulmuştur. (Turgut Uyar’ın “Toplandılar” şiirlerini hatırlıyoruz; sanırım şair de hatırlamış.) Belli ki toplananların arasında, içinde eksikler, kayıplar, keder vardır: “ağıtlarla varabildiğim bu toplanma yerinde/ aklı bütün kalbi beton bir gözlemci konuşsa keşke benim yerime…” Yaşananların ardından, o toplanılan yerde ağıtlı, acılı bir söylem yerine gerçekçi bir değerlendirme, dahası muhasebe ve buna bağlı gelecek planı yapılması isteniyor. Kalbin yerine aklın, hem de sert, ödün vermeyen bir aklın gerekli olduğunun bilinci vurgulanıyor. Şair yaşadıkları nedeniyle yeterince nesnel olamayacağının kaygısını taşımaktadır demek ki… Solipsizmin tuzağına düşmediğini tam da burada anlarız. Bu nedenle bir başkası, bir gözlemci konuşsun ister; dışardan bakan, bakabilen biri; “ahı tükenmez” olan değil. Şiirin çatı biçimindeki bölümüyle sonu arasında içi boş bir parantez var. (Parantezi oldum olası sevmiştir Temizyürek. Onu imkânlı bir boşluk olarak görmüştür. Eski kitaplarından birinde, “parantezim ol sevgilim” diyordu, adı da “Parantez” olan şiirinde.) Kim dolduracaktır o parantezin içini; şairin kendisi mi, okuyanlar mı, direnenler mi; belki hepsi. Belki de bir boşluk olarak kalacaktır o parantez, hiç dolmayacak olan bir boşluk.
Mahmut Temizyürek kimi şiirlerinde ailesine, onu oluşturan başlangıca, bir anlamda kaynağa bakmak ister. Ancak bunu bir nostalji duygusu, ya da tutsa da, yas diliyle yapmaz. Yerel tınıların, edanın yankısını taşıyan, kimi zaman ironikleşen bir dili tercih eder. Üstelik baktığı yerden evrensele bir çengel atmayı ihmal etmeden. Annesinin ölümünden sonra yazdığı Yalangezen kitabında yer alan “Anam-Babam” şiirinde, babasının “Beykın” (Bacon) hayranlığından ve Beykın’ın Alevi olup olmadığını sorma naifliğinden, annesinin delilik tacını almasından söz ettiğinde kullandığı dil, biçem hatırımızdadır. Orhan Koçak, Mahmut Temizyürek şiiri üzerine yazdığı yazıda[1] şöyle tanımlar bunu:
“Bir yas çalışmasıdır ‘Anam-Babam’; bu çalışma öznenin kendi doğum koşullarının mütevazı, imtiyazsız, parıltısız niteliğiyle yüzleşmesini de sağlar. Acılı, yıkıcı bir yüzleşme değil bu, ama bir idealleştirmeye de yönelmiyor. Bunun yerine ince, tatlı bir mizah içeren şefkatli bir kabullenme anlatısı buluyoruz.”
Bu kitaptaki bir şiirde yine aile, kökler söz konusu olsa da, bakış oldukça farklıdır. Kendi geçmişinden sekerek insanın kadim geçmişine doğru uzanır. “Kozmos Dersleri” şiiri bir masal tekerlemesi gibi başlar: “Başlar ay doğarken kozmos dersleri/ Analar bilici babalar deveci” Sonrasında yine aileden birinin, Anadolu deyişiyle “eycem” dediği büyükannesinin sözünü aktarır: “Eycem; Alemi Kebir derdi makrokozmosa/ Dinle derdi, dinletirdi bu ben haylazı” (“Bu ben” çok sevdiği Necatigil’e bir gönderme olabilir mi; emin olamadım.) Üç parçadan oluşan şiirde ikinci parça “Mend ile GayrıMend” başlığını taşıyor. Bunların erkek ve dişi olduğunu anlıyoruz ilk dizelerden: “Başlangıcı Mend ile GayrıMend’miş/ –Eycem’e göre– Mend varlıkların anası./ GayrıMend, insansı baba” Mitolojik bir erkek ve dişi. Varlıkların anası olduğuna göre Tanrısal bir güç. (Bu yüzden Adem’le Havva değil.) Akla ilk gelen Mezopotamya’nın tanrıları Apsu ve Tiamat oluyor ister istemez; bir başka şiirin başlığı da Marduk olunca. Eyce büyük olasılıkla kendi coğrafyasındaki sözlü aktarımlardan duyduğu isimlerle anlatmaktadır bu kozmogonik inanışı. Üçüncü ve “Kaf” başlığını taşıyan parçada da masalsı, mitolojik anlatım sürer: “Allah’ın mıhı bir tığ/ Şahlara mızrak olmadan/ Yarmadan suyu toprağı/ Ayrılık gelmeden önce” Bu masalsı dilin içinden tarihin dünyanın her yerinde kanla örüldüğü gerçeği de sızar: “Yetmiş iki rengi şavkıyan/ Yazma kanlanmadan önce” Mitolojinin, doğa güçlerinin iç içe geçerek var olduğu bir poetik anlayış Temizyürek’te varlığını hep hissettirmiştir. Şiirin tamamından çıkan imgelemi düşündüğümüzde Marx’ın şu sözü hatıra geliyor ister istemez: “Bütün mitologya, doğa güçlerini imgelemin içinde ve imgelem yoluyla denetler, yönetir, biçimlendirir.”

