John Updike:
Son büyük üslupçu
“Arzularıyla toplumsal baskılar arasında sıkışmış kahramanları yazmıştır Updike çoğunlukla. Ayrıntıları ince ince ören sabırlı bir göze ve dili bir virtüöz gibi kullanan oyunbaz bir kaleme sahiptir. Onun farkı, anlattığı bir sahneden önce arka fonu sabırla ve itinayla kurarken ortaya çıkar.”

John Updike, 1962.
Kurumsal anlamda eleştiri yazını bir yazarın belli başlı özelliklerini ortaya koyarak onun edebi yerini tanımlayabilir. Yazarın yarattığı dünya, dilin o dünyadaki önemi, kurduğu atmosfer, çağıyla ilişkisi, karakterlerinin özellikleri, ideolojisi ya da altından pek kalkamasa da iddiası veya edebi niyeti onun yapıtlarının ana unsurları olarak ön plana çıkarılabilir. Akademik makalelerin içeriğini büyük oranda bu unsurlar belirler. Ama okuyucu penceresinden bakınca, bir yazarı sevmenin birçok nedeni vardır. Bazen tek bir parlak cümle tüm bir kitabı temize çekebilir.
Bazı yazarlar söz konusu olduğunda ise sevginin niteliği daha da kişiselleşir. Hiçbir büyük teorinin ya da yazarla özdeşleşmiş yaklaşımın önemi yoktur orada. Okuyucu nezdinde salt alınan zevk, o kitapla birlikte geçirilen mutlu saatler ön plandadır. Genelde sanat, özelde edebiyat bu mutlu saatlerin en kişisel, en konsantre ve de en mahrem biçimidir zaten.
John Updike her iki anlamda da yoğun teveccüh gösterilen özel yazarlardandır. Amerikan edebiyatı söz konusu olduğunda denebilir ki, hem eleştiri dünyası hem de sıradan okuyucu için son büyük üslupçulardandır. Son büyük dil cambazlarından. Öyle ki, 11 Eylül faciasını anlatan bir yazısında betimlemelerinin çarpıcılığı olayın dehşetini arka planda bıraktığı için eleştirilecek kadar kelime seçimini önemseyen bir yazardır.
Korkutucu olduğu kadar ilham veren üretkenliğiyle de birçok yazınsal kimliği bünyesinde barındıran (romancı, öykücü, şair, sanat ve edebiyat eleştirmeni) Updike’ın 2009 yılında akciğer kanseri sonucu vefatıyla Amerikan edebiyatı önemli köşe taşlarından birini kaybetmiştir. 1932 yılında Pensilvanya’da başlayan hayatı adeta yazıya adanmış bir ömürdür. Ardında göz kamaştırıcı bir miras, yüzlerce öykü, eleştiri yazısı, şiir ve yirmiyi aşkın roman bırakmıştır.
1960 yılında yayımlanan Tavşan Kaç (Rubbit Run) romanıyla bir anda bütün dikkatleri üstüne çeker. Henüz 28 yaşında yazdığı bu romanla Philip Roth ve Saul Bellow’la birlikte en iyi modern Amerikan romancılarından biri olarak tanımlanacağı görkemli edebiyat kariyerine başlayacaktır. Bu romanın anti kahramanı Harry Angstrom yani namı diğer Tavşan, Jack Kerouac’ın Yolda (On the Road) romanının kahramanı Sal Paradise karakterinin tam zıddıdır. Özgür ruhlu, başına buyruk Sal kendisini Amerika’nın yollarına vurmuştur. Daha büyük bir hikâyenin parçası olmak için. Oysa bizim Tavşan, her ne kadar bundan rahatsızmış gibi görünse de, küçük ve sıkıcı bir kasabada evcimen bir hapishanenin içinde yaşamakta kararlıdır. Evlilik ve babalık hayatının içine sıkışmış, New York Times’ın tabiriyle, “daha yaşlı ve daha az konuşkan bir Holden Caulfield’dir”. Sal, Amerika’yı turlarken, Tavşan ise kasabayı turlar, metresiyle yatar, rahibin karısına sulanır. Updike kimi zaman canavarca davranan, kimi zaman acınası bir kişilik olan, banliyöye sıkışmış bu sıradan adam hakkında üç kitap daha yazacaktır.
