Doğruyu Söylemek:
Parrhesia’nın özgüllüğü
“Parrhesia, söylenmemesi halinde kişinin kendine ihanet etmiş gibi hissedeceği bir şeyi söylemesi demek. Ama asla ifade özgürlüğü demek değil...”

Gazze, El Nasır caddesi. Ağustos 2024. (fotoğraf: NRC)
Bugün parrhesia üzerine düşünmek her zamankinden ehemmiyetli görünüyor. En azından iki nedenle: Bir, dün olduğundan daha direkt konuşmanın gerekliliği ve iki, konuşma ediminin, sessiz kalmama halinin ta kendisinin bir eylem biçimi halini almaya başlaması. Düşünüldüğünde, bu iki koşul, bir arada, Michel Foucault tarafından Doğruyu Söylemek’te tanımlandığı haliyle de parrhesia’yı niteler. Buna göre parrhesia, Antik Yunan’ın düşün paradigması dahilinde ve tabii sonrasında, hem kişinin “doğru”sunu olabildiğince dolaylamaya kaçmaksızın (yani retorikten bağımsız) söylemesi hem de bu söylemin ta kendisinin onu tehlikeye atabilirliğinde (“doğru söz”ün hep erk karşısında söylenmesi) temellenir. Bu açıdan parrhesia doğrudanlıktan ve riskten ayrılamaz. Ve dün, “söyleme”nin bir diğer kipliğiyken, bugün neredeyse zorunlu, basınç yaratan, asli bir kipliği olması da bundandır: Konuşmanın her geçen gün daha da tehlike arz etmesi, ama aynı zamanda her zamankinden daha da gerekli olması – ve mümkün mertebe en
direkt şekilde. “Koşullar”ın parrhesia’yı sağlaması diyelim.
Kastımız şudur: Belli bir konuşma, belli bir ifade şeklinin, artık yalnızca dünyaya dönük bir tavır, dünya karşısında takınılan bir tutum değil, dünyanın giderek şart koşmaya başladığı, olgular tarafından üst tanımlanan bir şey halini alması. İma edilen, esasen, konuşma edimini içeriğiyle önceleyen bir ahval. Bir dünya ki, olgular giderek yoruma açık olmayı kesip besbelli, apaçık ama bir o kadar da şiddet dolu, insana fazla gelen, akut bir hal alıyor, konuşma edimi de buna binaen, ancak bu dünya kadar direkt ve tehlike arz eder olduğunda gerçekten bir şey ifade ediyor, yani hakikaten dünyaya dair oluyor. Öyle ki, örneğin Filistin’deki soykırımın bir soykırım olduğu açık olsa da, bu soykırıma soykırım demek (türlü ve tamamen siyasi nedenle) zor ve tabii tehlikeli, zira bu suçu işleyen “egemen”ler, suçlarını kabul etmek şöyle dursun, onları suçlayanları suçluyor, bunu da bir aklanma (ve arlanmama) yolu olarak biliyor. Dolayısıyla, onlara karşı tek direniş, “doğruyu söylemek” ve doğruyu söylemek de onlar kadar direkt olmayı ve risk almayı gerektiriyor. Parrhesia işte bu risk, dün olduğu gibi bugün de. Ve bugün dünden daha başat bir şekilde.
Ama tabii bu raddede parrhesia’nın çağdaş olduğu kadar sistemik bir tanımıyla karşılaşıyoruz: Parrhesia, artık yalnızca kişinin “aklındaki her şeyi söyleyen”[1] biri olması üstünden edinilen bir yeti ya da uygulamaya geçirilen bir fiil değil, fakat bir tersinmeyle, dünyaca şart koşulmaya başlanan, kişiden evvel dünyanın ihtiyaç duyduğu, gereksindiği bir şey. Bu ise parrhesia’nın “olumlu anlam”ına karşılık geliyor Foucault’ya göre, ki o da kişinin doğru olduğunu “bildiği” şeyi söylemesiyle eş. Peki, bir şeyin doğru olduğunu bilmek ne demek ve bu bilme nasıl gerçekleşiyor ve daha da önemlisi, ne şekilde söze dökülüyor? Bu sorulara cevaplar parrhesia’nın sorunsallaştırılmasından geçecek.
