İnsanların En Gizli Hatırası:
Beyaz söz, kara kehanet
“Mohamed Mbougar Sarr'ın romanı yalnızca sömürgeciliğe değil, edebiyatın, yazarlığın ve kitap endüstrisinin kendisine de yönelen bir eleştiri metni.”
Mohamed Mbougar Sarr
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, henüz yazarlar postmodernizmin oyunbaz sularında yüzmeye başlamamışken; Batı dünyası kara derili yazarları ışıltılı renklerle kitap kapaklarına taşımamışken, Malili bir yazar vardı: Yambo Ouologuem. 1968 yılında Le devoir de violence [Şiddet Borcu] adlı bir roman yazdı. Acımasız bir mizahla dolu bu roman Le Monde’un kitap ekinde coşkuyla övülüyordu. Elbette, Kara Afrika’nın bu düzeyde bir entelektüel yetiştirmesine duyulan hayret de gizlenmiyordu. Roman, Prix Renaudot Ödülü’nü kazandı. Çeşitli ülkelere satıldı.
Üç yıl sonra ise intihal suçlamalarıyla büyük bir skandal patladı. Ouologuem’in romanında Graham Greene başta olmak üzere, birçok yazardan “alıntı” vardı. Ve Graham Greene elinde kılıç, metinlerarasılığın bu erken öten horozunun başını uçurmak için bekliyordu.
Ouologuem başına gelenlerden sonra ülkesine döndü ve 2017’deki ölümüne kadar bir daha hiçbir şey yayımlamadı.[1]
Le Devoir de violence şimdilerde Penguin Classics tarafından tekrar basılıyor. Bu kararda Malili yazara bir vefa borcundan çok, Mohamed Mbougar Sarr’ın onun hayatından ilhamla yazdığı, İnsanların En Gizli Hatırası adlı romanın 2021’de Prix Concourt Ödülü kazanması ve yarattığı büyük tartışmaların payı var sanırım.[2]
Kayıp metnin izinde
Mohamed Mbougar Sarr, İnsanların En Gizli Hatırası’nda Ouologuem’den ilhamla T. C. Elimane adlı Senegalli bir yazar yaratır.[3] Romanın anlatıcısı Diegane Latyr Faye, Paris’te yaşayan genç bir Senegalli yazardır. Faye, Elimane’ı ve onun İnsaniyetsizlik Labirenti adlı kayıp metnini duyduğundan beri takıntılı bir biçimde iz sürmektedir. İçgüdüsel olarak Elimane’ın ve kayıp metninin, kendisine olması gereken kişiyi göstereceğine inanır. Ne var ki Elimane “insaniyetsizlik labirenti”nde izini kaybettirmiştir. Faye de artık peşine düştüğü yazarın bir efsane olduğuna inanmaya başlar. Kara derili yazarların bir araya geldiği tartışma gruplarındaki fikir alışverişlerinin, ona nasıl yazması gerektiğini söyleyen okur yorumlarının zihninde uyandırdığı o sorular olmasa belki de unutacaktır, bir zamanlar eleştirmenlerin “zenci Rimbaud” olarak selamladığı Elimane’ı: Kimim ben ve niye yazıyorum?
Elimane kısa sürede intihalle suçlanmış, yayınevine açılan tazminat davaları sonucunda yazıya küsmüş ve ortadan kaybolmuştur. Faye, Elimane’ın metnine ulaşırsa, düşünüp yazan bir kara deriliyi konuşan bir ağaç kadar şaşkınlıkla karşılayan Batıda, Senegalli bir yazar olarak varoluşunu anlamlandıracağını hisseder.
Ne var ki Faye’nin hınzır bir öfkeyle resmettiği edebiyat ortamına, Elimane’ın o soylu yokluğu bile şifa olmayacak gibidir: Facebook’ta tanıttığında 1182 kişinin beğendiği ilk romanı Boşluğun Anatomisi, kendi cebinden satın aldıkları da dahil olmak üzere yalnızca yetmiş dokuz adet satmıştır. Kitabı okumadan cömert övgülerini sıralayanlar PDF’ini de istemekte, ne anlattığını sormaktadır. Faye, gazetelerde ve dergilerde “vaatlerle dolup taşan bilmem kaçıncı yeni genç yazar” olarak selamlanmakta, okunmayan romanı hakkında yorumlar yapılmaktadır.
