Okuma notları:
Değişmeyi İstemek Üzerine
“Barthes’ın ifadelerini ödünç alırsam, bana kalırsa Phillips okura 'sadece bir alan, yayılmak için kullandığı bir hazne' muamelesi yapıyor. 'Gündelik hayatın psikanalizi'ni seri üretime geçirmiş bir yazar için belki kaçınılmaz bir sonuç bu.”

Adam Phillips, Londra'da evinde, 2016. Fotoğraf: Richard Saker
Adam Phillips’in çağımızın en iyi psikanalitik denemecilerinden biri, hatta belki de en iyisi olduğu söyleniyor. Kuşkusuz, Phillips insana dair basit ama vurucu meseleleri psikanaliz penceresinden akıcı bir dille anlatmada mahir; bu konuda hakkını teslim etmek gerek. Öte yandan Phillips’i okumaya her teşebbüs ettiğimde karşımda beni bir şeylere ikna etmek için hızlı hızlı konuşan biri olduğunu izlenimine kapılmaktan kendimi alamıyorum. Tıpkı Freud’un fıkrasındaki[1] gibi bana, yani okura bir şeyler satmaya çalışıyor sanki ve eğer bir an olsun nefeslenmek için durursa ona yöneltebileceğim sorulardan veya fikrimi değiştirme ihtimalimden çekinen bir yanı olduğunu seziyorum. Barthes’ın ifadelerini ödünç alırsam, bana kalırsa Phillips okura “sadece bir alan, yayılmak için kullandığı bir hazne” muamelesi yapıyor. “Gündelik hayatın psikanalizi”ni seri üretime geçirmiş bir yazar için belki de kaçınılmaz bir sonuçtur bu.

Değişmeyi İstemek Üzerine
çev. Aydın Çavdar
Ayrıntı Yayınları
Haziran 2023
144 s.
Değişmeyi İstemek Üzerine’yi Remzi Kitabevi’nin “Çok Satanlar” rafında görünce “bu kadar insanın bir bildiği vardır” şiarıyla Phillips’e bir şans daha vermek ve bu defa gerekirse iki cümlede bir frene basarak kendimi metinle tartışmaya zorlamak, bu yazarla yıldızımın neden bir türlü barışamadığını anlamaya çalışmak istedim. Bu yazıda Phillips’in aceleci düşünce akışını takip etme çabamın hem meyve verdiği hem de hüsrana uğradığı yerlere değinerek kitabın ele aldığı konu(lar) kadar Phillips’in yazarlığını tartışmaya açmak istiyorum.
Kitabın dört ana bölümünden ilki olan “Konversiyon Histerisi”nde[2] Phillips “konversiyon” kavramını psikanalizdeki, dindeki, sözümona eşcinsellik “tedavilerindeki” kullanımlarından yola çıkarak insanın ne zaman, nasıl, ne yönde “dönüştüğüne” dair bolca soru sorsa da bunların pek azını yanıtlıyor, verdiği yanıtları yer yer yarım bırakıyor (“Bunun bir açıklaması şu olabilir” diyor örneğin ama ikinci bir açıklama duyamıyoruz) veya bazen de soruyla ilgisiz bir fikre kaptırıyor kendini. Retorik sorular veya yarım bırakılmış (kalanı okura bırakılan) tartışmalar deneme yazılarının olağan parçalarıdır ama, bunlar Phillips’te okuru daha fazla soru sormaya, düşünmeye teşvik etmekten veya konunun can alıcı bir boyutunun altını çizmekten ziyade yazarın bir bakıma sesli düşündüğü, aklına gelen birtakım fikirleri serbest çağrışımla peş peşe dizdiği izlenimi yaratmaktan öteye gitmiyor. Sorular ve savlar kendi başlarına ilgi çekici olsa da bir bağlama oturmuyor, birbirlerini beslemiyorlar.
Örneğin, bölümün ilk sayfalarında Phillips her nedense bir liberalizm bahsi açıp uzun uzun liberaller dönüşüm sever mi, severse nasıl sever gibi konulara giriyor.