Mahmut Temizyürek’in bir gözü dünyada olup biteni tarar, takip eder. (Bir gözü de kendi içindedir hep. Kendi ağrısıyla dünya ağrısı üst üste biner. Kendine acımasızdır, dünyaya şefkatli. Bu yüzden belki, dikeniyle sevilmek ister. İz ve Rüya’da yer alan “Karayım” şiirinde, “Bana gel, beni tut, okşa dikenlerimi” demiyor muydu?) Çekildiği bir yerden, kayıtsızlıkla kurmaz şiirini; tam tersine, onca kıyımın, zulmün, duyarsızlığın, teknolojinin taşıdığı felaketlerin ortasından yazar. Bu kitapta yer alan bazı şiirler bu tavrın net gösterenleridir. “Neomuhafızlar” (neo-liberalizmin koruyucuları ya da korucuları) şiirine bakalım: “Cehennem boşaldı, süreğe çıkmışlar/ silah doldurup bomba boşaltıyor,/ ormanı yakıyor, kirpileri, vaşakları/ kızartıyorlar, ya kalın sesli yanıtlar/ veriyor sorana ya damar yarıyorlar/ yüreklerden fışkırıyor toprağa/ cinnet yağdırıyorlar” Bu dizeleri dünyanın kanayan her yeri için okuyabiliriz; son olarak Gazze için de. Günceli yazmak, güncel olan ortadan kalktığında işlevsizlik tehlikesini barındırır çoğu zaman. Ancak okuduğumuz dizeler bu kıyımların sürekli güncel kalmasının, farklı coğrafyalarda tekrar tekrar ortaya çıkmasının asıl tehlike olduğunu hatırlatıyor bize. Kendini sürekli kılan bir güncelin çemberi içinde kaldığımıza işaret ediyor aslında.
Şairin teknolojinin en acımasız biçimlere dönüştürülerek kullanılmasına olan itirazı, isyanı ve elbette uyarısı tek bir coğrafyaya dair değildir. Dünyanın tüm kara parçaları, suları, hayvanları, insanları için yazılmaktadır bu şiirler. “Protez Tiranlar” şiiriyle tiranların geçirdiği negatif evrime tanık oluruz. Ancak özde bir değişim yoktur. Biçimsel bir değişim geçirmişlerdir tiranlar. Yok etme güçleri misliyle artmıştır; zalimlikleri de: “Bir vardı yok ederler havadan/ Dere kenarında oynaşan çocukları” Bu iki şiiri okuduğumda Robert Hullot-Kentor’un sözlerini anımsıyorum:

“Aydınlanmanın Diyalektiği’nin yayımlanmasının ardından, kendimizi Adorno’nun çalışmalarının muhatabı olarak on yıl önce fark edemeyeceğimiz bir şekilde tanıyoruz. Çünkü savaş sonrası yıllar (interregnum) sona erdi. Son bulmamış büyük korkunun –belki de asla bitmedi– geri dönüşünü deneyimliyoruz. Kuşkusuz tüm insanlık ve doğa tarihinin en felaket dolu ânının işgalcileriyiz ve kendimiz hakkında fikir sahibi olamayız. Bizimki dahil olmak üzere hayatta kalan tüm nesiller için şu anda kararlaştırılmakta olan, geri dönüşü olmayan kalan toplamının, yani değiştirilemez olan ‘Nasıl Olabilirdi’nin bütün toplamıdır.” (Buzulmelek biraz daha konuşabilse bunları da söylemez miydi?)