Afrikalı yazarların bir araya geldiği, “Getto” diye anılan edebiyat gruplarında kimlik ve edebiyat üzerine ölgün tartışmalar dönmekte; “Biz neden yazıyoruz?” sorusu, soru çengellerinin ucunda asılı kalmaktadır. Birçok Senegalli için Boşluğun Anatomisi hiç yazılmaması gereken bir romandır… Faye, dilini bulmak zorundadır. Ondan egzotik Afrika’yı ya da “Karanlığın Yüreği”ni yazmasını bekleyenlere karşı bir cevabı olmalıdır.
İşte bu yüzden arar Elimane’ı Diegane Faye; bir daha boşluğa düşmemek için belki de…
Alegorinin aynasında Kara Afrika ve Batı
Senegalli yazar Marème Siga D.’yle otelde geçirdiği şehvetli bir gecede Faye, Elimane’ın bir efsane olmadığını anlar. Siga D., çantasından çıkardığı İnsansızlık Labirenti’ni Faye’nin eline tutuşturmuştur. Onun anlattığı hikâyeyle birlikte Elimane’ın sırrı yavaş yavaş aydınlanır; olağanüstü bir sembolizmle örülü, alegorik bir hikâye açılır önümüzde.
İnsanların En Gizli Hatırası
çev. Şirin Erkan Leitao
Everest Yayınları
Haziran 2024
504 s.
Elimane, Siga D.’nin kuzenidir. Siga D., öyküsüne “pis kokulu” ölü yatağını tiksintiyle andığı babasının odasını tasvir ederek başlar. Ousseynou Koumakh’ın yatağı, Siga D.’nin gözünde Senegal’in resmidir. Nefret edilmesi, unutulması, hatta ortadan kaldırılması gereken anavatanın simgesi.
Siga D. doğarak annesinin ölümüne neden olduğu için babası tarafından reddedildiğini düşünür; oysa gerçek başkadır. Kör bir kâhin olan Ousseynou Koumakh, kızının geleceğini görmüş, onun “onlar”, yani Batılılar gibi olacağını sezdiği için reddetmiştir onu.
Siga D.’nin Ortaçağ alegorilerini andıran aile hikâyesi, bizim de aşina olduğumuz, Batılı yaşam tarzı ile gelenek arasındaki çelişkili gerilim içinde ilerler. Ousseynou Koumakh ve tek yumurta ikizi Assane, babaları bir timsaha yem olduktan sonra amcaları tarafından büyütülür. Karakterleri taban tabana zıt olan bu iki çocuk, birbirlerinden nefret ederler. Küçük yaşta Kuran eğitimi almış, geleneklere göre yetiştirilmişlerdir. Ancak amcaları Ngor, “gelmekte olanı da görmek gerek” diyerek babalarının vasiyetini hatırlatır: Çocuklardan biri beyazların okuluna gitmek zorundadır. Gelecekte beyazların olacak bu ülkede, “onlar gibi olmak için değil, beyazlar kendi bakış şekillerinin yalnızca en üstün bakış şekli olmakla kalmayıp tek bakış şekli de olduğunu söyledikleri vakit onlara karşı çıkabilmek için”.
Beyazların okuluna gitmeyi seçen Assane olur. Hırslı ve sevimsiz Assane’ın bu tercihi, ahlaki ve bozulmamış olanın gelenekte bulunduğu düşüncesinin bir yansıması gibidir. Tanzimat romanının milli karakterlerinin, doğal olarak karşıtlarından daha ahlaklı, daha tutumlu, daha iyi olmalarına benzer bir ikili karşıtlıklar dünyasıdır bu.