Liberaller, genel olarak, eğitimi dönüşüme tercih eder –genellikle birinin diğerinin panzehiri olduğunu ima ederler– ve bu nedenle karşılıklı fikir alışverişini ezberci öğrenmeye, çoklu bakış açılarını özel açıklamalara, muhalefeti konformizme tercih ederler (biz de tercih ederiz) ve bazen de tanımlamayı açıklamaya tercih ederler. (s. 23)
Biz kimiz? Phillips burada kimin adına söz alıyor? Ve tabii, liberallerin ne düşündüğü neden bu kadar önemli? Bu sorulara bir yanıt alamıyor, tartışmanın bağlamını zihnimizde canlandıramıyoruz. Ardından, İngiliz Danışmanlık ve Psikoterapi Derneği’nin (BACP)“konversiyon (dönüşüm) terapisi” karşıtı açıklamasından yola çıkarak bu tür “terapi”lerde neyin dönüştürülmeye çalışıldığını, bunun dönüşüm kavramının kendisine dair neler söylediğini tartışıyor. Phillips burada da dayanağı belirsiz iddialar atıyor ortaya. Örneğin, “dil birincil dönüşüm aracı”dır diyor, “dili şeytani bir şeymiş gibi düşündüğümüz”ü söylüyor, “en büyük arzumuzun baştan çıkarılmak olduğu bir dünyanın nasıl bir yer olacağını” merak ediyor (nedir ki en büyük arzumuz?) ve bu kısımda nihayet psikanalizin “en iyi şekilde bir tür dürüst ikna olarak” tanımlanabileceği görüşüyle bitiriyor sözünü.
Phillips’in bu bölümde beni görece hareketlendiren bir düşüncesi oldu. Bölümün en sonunda şöyle diyor yazar:
Ancak şimdi, Freud’un söyleyemediği bir şekilde şunu söyleyebiliriz ki, analistin ne rahip ne de bir tür sigortacı olması gerekir. Ve psikanaliz, o halde, dönüşme ve dönüştürülme arzusuna direnilen bir sohbet biçiminde tasavvur edilebilir. Artık dönüşümün mümkün olmadığı durumlarda insanlar arasında neyin mümkün olduğunu bulabileceğimiz bir sohbettir. Psikanalizde analiz edilen unsur, dönüşme ve dönüştürme arzusudur. (s. 32)
Burada “dönüşüm”ün Phillips’in kullandığı haliyle çok katmanlı anlamını aklımızda tutarak düşünmek gerekiyor. Diğer bir deyişle psikanalizde direnildiğini söylediği dönüşüm, hem bir tarafın diğerini saflarına katması hem de konversiyon semptomundaki gibi bir çatışmanın, örneğin, somatik bir semptoma dönüşmesi anlamında olabilir.

İlk anlam elbette Phillips’in de aktardığı rahip-sigortacı fıkrasına denk düşüyor. Analistle hastanın baş başa “sohbeti”nin sonucu analistin hastanın saflarına geçmesi, yani onun semptomu/dinamikleri tarafından yutulması olabileceği gibi, hastanın analist tarafından baştan çıkarılması, onun iç dünyasına girmesi de olabilir (ama tabii gerçekte ikisi de olmamalıdır). Bu bağlamda “nötralite”nin (yansızlık) hem analisti hem de hastayı konversiyondan korumaya yönelik bir tutum olduğu söylenebilir. Diğer yandan, analistin hastayı kendi mensubu olduğu “nevrotikler cemaatine” katmak, bu bağlamda “konversiyona” tabi tutmak maksadı taşıdığını da söyleyemez miyiz? Veya analitik sürecin en başında hastaya serbest çağrışım kuralı tanıtıldığında yine hastanın psikanalitik kurama biat etmeye çağrıldığı, bu bağlamda da bir “dönüşüm”ün yaşandığı düşünülemez mi? Dönemin koşulları itibariyle Yahudilerin Hıristiyanlığa “konversiyon”unun etkileri Freudyen teoride Phillips’in ısrarcı olduğu kadar güçlüyse şayet, psikanaliz pratiğinin kendisi yeni psikanalistler doğurduğu ölçüde bir “konversiyon” değil midir? O halde direnilen nedir tam olarak?