İtiraz edenler, direnenler, isyankârlar gelişmenin, değişmenin kilometre taşlarıdır. Bunların içinden okuduğu, tanıdığı, hikâyesini bildiği, uzaktan, yakından tanık olduğu kimilerini “Akıl Dönmesi” şiiriyle hatırlıyor, hatırlatıyor Mahmut Temizyürek; ki aklı dönenler belki de en çok aklı erenlerdir: Şiirde adı söylenmese de “binbirdüzenkurnazadam” Odysseus, “nasıl bir şey ki bu kendini/ kendiyle çarpan şüphe” diye anılan şüphenin faili René Dekart, “Şüphesiz, sıkılmak devrimci bir hevaldir (Turgut Uyar’a göre)”, “aklım olsa gelir miydim davetinize/ Lanet aklınıza, lanet kalbinize!” diye diye ak sakalı urgana dolanan Seyit Rıza, “Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının Kardeşliği” diye haykıran Denizler, “oka benzeyen/ tay gibi ipek akıllı, sert huylu” Oktay Etiman, “yaşamak nasıl bir ağudur/ ki derdi bu nasıl hoyrat güzel böyle!” dizeleriyle gönlümüze düşen İsmail Mert Başat ve “Zagros’tan girip Olimpos’tan dönermiş” Hüseyin Cevahir… Bir galerideyizdir; aklı güzel dönenlerin galerisinde. Aklı dönenlerin hayatları zor, canları cebinde olmuş hep. Uyarı, nasihat de durduramamış dönen aklı. Bu yüzden şu ironik dizeler de girmiş şiire: “Dekart mesela! Panikteyken/ Yerliteyze uyarmıştı pazarda/ ‘Polonya’da bir lejyonersin,/ İran’ı kavuna sormak neyine!’”
Amerikalı edebiyat teorisyeni E. D. Hirsch’e göre anlam, bir metnin alımlanmasında değişmeden kalanın adıdır. “Bu metin ne söylemek istiyor?” sorusunun yanıtı buradadır. İmlem ise, “Bu metnin nasıl bir değeri var?” sorusunun açımlamasıdır. Burada Montaigne’i hatırlamakta yarar var: “Söylediklerinden fazlasını imliyorlar” demişti bazı şiirler için. Antoine Compagnon, Teorinin Cini[2] kitabında bu noktadan sözü alıyor: “Anlam tekildir; anlamı belli bir durumla ilişkiye sokan imlem ise değişken, çoğul, ucu açık ve belki sonsuzdur. İster çağdaş olsun ister eski, bir metni okuduğumuzda anlamını deneyimimizle bağlantılandırırız, ilk bağlamını dışında kalan bir değer veririz ona. Anlam, metnin yorumunun nesnesidir; imlem ise metnin (ilk ya da sonraki bir) alımlama bağlamına uygulanmasının, dolayısıyla da değerlendirilmesinin nesnesi.” Temizyürek’in şiirlerini bu çerçevede okuduğumda, kitabı tek başına okumanın kavrayabilmek için yeterli olamayacağını hissettim. Alımlama bağlamında, imlemlerin tüm şiirlerini gözeterek uygulanmasının ve şiirlerin böyle değerlendirilmesinin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hem dil hem de anlam bağlamında başlangıcından bu yana bütünlüklü bir yapı kurmuştur. Yazılan aynı değildir elbette, ancak birbirine bağlanmış, ilintili bir bütünden söz ediyoruz. İmlemler arasında, bağlantısız gibi görünseler de, alttan alta kurulmuş bir bağ olduğunu düşünüyorum. Gerek bu son kitabın şiirleri gerekse diğer kitaplardaki şiirler düşünüldüğünde, farklı görünen anlam parçaları arasındaki ilintiler, bağlantılar kurulduğunda asıl resim ortaya çıkar ki, bunun bir anlamlar bütünü olduğu görülecektir.
Bunu bir örnekle somutlaştıralım. Şairin Buzulmelek’i gördüğü yer için, “gidilecek başka bir yer yok sanki” demiştim yazının başlarında. Bir son nokta gibi görünüyor her şey için. Eski kitaplarından birinde, Kırlangıcım Paranoya’nın “Cam Fanus” şiirinde, “Tarih, git diyor, sonuma git” demiyor muydu? İlinti, bağlantı derken kast ettiğim durum tam da bu. Üstelik hiçbir zaman söylediklerinden fazlasını imlemez bu şiirler. Bu yüzden onları yorumlarken şairden çok uzağa düşmez, aşırı yorumla savrulmayız. Temizyürek’in şiirleri okuyup yeniden üretmek açısından da olanaklı metinlerdir. Ancak yukarda sözünü ettiğim o bütünün dışında kalmaz yeniden ürettiğimiz anlam parçaları. Şairle okuru çok ayrı yerlere atmaz.