Ousseynou, uğursuz bir önseziyle ikizinin gidişinin felaket getireceğini hisseder:
Bir taraftan kardeşimden kurtulduğum için mutluydum çünkü gidecekti, ama diğer taraftan içimden bir ses, onun gidişinin büyük felaketlerin habercisi olduğunu söylüyordu. Dünyamızda açılan bir yarıktı bu ve henüz ne oradan neyin girebileceğini ne de neyin dışarı çıkabileceğini biliyorduk. (s. 165)
Batı ve Doğu, beyaz Batı ile Kara Afrika, Assane ve Ousseynou gibi tek yumurta ikizi midir? Bu alegorik hikâyeye bakılırsa öyle. Esrarengiz, mistik ikiz hikâyelerinden biri bu. Farklı yollara giden, birbirlerinin ölümünü hazırlayan ama birbirlerini daima hisseden ikizlerin hikâyesi.
Ousseynou, İslami eğitimle yetişirken, beyazların okulunda aldığı eğitim Assane’ın “insanları ayartmaya olan düşkünlüğünü” artırmıştır. Assane yaz tatillerinde geldiği köyde, güzeller güzeli Mossane’ye âşık olur. Ne var ki Ousseynou de aynı kıza tutulmuştur. Mossane iki kardeş arasında kalmıştır; ikisini de sevmektedir.
Ousseynou, onu lüksü, ihtişamı, yalancı bir özgürlüğü seçmekle suçlar. “Kışkırtıcı bir hayat tarzının ve uluorta sigara içmenin Assane’ın dergilerde gösterdiği şu beyaz kadınlar gibi olmaya yeteceğini zanneden Afrikalı bir kadındı[r]” Mossane (s. 175). Fatih Harbiye kavşağında sıkışıp kalmış Neriman gibidir adeta. Assane’ın ona okuduğu ve çevirisini yaptığı kitaplardaki kadın karakterlere benzediğini zanneden Afrikalı bir Bovary… Kadının okuyarak baştan çıktığı, geleneğin çemberinden uzaklaştığı, ahlakını yitirdiği anlatıların bir örneğini okuruz burada.
Milli ve geleneksel olan erkek ile Batılı ve yoz olan arasında kalan kadının yapacağı seçim, soyun ve geleneğin devamını da sağlayacağı için önemlidir. Bu yüzden, Mossane’nin, çocuk yapmak için Ousseynou’yu seçmesi bir anlamda Batıya karşı kazanılmış bir zaferdir: Mossane, Assane’yle birlikte şehre gider. Bir kazada gözlerini kaybeden Ousseynou, ne kadar arasa da onların izini bulamaz. Kendini gizleyen Mossane, Ousseynou’nun kaldığı hana gelir ve kendini bir fahişe gibi tanıtarak onunla sevişir. O gece hamile kalır. 1914’te Fransa için savaşmaya giden Assane ise ardında bıraktığı çocuğun Ousseynou’nun olduğunu bilmez.
Batılı yaşamı seçen kadının gönlünün aslında “milli ve geleneksel” erkekte olması ve gelecek nesli onunla üretmesi, ulusun ve kültürün saflığı açısından zorunludur. Assane, gittiği savaştan bir daha dönmez. Annesinin Elimane adını verdiği çocuk, ilk başta amcası diye bildiği Ousseynou’nun verdiği İslami eğitimle büyür. Ancak daha sonra annesinin isteğiyle, “Kendi kültürlerine hükmetmiş ve onu hırpalamış bir kültürün aydını olma hayalini” gerçekleştirmek için beyazların okuluna gider (s. 203). “Bunu nasıl açıklamalı?” diye sorar Ousseynou:
Genlerinde yazılı kişisel bir bozuklukla mı? Beyaz medeniyetinin güçlü cazibesiyle mi? Alçaklıkla mı? Kendine duyulan nefretle mi? Bilmiyorum. Ve bilgisizliğim de tam olarak dramın merkezi. Beyazlar geldi ve en yiğit kimi oğullarımız deliye döndü. Zırdeliye. Onlara, yani efendilerine deli gibi âşık oldular. Assane ve Elimane bu delilerden. Mossane’yi terk ettiler ve böylece o da aklını yitirmeye başladı. (s. 203)
Elimane’ın tek arzusu yazar olmaktır. Annesini ve amcasını yıllarca arayıp sormaz. Bir gün, onun eğitimine vesile olan misyoner rahip, elinde bir mektup ve paketle çıkagelir. Elimane mektup yazmış, onlara ilk romanı İnsaniyetsizlik Labirenti’ni göndermiştir. Rahip kitabın çevirisini üstlenmeyi teklif eder, fakat Ousseynou bu teklifi reddeder. Kitabı da, mektubu da Mossane’ye göstermez. Bu reddediş, beyaz sözün reddidir – çevirinin mümkün olmadığı iki uzlaşmaz dünyanın ifadesi. Ousseynou, romanı ait olduğu dünyanın bekçisine, Siga D.’ye teslim eder.