İkinci anlam üzerinden düşünmek daha akla yatkın bir yere çıkabilir. Psikanalizde “direnilen” dönüşümün, diyelim, bastırılanın semptomatik tahliyesi olduğunu düşünürsek aslında psikanalist hastaya şöyle diyor olmalı: “Artık bayılmak yok, bunu konuşacağız.” Veya “dönüştürme” arzusu üzerinden düşünürsek, “Benim de hayatındaki kalan herkes gibi tepki vermemi sağlamaya çalışıyorsun ama bu olmayacak, ben senin oyununa katılmayacağım”. Bunlar bir yana, “artık dönüşümün mümkün olmadığı durumlarda insanlar arasında neyin mümkün olduğu” sunulduğu bağlamdan büyük, üstüne düşünmeye değer bir soruya benziyor.
Phillips’in psikanalizi sevişmemekte mutabık kalan iki insanın neler konuşabileceği temelinde tanımlayan o meşhur lafının kapsamı geliştirilmiş bir versiyonu bu fikir aslında: Dönüşemiyorsak ve sevişemiyorsak, o halde ne olacak? Şimdi ne konuşacağız? Karşı tarafı kendi arzusuna katılmaya ikna edemeyeceğini ve karşı tarafın arzusuna ikna olamayacağını fark eden iki insan (veya grup), bir de üstüne sevişemiyorsa veya bedensel bir iletişim/tahliye imkânından mahrumsa, ne yapabilir? Birbirini gerçek anlamda tanıma veya hakikat burada başlar, diye mi düşünmeli (psikanaliz böyle düşünüyor olmalı) yoksa artık bilegeldiğimiz anlamda bir ilişkinin imkânsızlaştığını mı (sonuçta psikanalitik ilişki, Freud’un da işaret ettiği üzere, gerçek dünyada benzeri olmayan bir ilişki türü)? Peki üçüncü bir seçenek de olamaz mı? Böyle bir Meksika açmazında özneler arası dinamiklerin sınırlarını aşan veya yeniden tanımlayan bir ilişki tasavvur etmek belki zorsa da pekâlâ mümkün geliyor bana.

Fotoğraf: Bracha L. Ettinger
İkinci bölüm olan “Sürpriz Değişimler”de Aziz Pavlus ve Augustinus’un hikâyeleri üzerinden nispeten daha derli toplu bir tartışma yürütüyor Phillips. “En sevdiğimiz hikâyeler hep değişmek isteyen ve istemeyen bireyler ile gruplar hakkındadır” gibi bence yine fazla iddialı “tespitleri” bir yana, bu bölümün ilkine kıyasla daha parlak fikirler barındırdığı söylenebilir. Tartışmayı Pavlus örneği üzerinden açarak dönüşümün öncelikle görme biçiminde bir değişiklik olduğunu söyleyen yazar, sonraki bölümlerde de tekrar edeceği üzere dönüşüm deneyimlerinin her zaman geçmişi açıkladığı ve anlamlandırdığı tezini ortaya atıyor ve asıl sorunun neden dönüşmeye ihtiyaç duyduğumuz, geride neyi bıraktığımız (veya neyi öldürdüğümüz) olduğunu söylüyor. Burada yaptığı, bana göre, en önemli saptama ise ele aldığı Yahudi-Hıristiyan anlatılarıyla modern hikâyeler (veya buna “seküler” hikâyeler de denebilir) arasındaki belirgin zıtlığa ilişkindi:
Çarpıcı olan nokta, değişimle ilgili modern hikâyelerin (burada eski din değiştirme deneyimleri üzerine modern yorumlarla sunulmuştur) evrimi devrime, kademeli gelişimi ani radikal dönüşüme karşı ne kadar tercih ettiğidir. Travmanın habis, dramatik kişisel dönüşümüne karşılık gelen iyi huylu, dramatik kişisel dönüşümün gerçekliği ve değeri hakkında hâkim bir şüphecilik bulunmaktadır; aydınlanma anları şüphe nesnesi haline gelmiştir. Sanki hayatlar birdenbire ve ürkütücü bir şekilde iyiye doğru değişemez; ama birdenbire ve şoke edici bir şekilde, bazen geri dönülmez biçimde daha kötüye doğru değişebilirmiş gibi bir düşünce hâkimdir. Sanki çoğumuzun şu anda inandığı yegâne dönüşüm deneyimleri travmalardır. (s. 76)