Buzulmelek dünyanın sıkıştığı yerden, bir çıkmazdan yazılmış gibi duruyor. Durmadan, üstelik artarak süren kıyımları, yangınları, yoklukları, çaresizlikleri göre göre yazılmış. Ama çıkış aramaktan vazgeçmemiş şair. Melankoliye de düşmemiş. Çıkışı, belki de tek çıkışı, bir anlamda umudu yine insanda arıyor Mahmut Temizyürek. Devrimleri yapanlar da insanlar değil midir? Şiirlerin birinde, “ile Ğ” şiirinde bunu şöyle dile getiriyor: “Sayısız devrim yaptım oysa, yaparım daha/ bir türüm ki tersine de yürürüm” İddialı, hatta bir tehdit tonu taşıyan dizeler bunlar. Tarihsel bir durumun tekrar olabileceğinin umudunu taşıyor. Peki bunları kim yapar, yapabilir? Bulunduğu yerde çakılı kalan insan değil kuşkusuz. Yeni olmayı, tazelenmeyi bilen, göze alan insan. Dogmaların esiri olmamayı başaran insan. Bir kez daha eski şiirlerinden birine uzanalım: “Her an yenidir insan/ Yenmiştir örneğin içindeki bir önceyi” (“İnsan yenidir”, Yeryüzünü Gezen Atlı.) Şiirlerin birden farklı izleği olsa da siyasal bir tavrın varlığını hep hissederiz. Kuşkusuz devrimci, idealizmden uzak bir tavırdır bu.
Kanona dahil olma kaygısı taşımayan şairler kendi şiirlerini kendi meşreplerine göre kurarlar. Nâzım gibi, Ahmed Arif gibi. Temizyürek de böyle kurmuştur şiirini. Kanonun içinde yer alama kaygısını zerre kadar önemsemeden. Meşrebi, siyasal bilinci gereği kulağa hoş gelecek dizeler yazmak yerine, ansızın bıçak gibi saplanan dizeler kurmuştur. Ancak öylece bırakmaz yazdığını. Bir tutunma alanını da arar, bulur. Buzulmelek’in söylediği bulanıklığın karşısına böyle bir tutunma alanının olabilirliğini koyması, diğerkâmlığın, etiğin, ötekine dokunabilmenin kodlarının şiir diline yerleşmesi, siyasal duruşu, akılla kalbin çarpışmasının kaçınılmazlığı kurucu öğeleri arasındadır. Ancak bütün bunlar estetik hazzı göz ardı ettiği anlamına gelmez. Ne demişti Adorno:[3] “Her hazzın eski bir acıyı kendinde koruduğu ve sürdürdüğü doğruysa eğer, burada da acı, ona dayanabilmiş olmanın gururu biçiminde, doğrudan doğruya dönüştürülmemiş bir kalıp olarak hazza yükselmiştir.” Onca göçebelik serüveninden devşirdiği acıları bu çerçeveden okumalıyız sanırım.
9 musanın karanlıkta uyuduğu bir çağda yaşıyoruz. (Bir metafordan söz ediyorum elbette.) Belki bir şekilde uyandırılmaları gerek; bir “eyce”nin söylediği üzere:
“Ey musalar musalar
Ölüler uyandırsın sizi”
NOTLAR:
[1] Orhan Koçak, “Mahmut Temizyürek’in İki Dönemi”, Kopuk Zincir, Metis Yayınları, s. 253.
[2] Antoine Compagnon, Teorinin Cini-Edebiyat ve Sağduyu, çev. Savaş Kılıç, Metis Yayınları, s. 82.
[3] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, s. 48.
Önceki Yazı

Alice Munro’nun ardından:
Kısa öyküye adanmış bir hayat
“Kadınların hayatlarından kesitler, manzaralar sunar Munro. Hayatlarındaki eksiklikler, yaralar, maruz kaldıkları acımasızlıklar, sıkışmışlıklar, boşluklar, başlanamamış ya da sürdürülememiş yakınlıklar… Buruk bir duygudur Munro’nun öykülerinden yayılan.”
Sonraki Yazı

Güzellik güncel sanatın neresinde?
“Güncel sanatın güzellikle ilişkisi yabanıl ve dışlayıcı bir ilişki midir, yoksa bu ilişki daha örtük bir model içinde teşekkül mü ediyor? Logos’un mevcudiyeti poiesis’in mevcudiyetini ortadan kaldırır mı, yoksa güzellik başka bir sürecin uzantısı olarak mı teşekkül ediyor?”