İntihalle suçlandıktan sonra ortadan kaybolan Elimane Paris’te ve Arjantin’de bir hayalet gibi dolaştıktan sonra köyüne döner. Yıllar sonra, amcası bildiği babasının yolunu seçecek, yazıyı bırakıp kehanete yönelecektir. Oysa roman yazarak şimdiki zamanı ele geçirmek istemiştir. Kara derili her yazar gibi geçmişin hayaletlerini ya da atalarının izlerini kovalamak değil, roman aracılığıyla beyazların bugününe sızmak istemiştir. Roman yazmak, “şimdi” ve “burada” olmanın tek aracıdır sanki. Metinlerden alıntılarla ördüğü romanı, onun beyazların edebi geleneğine ait olduğunun göstergesidir.
Ama Batı, Elimane’ın şimdiki zamanı fethetmesine izin vermez; onu bütün sürgünlerin sürgün olduğu geçmiş ülkesine hapseder. Doğuyu ve Afrika’yı saatlerin hep geçmişi vurduğu, kör kâhinlerin mitik bir zamanı dillendirdiği bir zamansızlık labirentine mahkûm etmiştir. Bu yüzden, Elimane elinde tuttuğu “şimdi”yi bırakıp geçmişe döner; Ousseynou gibi yazısızlığa. Artık etrafında kitap görmek istememektedir. Batıyı da onun ürününü de –romanı– reddeder. Şimdi geleceği görme sırası ondadır: gönül gözüyle görme zamanı. Afrika bir kez daha sözsüzlüğe mahkûm edilmiştir.
Yalnızca Batı değildir burada özcü davranan. Elimane da rasyonel alanı Batıya bırakmış, Kara Afrika’yı bir kez daha egzotikleştirmiştir. Afrika, küçük tanrıların cirit attığı; kalp gözüyle görenlerin, sezgiyle konuşanların yeri haline gelir. Vivek Chibber’in saptaması sanırım Elimane’ın hikâyesi için de geçerli: “Maduniyet Çalışmaları’nın yereli, özeli […] yüceltmesi, Doğu’nun egzotikliğini meşrulaştırmakla sonuçlanıyor.”[4] Terry Eagleton’ın, dediği gibi “postkolonyal kültürün kendine özgü sorunlarının, yanlış bir şekilde, oldukça farklı bir sorun olan Batı tarzı ‘kimlik siyaseti’ sorununun altında toplanması”nın bir sonucuydu belki bu.[5]

Batının rasyonaliteyi, bilimi; Doğu’nun ise duyguyu ve maneviyatı (dini?) temsil ettiğine dair özcü düşünce, oryantalizmin olduğu kadar garbiyatçılığın ve oto-oryantalizmin de temelini oluşturur. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bizim olanın manevi, dolayısıyla yüce olarak çizildiği metinler oto-oryantalizmin tipik örnekleridir. Kendini ezeli ve ebedi bir biriciklik, benzemezlik söylemiyle koruma altına alan mağdurun dilinin, efendinin kibirli özcülüğüyle aynı imgeyi ürettiği çoğu zaman yok sayılır. Oysa, buharlaşmayan hiçbir katılık, kapitalizmin çözüp dağıtmadığı hiçbir coğrafya ve toplumsal ilişki yoktur. Dünyanın katılaşmış bir müze olduğu fikri, postmodernistlerin kuruntusudur.
