Gidenlerin ardından, kalamıyorum, kalacağım
“Bir kuşak olarak gidenlerin ardından konuşmaya başladığımız yaştayız. Bu demek ki, ölüm bizim için burada. Yakın aralıklarla Genco Erkal’ı, Ferit Edgü’yü, Afşar Timuçin’i ve gönlümüzde yer tutan pek çok güzel insanı kaybettik...”

Genco Erkal, Ferit Edgü, Afşar Timuçin
Bir kuşak olarak gidenlerin ardından konuşmaya başladığımız yaştayız. Bu demek ki, ölüm bizim için burada. Yakın aralıklarla Genco Erkal’ı, Ferit Edgü’yü, Afşar Timuçin’i ve gönlümüzde yer tutan pek çok güzel insanı kaybettik ama ben bugün kısaca bu üç kaybın düşünmeye zorladıkları üzerine yazacağım.
Ferit Edgü, Türkiye entelektüel dünyası için pek çok şeydir. Hepsi olumlu da değildir bunların ama bize bir şey öğretmiştir, orası kesin.
Anılanları anılmayanlarla anmak gerekir. Kişinin üstünde pek de durulmayan, akla ilk gelmeyen yönleridir çoğu zaman asıl kimliğini kuran. Çerçevenin dışında dururlar. Dışarıda oldukları için de içerisi denen yapıntıyı kurarlar.
Ferit Edgü, Yazmak Eylemi’dir. Hakkari’de Bir Mevsim (asıl ismiyle “O”) değildir. “O” olmamışlığı orijinal adın bile kitaba yapışmamışlığında gizlidir. Lakin bu konu başka, geçelim. Ferit Edgü, Yazmak Eylemi’dir. 1980 yılında yayımlanmış kitap deneme türünde diye anılır ama bugün daha geçer olarak “anlatı” janrı altında değerlendirilmesi yerinde olur. Anlatının geniş düzlüğü içinde öykü deseniz olur, roman deseniz olur, şiir bile dense gideri vardır günümüzde bu kitap için.
Bu kitapta Edgü, 14 Şubat 1980 tarihinde Dev-Sol’un çağrısıyla gerçekleştirilen kepenk kapatma eylemini konu edinir. Ancak ne olduğunu açıklamak/anlatmak yerine olayı 101 farklı üslupta yazma çabasına girişir. Çünkü “yazmanın kendisinin eylem olduğunu” söyler özünde. Kitap boyunca 101 karakterin gözünden değil belki ama 101 farklı perspektif diyebileceğimiz birbirine dolanan ötekilikler içinden tek bir “olay” yeniden kurulmaya çalışılır ki bu, kabul etmek gerekir ki çok şeydir. Hele ki 1980 yılında.[1]
“Olay”ın ne söylediği kadar “nasıl” söylediği/söylendiği de elbette yazarın meselesidir ve belki de burada “nasıl” daha da önemlidir; Edgü bize bunu anlatır. Lakin edebiyata inanan biri olarak hemen altını çizmeli – hakkını vermek gerekir ki, edebiyatın tarihe etkisi kadar, tarihin de edebiyata etkisi bakidir. Bu “olay”dan 6 ay sonra 1980 darbesinin gelmesinin kitaba etkisi edebiyat tarihimizde masaya yatırılmadan kalmıştır.[2]
Schelling, “Neysem, ancak eylemem yoluyla oyum” diyordu.[3] Haklıdır ama mesele gelir, sonunda eylemin tanımında tıkanır. Edebiyat ve sanat burada, bunun için vardır. Ferit Edgü’nün bildiği budur.
Genco Erkal’ı çokça klişeleştiğini düşündüğüm dramatik Nâzım performansıyla değil, Samuel Beckett oyunundaki inanılmaz Hamm performansıyla anımsayacağım.
Bunun birkaç sebebi var ama en çok göz ardı edileni, Beckett gibi bir karakterin Marksist camiayla kesiştiği anlarda gizlidir. Ben’in dünyasında kendini bulamayan sosyalist/komünist bir toplumla başa çıkabilecek midir?
Bu anlamda Genco’nun hamlesi tek olmasa da ciddi bir hamledir.
Dostlar Tiyatrosu’nun müthiş performansını o dönemde Ankara’da izleme şansı bulmuştum. Genco Erkal’ın tekerlekli sandalyede yaşamının son yıllarını geçiren, kör Hamm’a sınırlı sayıdaki jestle bunca güçlü bir karakter vermesi beni şaşırtmıştı. İçinde neredeyse hiçbir şey bulunmayan bir odada ayağa kalkamayan bir efendi (baba) ile oturamayan bir uşağın (oğul) dışarısı olmayan bir içte nasıl hayatta kalabildiğini deneyimlemek Türkiye’ye dair çok şey söylüyordu.
Başarının bir kısmı aynı zamanda Beckett’in dostu ve bir Beckett yönetmeni olan Pierre Chabert’e ve sahne tasarımını yapan Avigdor Arikha’ya aitti elbette. Ancak yine de Genco’nun kötürüm Hamm karakterinde bugünle kurduğu diyaloğun onun sözü olarak Türkiye’de daha güçlü adımlarla dolaşmakta olduğunu düşünüyorum.