Asli sorunsal şudur: Parrhesia asla ama asla ifade özgürlüğü demek değil. Hatta ifade özgürlüğü, hukuk tarafından tanınan bir “hak” olduğu oranda ve göreli sınırlar dahilinde kişinin aklından geçen herhangi bir şeyi ifade edebilme hürriyeti olarak kabul edildiği düzeyde, doğruyu söylemekten ziyade doğru bildiğini söylemeye denk düşer ve sözüm ona parrhesia’dır ancak. Bu, (eğer ki bir tanımsa) parrhesia’nın eksik olduğu kadar bayağı bir tanımı.
Bunun nedeni, ilkin, parrhesia’nın bir sistemce (hukuk ve benzeri) tanınan bir hak olmaması, ama (bir haksa) kişinin kendine, doğrudan tanıdığı bir hak olması. İkincisi, parrhesia’nın, en azından olumlu anlamıyla, bir kanaat değil, fakat bilme ile inancın iç içe geçtiği bir söz edimi olması. Üçüncüsü ise parrhesia’nın, ifade özgürlüğünün aksine, herhangi biri karşısında değil, sadece parrhesia’yı uygulamaya geçirene kıyasla muktedir biri karşısında gerçekleştirilmesi (ki, tekrarlarsak, parrhesia’yı tehlikeli kılan da temelde bu). (Bu açıdan Sokrates’in Savunmasıda saf bir parrhesia örneği.) Dolayısıyla, ifade özgürlüğü, Foucault’nun perspektifinden bakıldığında, parrhesia’nın iki türünden birine, olumlu olmaktansa “aşağılayıcı anlam”ına tekabül ediyor (en azından bunu iddia etmek mümkün). Ve şöyle tanımlı:
İki tür parrhesia’yı birbirinden ayırmamız gerekir. Bunların birincisi, sözcüğün ‘boşboğazlık’ sözcüğüne yakın anlamda kullanıldığı ve kişinin zihnindeki birtakım şeyleri –ya da her şeyi– niteliksel bir ayrım gözetmeksizin söylediği durumu betimleyen aşağılayıcı anlama denk düşer. Bu aşağılayıcı anlama örneğin Platon’da, herkesin diğer yurttaşlara hitap etme ve her türlü şeyi –hatta site için en aptalca ya da en tehlikeli sayılan şeyleri de– söyleme hakkına sahip olduğu kötü demokratik yönetim biçiminin betimlendiği kısımlarda rastlamak mümkündür.[2]
O halde parrhesia’yı ifade özgürlüğü olarak tanımlayamıyoruz, zira mesele herhangi bir şeyi söyleme özgürlüğü, basitçe söz söyleme özgürlüğü, katıksız ve sınırsız bir söz edimi gerçekleştirme fırsatının tanınması, özetle “sözü fetişleştirme” değil (ki bu, felsefi anlamda liberalist düşünürlerin, özellikle John Locke’un fazlasıyla yaptığı bir şey). Aksine, parrhesia’da, Foucault’nun da imlediği gibi, bir ince eleyip sık dokuma, tartma, gözden geçirme, herhangi bir şeyi değil özel bir şeyi, doğruyu söyleme hali söz konusu. Dolayısıyla, sözü ve söyleme istencini şeyleştirmekle ilgili değil parrhesia. Daha ziyade, sözün söylenmesi gerekenle aynı şey halini aldığı bir söylem biçimi söz konusu onda. Zaten Foucault’nun, parrhesia’nın “inanç ile hakikat arasında her zaman tam bir örtüşme”[3] yarattığından söz etmesi de bundan. Parrhesia öyle bir konuşma, öyle bir söz söyleme şekli ki, şüpheye mahal bırakmıyor; önce konuşanda, sonra onu duyanda. Doğru ortada, söylendi, o kadar. Parrhesia bu, basitçe.