Sarr’ın, Elimane’ın öyküsünü taşıdığı nokta, sömürgeci şiddeti “yanlış okuma” olarak adlandırıp (Elimane, eleştirmenleri okumayı bilmedikleri için cezalandırmaktadır) istemeden de olsa hafifletmesi, edebiyatın toplumsal üretimden soyutlanıp fetişleştirilmesinin olduğu kadar, özcü bakışın da bir sonucu. Batı’nın aracını, yani romanı bırakıp kutsal kitaplardaki peygamber sözüne dönmek, Afrika’yı bir kere daha akrebin ve yelkovanın olmadığı bir çağa hapsetmektir.
İlginçtir ki, Elimane beyazların okuluna gitmeden önce aldığı geleneksel eğitim sayesinde beyaz efendiye gereken cevabı verebilmiştir. Bunu annesine borçludur: Mossane, soyun devamlılığını teslim ettiği “milli” erkekle, geleneğin sürekliliğini de sağlamıştır.
Faye, Elimane’ın izini sürerken geçmişte onun romanı hakkında yazan eleştirmenlerin neredeyse hepsinin intihar ettiğini öğrenir. Görünüşe göre Elimane, Ousseynou’dan devraldığı yetenekle insanların zihnine girip onları yönlendirebilmektedir. Kara Afrika, beyaz Batıya mistik güçleriyle savaş açmıştır. Belki de bu, Faye’nin, burnundan kıl aldırmayan Batılı yazarların görmek istediklerini söylediği resmin ta kendisidir. Sarr, Elimane’ın hikâyesini anlatırken, öfkeyle andığı “egzotikleştirme” tuzağına düştüğünün farkında mıdır bilinmez ama bu, politik analizden yoksun bir “mağduriyet” söyleminin şikâyet edilen imgeyi yeniden üretebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek.
Yol ayrımında
İnsanların En Gizli Hatırası’nda Elimane’ın metnini okuyup kendi yönünü çizen üç yazar var. Üçü de Senegalli: Elimane’ın kuzeni ya da kardeşi olan Siga D.; Musimbwa ve Faye. İnsaniyetsizlik Labirenti bu üç yazarı bir yol ayrımına getirir.
Siga D., kan bağıyla bağlı olduğu Elimane’a rağmen baba yurduna sırtını döner. Belki de geleneğin bir kadına verebileceği hiçbir şey kalmadığı için Senegal’i yok sayar. Kökleriyle barışmak üzere ülkesine dönen bir erkeğin hüzünlü adımlarını izlemek, onun romantik ve muhafazakâr anlam arayışlarına ortak olmak bir kadın için zordur; Siga D. bunu bilir belki de.
İnsaniyetsizlik Labirenti, Musimbwa’ya ise gözleri önünde öldürülen anne babasını hatırlatır. Elimane, onun gözünde “olmaması gereken ama yavaş yavaş dönüştükleri” biridir. Musimbwa, Faye’ye yazdığı mektupta Elimane’ı “sömürgeciliğin en iyi sonuçlanmış ve en trajik ürünü” olarak tanımlar; o, “yabancılaşmanın tüm hüznü”dür (s. 463). Bu yüzden beyazların yurdundan çekip gitmeyi önerir; aksi takdirde her biri Elimane’a dönüşecektir. Musimbwa’ya göre yazarın ne yazması gerektiğini keşfetme süreci, belirli bir mekân gerektirir –yani yazı, yalnızca doğru yerde anlam kazanır:
Sen daima kültürel arada kalmışlığımızın bizim gerçek alanımız, evimiz olduğuna ve sorumluluğu üstlenilmiş trajediler gibi, medeniyet piçleri gibi, piç oğlu piç gibi, katil bir başka tarihin tarihimize tecavüzünden doğan piçler gibi orada mümkün olan en iyi biçimde yaşamamız gerektiğine inandın. Yalnız, korkarım şu senin kültürel arada kalmışlık olarak adlandırdığın şey, halihazırda devam eden yıkımımızdaki bir başka kurnazlık. Benim değiştiğimi düşüneceğini biliyorum, ben ki yazarı değerli kılanın yazdığı yer olmadığını, ve söyleyeceği bir şeyler varsa her yerde evrensel olabileceğini düşünürdüm. Bunu hâlâ düşünüyorum. Ama artık ne söylemek istediğimizi öyle her yerde keşfetmediğimizi de düşünüyorum. Her yerde yazılabilir. Ama gerçekten ne yazmamız gerektiğini bilmek ve anlamak her yerde yapılabilecek bir iş değil. Bunu Labirent’in müsveddesini okurken anladım. (s. 465)