Son olarak, felsefenin sınırında değil, içinde bir hocaydı Afşar Timuçin. Aynı zamanda materyalist felsefi düşüncenin Türkiye’deki en önemli kalelerinden biriydi. Şairliğinden ziyade felsefedeki katı ekolcülüğü kaldı bende geriye.
Tarihsel ve diyalektik materyalizm üzerine çok şey öğretti ama kendi doğrusunun dışına bakmak dahi istemeyen düşünce adamının katılığının ne anlama geldiğini daha da çok öğretti.[4]
Bu da Marksizmin bugün içinde olduğu “hal” üzerine bir şeyler söylüyor sanki.
Güzel bir son kesişme olacak: Beckett’in Godot’yu Beklerken’ini de Türkçeye ilk kazandıran Ferit Edgü’dür bildiğim kadarıyla. Genco da, oynamadan önce Oyun Sonu’nu yeniden Türkçeleştirmişti.
Bizim kuşağa kalıt bu üç büyük ismi Oyun Sonu’nun karakterleri gibi görüyorum bir bakıma. Hangisinin hangi karaktere karşılık geldiğini düşünmekten çok sahnenin içinde, anlatılamayacak olanı anlatmak adına durmaksızın yer değiştirdiklerini görüyorum. Dördüncü karakter, hesaba katılmış aktör olarak biz, seyirciler olabiliriz elbette.
Badiou, Beckett tiyatrosunun en önemli özelliklerinden birinin “kapalı mekân” olduğunu söyler. Birbirine asla indirgenemeyecek olan dil ve görüntü aynı uzamda buluşmak zorundadır. Bu zorunluluk varlığı kurar.[5]
Lakin bu kapalı mekân bizim bütün varoluşumuzu belirlediği kadar buluşmalarımızın da mekânıdır.
“Devam etmek gerekiyor. Devam edemiyorum. Devam edeceğim.”
Beckett’in Adlandırılamayan’ından kalan budur. Budur. (Ünlemsiz.)[6]
NOTLAR:
[1] Kitabın bir çeviri girişiminin sonucu olması ise edebiyat tarihimiz açısından masaya yatırılması gereken bir başka konudur.
[2] Ahmet Oktay, Hakkari’de Bir Mevsim için “yazılmasa yazılmadan kalacaktı” diyordu, yazmak eyleminin önemine dikkat çekmek için. Ahmet Oktay, Anlatıların Aynası – Yazınsal Eleştiriler 2: 1954-2000, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 70. Öyle mi gerçekten? Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın yönettikleri İki Dil Bir Bavul (2008) filmi geliyor hemen aklıma. Eminim derinliğine bakılsa hem edebiyattan hem diğer sanat alanlarından çok başka örnekler de bulunabilir. Ben, Yazmak Eylemi’nin yazılmadan kalacağını düşünmüyorum ama yine de bu tarihte, bu olay üzerine ve Ferit Edgü tarafından yazılmış olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
[3] F.W.J. Schelling, Transandantal İdealizm Sistemi, çev. Merve Ertene, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2022, s. 89.
[4] 1973 yılında Yeni Ufuklar’da yayımladığı yazıdan şu satırlar meramımı benden iyi anlatacaktır: “Büyük sanatçı olabilmek için büyük insan olmak gerekir. Sanat büyük iştir. Büyük işleri ancak büyük insanlar kıvırabilir. Dünyası küçücük bir adam, yüreği daracık bir adam, aklı kısacık bir adam, ilkeleri sarsak bir adam büyük şair olamayacaktır... Her büyük sanat küçük gözleri kör eder. Büyük sanat çok kişinin, özellikle küçük sanatçıların uykusunu kaçırır... Bir büyük sanatçı göçer, yerini bir başka büyük sanatçı doldurur. Küçük insanlara rahat yok mu bu dünyada? Küçük insanlar, küçük sanatçılar rahat yüzü görmeyecek mi? Görmeyecek. Büyük sanatçılar varoldukça, görmeyecek, göremeyecek. Sel gidecek, kum kalacak.” (Bkz. Behçet Çelik, "Afşar Timuçin'i Bir Denemesiyle Anmak", K24)
https://www.k24kitap.org/afsar-timucini-bir-denemesiyle-anmak-4742
[5] Alain Badiou, Beckett-Tükenmeyen Arzu, çev. Zeynep Turan, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2018, s. 28-29.
[6] Bu yazıyı tamamladığım gün Replikas’ın kurucularından ve solisti olan Gökçe Akçelik’in ölüm haberi geldi. Replikas’ın arayıp durduğu sound’da bu yazıda andığım bütün duygular olanca canlılıklarıyla durmaktadır. Haydi Çekirge Dansı’nı yeniden çalalım.
Önceki Yazı

Okuma notları:
Değişmeyi İstemek Üzerine
“Barthes’ın ifadelerini ödünç alırsam, bana kalırsa Phillips okura 'sadece bir alan, yayılmak için kullandığı bir hazne' muamelesi yapıyor. 'Gündelik hayatın psikanalizi'ni seri üretime geçirmiş bir yazar için belki kaçınılmaz bir sonuç bu.”