Pekâlâ, yine de bu ne demek? Şu demek: Parrhesia, söylenmemesi halinde kişinin kendine ihanet etmiş gibi hissedeceği bir şeyi söylemesi demek ve bu şey tanımı gereği doğru. En azından parrhesia’nın perspektifinden. Dolayısıyla parrhesia, Foucault’nun da işaret ettiği üzere, modern bilme ve doğruluk anlayışıyla uyumlu değil, “bilimsel epistemoloji” içinden açıklanması da kavranması da mümkün değil; zira o tip bir bilmede inanç, bilmeye zıt değilse bile dışrak bir uğrak, bilmenin tersi ya da dışı. Oysaki parrhesia inanmanın bir vektör ya da itici kuvvet halini aldığı, doğrunun ise onunla eşanlı olarak doğduğu, söylemenin de inancın halesiyle kaplı doğruyu içerdiği ve sonuç olarak bilmeyi var ettiği (kısmen Searle’cü anlamda) bir söz edimi. Dolayısıyla bilme, parrhesia bağlamında, söylemeden bağımsız değil. Bu bağlamda, söylemeden, doğruyu söylemeden bağımsız bir bilme hali yok. Yani bilme kendine saklanabilen bir şey değil, paylaşılan, risk alınarak aktarılan, çekinceli bir biçimde iletilen bir şey. Hatta ancak ve ancak böyle var olan bir şey. Ve bir o kadar da direkt bir şey, tehlikeli bir şey. Foucault’ya göre has tanımı da şu:
Ne var ki parrhesia klasik metinlerde çoğu zaman bu aşağılayıcı anlamdan [ifade özgürlüğüyle eşanlam] ziyade olumlu bir anlama sahiptir. Parrhesiazesthai ‘hakikati söylemek’ anlamına gelir. Peki parrhesiastes doğru olduğunu düşündüğü şeyi mi söyler, yoksa gerçekten doğru olan şeyi mi? Bence parrhesiastes doğru olan şeyi söyler; zira o şeyin doğru olduğunu bilir ve o şeyin doğru olduğunu bilmesi, o şeyin gerçekten de doğru olmasından kaynaklanır. Parrhesiastes sadece dürüst olmakla ve düşüncesinin ne olduğunu söylemekle kalmaz; aynı zamanda onun düşüncesi hakikattir. O doğru olduğunu bildiği şeyi söyler. O halde parrhesia’nın ikinci özelliği, inanç ile hakikat arasında her zaman tam bir örtüşme olmasıdır.[4]
Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Parrhesia mutlak bir doğruya karşılık gelmez, ama aynı zamanda yanlış olabilecek bir şey de değildir. Daha ziyade salt şeylere, “şeylerin hakikati”ne dair olmadığından, söyleyişteki doğruluğu ifade eder (ve tabii, sözün teknik doğruluğuna, “gramatik doğruluğa” veya benzerlerine de mütekabil bulunmaz). Bundan kasıt tabii ki üslup değil, en azından genel anlamıyla. Daha çok, bugün “samimiyet” adını verdiğimiz, karşımızdakini kandırmama esasına dayanan, ama konuşmacıyı da (“konum”uyla beraber) yaralanabilir kılacak kadar karşı tarafa açan bir söyleme tarzı, bir söylem şekli. Dolayısıyla, parrhesia’nın bir şeyin doğruluğundan çok, doğruluğun kendisiyle, “doğru olma hali”yle ilgili olduğunu söyleyebiliyoruz ve bu, kişinin bunu kendisine ödev bilmesinde de temellenen bir doğruluk, hakikat (ama tabii “itiraf”la, Hermenötiğin Kökeni’nde bir tür “zorla söyletme” olarak tanımlanan söylem şekliyle de karıştırılmaması gereken bir tanesi, çünkü içeriye dair olsa da dışarıya dönük). Bu açıdan parrhesia kişinin “hakkaniyet”ini yansıtıyor ve kendinde yanlışlanabilir bir şey değil. Parrhesia’nın tehlikeli olması da, eleştirel görülmesi de bundan, zira çok az kişi, “söylenmesi gereken” şeyi kendinden ehemmiyetli olarak görecek denli doğru bildiğine layık, ki tam da bu nedenle Foucault, parrhesia’ya sahip olanların belli bir ahlaki/etik yaşam anlayışına da sahip olduğunu belirtiyor Doğruyu Söylemek’te (yani parrhesia’yı uygulmaya geçirenler olarak parrhesiastes’leri tanımlayan belli nitelikler de var; mürüvvet sahibi olma, “ödev bilinci”, açıksözlülük ve benzerleri gibi). Bu anlayış ki, bu cesaretlilik ve “doğru bildiğinden şaşmama” ki, doğruluğun böyle kavranmasını sağlıyor: Direkt, tehlikeli ve bir ödev.