Faye, Elimane’ın izini sürerek gittiği Senegal’de, azgelişmişliğin doğurduğu zulmün bütün acınası sahnelerini görür; okurlar tarafından “ev zencisi” olmakla suçlanır. (Öyle ya, dünya yanarken Boşluğun Anatomisi ne ola?) Senegal’de tek muhalefet biçiminin intihar olduğunu savunan arkadaşının yanan bedeni karşısında, yeni bir dil bulması gerektiğini düşünür ama sonunda yine Paris’e döner. Elimane’ın döngüsünü kırmıştır. Elimane için duran saatler Faye için tekrar çalışmaya başlamıştır. Yirmi birinci yüzyılda, Senegalli bir yazarın evinde oturup kendi dilinde yazdığı romanların bir karşılığının olmadığının farkında olduğu için belki de.
Üstelik terkisinde, geleceği gören Elimane’ın yayımlanmasını vasiyet ederek bıraktığı elyazmaları da vardır. Faye bu vasiyeti çiğner; çünkü ona göre İnsaniyetsizlik Labirenti’nin yanına bile yaklaşamayacak bir metin yayımlanmamalıdır. O, en başından beri metnin peşindedir; estetiğin.
Elimane, Faye’ye kime dönüşmesi gerektiğini öğretmiş midir bilinmez; ama kitap endüstrisinin bir süre daha kara derililerin “umut veren” yazarlarını dâhiyane pazarlama stratejileriyle satışa sunacağı, “egzotik” öfkeyi ödüllere boğacağı kesin. Üstelik kapakta, Faye’nin alay ettiği o tanıtım cümlelerinden biri mutlaka yer alacaktır:
W. Böyle bir ödül alan ya da bu tip bir akademiye giren ilk Siyah roman yazarı: Kitabını okuyun, büyük ihtimalle harika bulacaksınız. (s. 337)
İnsanların En Gizli Hatırası, yalnızca sömürgeciliğe değil, edebiyatın, yazarlığın ve kitap endüstrisinin kendisine de yönelen bir eleştiri romanı. Kayıp bir metin üzerinden sömürgecilik eleştirisi yaparken zaman zaman düştüğü özcülük tuzakları ve oryantalist imgeleri yeniden üretmesi, postkolonyal edebiyatın kendi iç çelişkilerini tartışmaya açacaktır.
Eleştirinin kelle koltukta yapıldığı günümüzde, edebiyatın da, yazarın da, okurun da “umut veren genç siyahi yazar” ve benzeri bön klişelerden fazlasını hak ettiğine inananlar (ve belki de bu sebepten intihara sürüklenmeyi göze alması gerekenler) için vaatkâr bir roman.[6]
NOTLAR
[1] Vanessa Thorpe, "African writer ruined by row with Graham Greene finally gets chance to shine", The Guardian, 10 Aralık 2023.
[2] Mohamed Mbougar Sarr, İnsanların En Gizli Hatırası, çev. Şirin Erkan Leitao, İstanbul: Everest Yayınları, 2025.
[3] İnsanların En Gizli Hatırası'na dair Umut Dağıstan’ın yazısı için K24’e bkz.
[4] Vivek Chibber, Post-Kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti, çev. Afife Yasemin Yılmaz, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s. 437.
[5] Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, çev. Uygar Abacı, İstanbul: Literatür Yayınları, 2006.
[6] Kitaptan sayesinde haberdar olduğum Görkem Akgöz’e teşekkürlerimle…