Modern insan olarak mucizelere inanmayışımızı, ani değişimler dendiğinde aklımıza travmatik olayların gelmesini neye yormalı sahi? Pozitivizm mi öldürdü iyimserliği, yoksa bir şeyleri elde etmek için çok çalışmamız gerektiğini (yeterince çalışırsak bizim de her şey olabileceğimizi) öne süren Amerikan ideolojisine haddinden fazla mı ikna olduk? Yahut bu durum çağın genel sinizminin uzantısı mı? Ama burada bir soru daha var kuşkusuz: Mucizelere inansak ne olur? Bir sabah uyandığımızda çözülmez sandığımız sorunun kendiliğinden çözülüvermiş olabileceğini ummakta ne zarar var? Veya tersinden sorarsak soruyu, hep kötüyü beklemek kendimizi –tehlikelerden ve hayal kırıklığından– sakınmamıza sandığımız kadar yardımcı oluyor mu?
Biz çağdaş faniler “mucize”lere inanmıyoruz belki (veya böyle şeylerin olabileceği ihtimalini çoktan unuttuk) ama hâlâ dilek diliyoruz sonuçta; doğum günü pastasının mumlarını üflerken veya yıldız kayarken dilek dilemek mucize beklemek değilse nedir? En derin, gerçekleşmesi en güç görünen arzularımıza kadim pratiklerle çare aramanın, sözgelimi adaklar adayıp çaputlar bağlamanın, teslim ettiğimizden daha somut faydaları olabileceğine inanıyorum. Nihayetinde en bilimsel olduğu söylenen çağdaş psikoterapi yöntemleri de benzer bir şey söylüyor: Yapamayacağımıza, gerçekleştiremeyeceğimize inandığımız şeyleri ilkin zihnimizde “görselleştirmeyi” öğretiyorlar bize; yaptığını net görebilir hale geldiğinde gerçekten yapmaya da hazır oluyorsun. Yahut hedeflerimizi somutlaştırmamızda, yine görselleştirmemizde, örneğin çalışma masamızın üzerine temsili kolajlar veya programlar asmamızda nice fayda olduğu anlatılmıyor mu? Peki Hıdrellez’de çizilen resimlerden, kiliseden ev sahibi olma umuduyla alınan anahtardan âlâ görselleştirme, somutlaştırma mı var? Öte yandan, psikolojideki hemen her açıklama gibi, bu konularda da orta yolcu bir yaklaşımı elden bırakmamak gerek herhalde: İyimserliğin de kötümserliğin de temkinlisi, ölçülüsü makbul. Gerçeklikle aramızdaki ilişkinin söz konusu arzu olduğunda pamuk ipliğine bağlı olduğunu, kendimizi şu veya bu tutuma kaptırmaya her daim meyledebileceğimizi akıldan çıkarmamakta fayda var.

Üçüncü bölüm olan “Siyaseti Dönüştürmek”te Phillips bu defa Balibar ve Wendy Brown’un tezleri üzerinden liberal aklın nasıl olup da neo-liberal akla dönüşebildiğini soruyor uzun uzun, ama bizi yine herhangi bir dişe dokunur yanıttan mahrum bırakıyor. Phillips’in bu kadar güzel bir konuyu, aslında tartışmayı hiç de fena yürütmeden, aşağı yukarı “eğitim şart” gibi bir yere bağlaması üzücü. Çok da açıktan söylemese de, lafı getirdiği yer şu oluyor bu bölümde: Özgür düşünebilen insanlar bir şeylere dönüştürülmeye direnirler, neo-liberalizm bu nedenle liberal eğitimin altını oymuştur. Sönük bir sav bu, ki başka sıkıntılar da var ama bunlara az sonra, son bölüm vesilesiyle değineceğim.