En başa dönecek olursak: Bugün parrhesia’ya ihtiyacımız, parrhesia’nın bu olumlu anlamı dolayısıyla gibi görünüyor (ama bir yandan da aşağılayıcı anlamıyla parrhesia’ya, ifade özgürlüğüne cesaretlendirildiğimizi de görüyoruz, ki doğruyu söyleme sorumluluğunu, sadece kendi adımıza alabileceğimiz bir sorumluluğu alamayalım ve sadece söylemiş olmakla, en iyi halde “çoğunluğa uymak”la yetinerek vicdanımızı rahatlatalım). Dün, Foucault’nun zamanında, ondan da evvel Atina demokrasisinde parrhesia her ne kadar özgül bir konuşma şekli olsa da, bu tip bir söylem biçimine karşılık gelse de, yine de söylemler içinden bir diğeri olmayı kesmiyordu, kişinin “kendini bilme”sinden ayrı düşünülemeyecek denli temelli olmasına karşın. Bugün ise durum farklı. Bugün tehlike tüm direktliğiyle dışarıdan geliyor ve kişileri susma ile konuşma, doğruyu söyleme, basitçe parrhesia arasında bırakıyor. Otokrasilerin çıplaklaşması, soykırımların apaçık bir hal alması, savaşların dünyanın her bir köşesini kasıp kavurarak binlerce hayata son vermesi karşısında, parrhesia sözün düzleminde tek çare gibi, ki bu da, tüm bunlar karşısında sözün cesaretlenmesiyle durulabilir demek, en azından ilkesel olarak. Yani bugün, dünya ancak içeriden gelen ve dile vuran bir doğrulukla karşılanması halinde katlanılır. Diğer türlü ise katlanılmaz. Her ne kadar parrhesia ille de “acil mesele”lere dair olmak zorunda olmasa da, biraz da öyle. Parrhesia’nın aciliyeti, aciliyetin parrhesiastes’leri var kılmasından kaynaklı diyelim.
Öyleyse, bugünden baktığımızda, parrhesia’nın özgüllüğüyle ilgili şunu söyleyebiliyoruz: Parrhesia doğru bildiğini söyleme olmadığı gibi, kişileri doğru bilinen (ama daha çok salt inanılan) şeyleri söylemeye itme, dolayısıyla söz söylemeye zorlama da değil (yani basitçe “sessizlikten kopuş” değil). Zaten bu iki tavır esasında ifade özgürlüğünün iki farklı veçhesine denk: Biri bayağı haliyle parrhesia’yı, ifade özgürlüğünü kullanmaya, diğeri ise bu kullanıma (zorla) davete karşılık geliyor. Bugün ise ihtiyaç, parrhesia’nın sahiplenilmesiyle, her tür tehlikeyi göze alarak, olabildiğince direkt doğru bildiğini söyleyenlerin, parrhesiastes’lerin artışıyla tanımlanan bir “parrhesia’ya dönüş”. Toplu bir parrhesia hicreti. Yani kişilerin doğru bildiğinden şaşmadığı ve tabii doğruyu kendinden fazlası olarak bildiği, buna inandığı bir söz söyleme, konuşma, ifade biçiminin toptan bir yeniden kurulumu (ve bunun hem iktidara hem de çoğunluğa karşı yapılması).
Günümüzde, ancak parrhesia aracılığıyla sözün düzleminde yankısını bulabilecek bir dünyada, konuşmadan yazmaya, sözün ister anda isterse de kayıtlı olsun, her tür biçimini tanımlamalı ki söz, söz edilenle hakiki bir ilişki içinde olabilsin. Belki de bu nedenle Foucault şöyle söylüyordu Güzel Tehlike’de, yazarlığıyla ilgili:
Bundan dolayı beni yazmaya iten şey, belli bir bağın, hakikatin keşfedilmesi, sağlama bağlanması değil, o mesafeyi [şeylerle mesafeyi] su yüzüne çıkarmamı sağlayacak belli bir yazı biçimine, yazımda belli bir işleyiş tarzına, belli bir üsluba sahip olduğum duygusudur.[5]
Bu duygu, parrhesia. Bugün biraz da bu duyguyla konuşmalı, yazmalı.
NOTLAR
[1] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev. Kerem Eksen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s. 10. (Bu edisyonun baskısı yok, yeni edisyonun adı Söylem ve Hakikat.)
[2] a.g.e., s. 12.
[3] a.g.e., s. 12.
[4] a.g.e., s. 12.
[5] Michel Foucault, Güzel Tehlike, çev. Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 58.