1968 yılında yayımlanan Couples (Çiftler) romanı Amerika edebiyat dünyasına bomba gibi düşer. Updike’a göre şu hayatta kısa süreliğine de olsa insanı rahatlatacak yeni din artık sekstir. Ancak resmî formatın dışına çıkılıp yasak olanla cinsel ilişki kurulabilmelidir. Haz ancak onaylanmadığında teselli edicidir. Hikâye Massachusetts’in kurgusal bir kasabasında yaşayan ve birbirleriyle özgür cinsel ilişki yaşayan otuzlu yaşlardaki orta sınıf on çifte odaklanmaktadır. Updike’ın lirik dili en kaba sahnede bile bir güzellik bulur ve sizi ona boyun eğmeye mecbur bırakır. Romanda cinsellik ve aldatma, genel anlamda basit insan doğası ve temel içgüdüden daha fazlası olarak anlatılır; bazen sevginin ifadesi, bazen bir başkasının sevgisi aracılığıyla kendini gerçekleştirme arayışı, bazense ölüme karşı bir savunma refleksidir. Ötekinin bedenindeki sıcaklıkla ölümün soğukluğu değiş tokuş edilir. Daha sonra hakkında çıkan yazılarda ve biyografi kitaplarında Updike’ın da buna benzer ilişkiler yaşadığını, bu ilişkiler sonucunda ilk evliliğinin bitip ikinci evliliğinin başladığını öğreniriz. Updike için o dönemler bir hayli karmaşık geçmiştir. Sonradan Time dergisine verdiği bir mülakatta şöyle diyecektir:
“Mutluluk statik bir olgu değildir, mutluluk fedakârlıklardan, kayıplardan ve ihanetlerden oluşan karışık bir duygudur.”
Serinin ilk kitabının (Bech: A Book) 1970 yılında çıktığı Bech romanları ise Henry Bech adlı Yahudi bir yazarın hayatını anlatmaktadır. Bu kitaplarda Amerikan edebiyat dünyası hicvedilir. Updike, Henry Bech karakteri aracılığıyla kendisi hakkında da çok şey söyler. Konu sadece kendisi değildir ama. Henry Bech karakterinde biraz Saul Bellow vardır, biraz Philip Roth. Belki de bu nedenle Roth bu seriyi hiç sevmemiştir. Son kertede Updike bu seriyle edebiyat dünyasıyla ve bu dünyanın pek de sakin olmayan sakinleriyle tatlı tatlı dalgasını geçer.
En çok eleştirilen son romanı Terörist’te (Terrorist) mutsuz bir çocukluktan intihar bombacısına dönüşen, annesi Hıristiyan bir Amerikalı, babası ise Mısır kökenli bir Müslüman olan Ahmad’in hikâyesini okuruz. Ahmad kendilerini üç yaşındayken terk eden babasının dinine ilgi duymuş ve Müslüman olmaya karar vermiştir. Roman boyunca Ahmad, ABD’nin maddeci dünya felsefesine ve çevresindeki insanların yaşam şekillerine uzak durmaya çalışan bir Müslüman olarak tasvir edilmiştir. Ancak Updike bu romanda birçok klişeye düşmekten kurtulamamıştır.
Arzularıyla toplumsal baskılar arasında sıkışmış kahramanları yazmıştır Updike çoğunlukla. Amerikalı Protestan orta sınıf, banliyö yaşamı, mutsuz evlilikler, erkeklik halleri, kaçırılan fırsatlar, ölüm korkusu, Amerikan rüyasının beyhudeliği, bir kaçış olarak sunulan cinsellik ya da hüzünlü tensel arzular ana temalarındandır. Ama hepsinin ötesinde Updike ayrıntıları ince ince ören sabırlı bir göze ve dili bir virtüöz gibi kullanan oyunbaz bir kaleme sahiptir. Onun farkı, anlattığı bir sahneden önce arka fonu sabırla ve itinayla kurarken ortaya çıkar. Fiziki dünyanın en sıradan ayrıntısı, kanıksanmış bir eşya bile onun kurgusunda yepyeni bir şeye dönüşür. Kasabanın eski bir fabrikası, lokantası, okulu ya da parkı tüm detaylarıyla anlatılırken, okuyucu sadece söz konusu mekânın tarihini değil, aynı zamanda bir Amerikan banliyösünün vaat dolu kuruluş hikâyesini de öğrenir. Denebilir ki, Updike belki tüm büyük yazarlar gibi, en çok konu dışına çıktığında, anlatmanın zevkine kapılarak derinlere daldıkça ışığını yansıtır. Her ne kadar kendisi Faulkner’ı ekonomik olmamakla suçlasa ve bu yüzden Hemingway’i ona tercih etse de, okuyucu olarak biz kendisini en çok ekonomik olmadığı zamanlarda severiz.