“İster İnan İster İnanma” başlıklı son bölümde Phillips ilk olarak sırtını Winnicott’a yaslayıp dönüşümde sürprizlerle karşılaşma ihtimalinin azaldığını (ve dönüşümün tam da bu nedenle tercih edildiğini) anlatarak dönüşmeyi hastalanmaya benzetiyor: “Zihnimizi daraltır, dikkatimizi aşırı organize eder, kendi sınırlarını reçete eder. Sağlıkta ise, kendi özgürlüğümüzden duyduğumuz korkudan başka bizi koruyacak hiçbir şeyimiz yoktur.” (s. 117) Ve nihayet başından beri ima ettiği bir şeyi adlı adınca söyleyerek dönüşümün eninde sonunda bir özdeşleşme olduğunu ifade ediyor. Ancak sonra şöyle bir sav atıyor ortaya:
Dinlere, ideolojilere, fikirlere, davalara yönelerek dönüşüm yaşayanları mümkün olduğunca başka biri gibi olmak isteyen insanlar şeklinde tanımlamak yol göstericidir. Bu yönelimler formüle edilseydi, insanlar kendi kendilerine şöyle söylüyormuş gibi bir görünüm ortaya çıkardı: “Şiir okuyan türden biri olmak istiyorum, devrimler yaratan türden biri olmak istiyorum, kâfirleri öldürüp cennete gidebilecek türden biri olmak istiyorum.” (s. 122)
Bir ideoloji, din, amaçla özdeşleşen kişilerin –Phillips’in sonraki kısımlarda öne süreceği üzere belki de çocukluktan gelen– bazı arzuları, ihtiyaçları karşılama gayesi güttüğü düşünülebilir kuşkusuz. Düşünme biçimlerimiz (ve inanç sistemlerimiz) mutlaka içinde yetiştiğimiz çevreden, hayat boyu yaşayıp gördüklerimizden ve hatta saygı duyduğumuz isimlerden etkileniyordur. Bunun bir parçası “bir şey olma”, “biri gibi olma” hayali de olabilir. Buraya kadar sorun yok. Gelgelelim, herhangi bir davanın savunuculuğunu yapan kişileri özentilikten sigaraya başlayan delikanlılara indirgemek, en kibar ifadeyle, “fazla birey merkezci” bir yaklaşım. Bir şeylere inanan insanlar bunu illa belirsizlikle duramadıkları, özgür düşünemeyip entelektüel iradelerini başkalarına devrettikleri için yapmıyorlar: Aksine bazen (ve hatta çoğu durumda) özgür düşünce ve arayış insanı (evet belki yıllardır kendi içinde de olanı barındıran) bir ideolojiyle karşılaştırıyor; unutmayalım ki o ideolojiler de zaten başka özgür düşüncelerin ürünü. Diyelim burada sadece fanatizmi kastediyor olsun: Körü körüne inancın Phillips’in kurduğu analoji doğrultusunda bir tür “hastalık” olduğunu iddia edeceksek bile, en ortodoks düşünce ve inanç sistemlerinin kendilerine taraftar toplayabilmesini bu tür bir özgür düşünme yetisi yoksunluğu bağlamında açıklamak bana kalırsa hiçbir derde deva olmayacaktır.