Kahramanları bazen yollarda amaçsızca araba sürer bazen çok da tanımadığı bir ailenin yanında sıkıntıyla yemek yer; bazen eve gitmemek için hiç tanımadığı birine âşık olmak ister; bazen bir kediye bakarak tüm hayatı anladığını düşünür; bazen yanında yatan kadına ya da adama sevgiyle bakarken günün birinde öleceğinin farkına varır; bazen acımasız ve bencil, bazen saf ve yaralıdır.
Bazen din onlar için bir kurtuluş, bazense düpedüz bir sahtekârlıktır, ama tuhaf bir kibirle kendini kabul ettirme ve kendinde inat etme dürtüsüyle doludurlar; bazen sadece bir evi değil, o evle birlikte bir hayatı da terk eder, ama yine de mutlu olamazlar; hepsi çoğunlukla kaybeder, belki de en çok kazanırken, ama Cohen’e nazire yaparcasına “görkemli” bir şekilde kaybederler…

Updike kendisini etkilemiş olan yazarlardan bahsederken Melville, Proust, Nabokov ve Bellow’u sayarak kalemini ait hissettiği geleneği bir anlamda ortaya koyar. Nabokov’un kadın yazarları sevmemesi gibi, kendisi de romanlarında kadınlara karşı yaklaşımı nedeniyle feminist yazında sıklıkla eleştirilecektir, tıpkı Bellow gibi. Kimi eleştirmenlere göre kadınları yeterince yazmamış ya da onlara karşı yeterince adil olmamıştır, kimilerine göreyse karşımızda düpedüz bir kadın düşmanı vardır. Erkek bakış açısı ve onun cinsel etkileşimde kadına biçtiği rol Updike’ın zayıf karnı olarak görülmüştür hep.
Updike büyük buhran sırasında, yoksulluğun kıyısında bir yaşam mücadelesi veren bir ailede doğmanın zorluklarını nasıl da büyük bir avantaja çevirdiğini şu satırlarla anlatır: “Kurşunkalem ve kâğıt öteki oyuncakların tersine ucuzdu” der. “Kurşunkalem sessizdir, narindir, küçüktür ama mucizeler yaratır.” Ona göre bir çocuk yaratmaya başladığında göklere ait olduğu düşünülen Tanrısal yaratım imgesini yerle bir eder. Ya da bir çocuk basit bir kurşunkalemle Tanrı’yla özdeş hale gelebilir.
İkisi Pulitzer olmak üzere Nobel hariç alınabilecek bütün ödülleri almış olan Updike’ın Türkiye serüveninin ise pek parlak olduğu söylenemez. En ünlü romanları olan Tavşan serisinin ancak üç kitabı çevrilmiştir. Son romanı Terörist üstadın yorulduğunun bir göstergesi olarak okunsa da, yine de bir Updike metni olduğunu her sayfada hatırlatır. Bugün sahaflarda Amerika’da sansasyon yaratmış, çevirisi pek de iyi olmayan romanı Çiftler, Bech serisinden Bech Döndü ve S. romanlarının Türkçe çevirileri bulunabilir. Söz konusu olan bu kadar üretken bir yazarsa, bahsi geçen romanlar ağzımıza bir parça bal çalmaktan öteye gidemez elbet.
Updike, Türkçe okur için keşfedilmeyi bekleyen ışıltılı bir hazinedir hâlâ. Özellikle deneme ve eleştiri yazılarının toplandığı kitaplar bambaşka bir Updike portresi ortaya koyabilir. Eleştiri yazılarında nezaket her zaman ön plandadır, iyi olanı cömertçe ve hevesle övmekten kaçınmaz. Picked-Up Pieces’ın girişinde kendisinin de dediği gibi, “Yazarın ne yapmak istediğini anlamaya çalışın ve denemediği şeyi başaramadığı için onu suçlamayın”. Umarım doğru izi sürecek cesur ve titiz yayıncılar da bir gün bu hazinenin farkına varacak, tek bir cümlenin bazen tüm hayatı temize çektiğini başka başka okurlar da deneyimleme şansı bulacaktır. O güne kadar, hiç kuşkunuz olmasın, Tavşan Kaçmaya devam edecektir.
Önceki Yazı

İdeal gazete nasıl olmalı?
“Arkadaşımız Nizamettin Nazif’in beyninde bin bir gazete ve mecmua projesi uyur ve Nizam bunları arkadaşlarına zaman zaman anlatır. Biz kendisine ideal bir gazetenin nasıl çıkması lazım geldiğini sorduk. Velût bir yazıcı olan Kara Davut’un müellifi bize gönderdiği mektubunda ideal gazetenin (sıfatı zatiyesini) anlatırken, bugünkü gazetelerin eksik taraflarını da kendi düşüncesine göre gösteriyor.”