Kitabın “Final” başlıklı –belli ki sonradan eklenmiş– son bölümünde kitabın COVID öncesi yazıldığını belirterek bu salgının “hem doğal dünya hem de siyasi ideolojiler tarafından hayatımızda ne kadar önemli değişikliklerin bize empoze edildiğinin yararlı ama korkunç bir örneği olduğu”nu, “doğal yaratıklar olarak doğal savunmasızlığımızı ve kapitalist kültürün acımasız kaosunu gözler önüne serdi”ğini söylüyor. (s. 138) Salgında değişen koşulların yıkıcı bir değişim niteliği taşıması itibariyle, istediğimiz hayatları yaşamak için neleri değiştirmemiz gerektiği üzerine düşünme mecburiyeti doğurduğunu ifade ederek, bir tür “anlayana” mesajıyla, bunu başarabilmek için normale dönme dürtüsüne direnmemizi tembihliyor bize: “Çünkü artık normalliğin bizi nasıl bir duruma soktuğunu daha net görebiliyoruz. Ve hatta neyin normal olduğuna kimin karar verdiğini de görebiliyoruz.” (s. 138)
Psikanalistlerin “seans odalarından çıkıp” topluma, toplumsal olana dair bir şeyler söylemesi (son dönemde artış göstermekle beraber) çok da sık karşılaştığımız bir şey değil aslında. Kurucu babalarının gerek Totem ve Tabu’da gerekse Neden Savaş? gibi yazışmalarda örneklerini gördüğümüz üzere bireyin ruhsallığının dışına taşan bir sahaya açıklamalar getirme çabasını bir gelenek olarak sürdürmekte psikanalistler geçtiğimiz yüzyılda her nedense görece çekingen davrandılar. Phillips bu bakımdan istisna teşkil eden bir yazar; politik konulara girişi de ilkin bu kitapta olmadı kuşkusuz. Gelgelelim, bu yazı boyunca örneklendirmeye çalıştığım üzere, konuyu ele alış tarzı ne yazık ki onu Ben Parker’ın ifadesiyle “tipik liberal psikanalistin parodisi gibi” göstermekten öteye gidemiyor.[3]
Phillips’in psikanaliz camiasının önde gelen entelektüellerinden olduğuna şüphe yoksa da, özellikle son dönemde ortaya koyduğu ürünlerde altı doldurulmayan tartışmaları büyük, aforizmavari laflarla süsleyerek işi bir miktar ticarete döktüğü anlaşılıyor. Değişmeyi İstemek Üzerine bu bakımdan değerli bir zihnin ziyan olmuş ürünü niteliğinde. Bu bir yana, insan bir yanıt düşünmek istedikten sonra her yerde kendine soru bulabiliyorsa nihayetinde, Phillips’in kitabının bu bakımdan bereketli bir kaynak olduğu söylenebilir.
Son olarak, “konversiyon/dönüşüm” meselesinin kılçıklılığını paranteze alırsak, çevirmen Aydın Çavdar’ın gayet güzel bir iş çıkardığını düşünüyorum. Kitabı hemen hiç teklemeden okudum. Teori dozlu kitapları okumakta zorlanacağından endişe eden okurlar bu bakımdan gönüllerini ferah tutabilirler.
NOTLAR
[1] Ateist bir sigortacı ölüm döşeğindeyken rahiple görüşmek istediğini söyler. Rahiple gece boyu tartışırlar. Sabah olunca rahip evden afallamış halde çıkar. Sigortacı, ateist ölmüştür. Rahipse sigortalıdır artık.
[2] Bölümün girişinde konversiyon sözcüğünün dönüşümle eşanlamlı kullanıldığına dair bir yayıncı notu karşılıyor bizi. Benim bu nota ilk tepkim “Neden ki?” oldu, çünkü bir açıklama yapılmamıştı. Sonra bölümü okudukça ve Phillips’in “konversiyon” sözcüğüyle nasıl oynadığını gördükçe, çevirmen Aydın Çavdar’ın çetin bir sorunla karşı karşıya kaldığını anlayıp empati kurdum, bir tür tercih yapılması gereğine hak verdim. Fakat bir iki istisna hariç hemen hemen tüm “konversiyon”ları “dönüşüm” yapmanın bazı yerlerde anlamda çok kayıp yarattığı kanısındayım; en azından bir parantez kullanılabilirmiş. Kitabın ilerleyen bölümlerinde buna dair iki kere dipnot verilse de, bu dipnotlara çok geç kalınmış gibi geldi bana, çünkü kimi cümlelerde yazarın kastını ancak İngilizcesini tahmin ederek çıkarabildim. Bir örnek: “Dönüşüm, bizi yeni paylaşılan amaçlarla, yeni paylaşılan bir dünyaya dönüştürür. Dönüşüm her zaman bir gruba dönüşümdür. Dolayısıyla dönüşüm ve dönüşümün hem iyileştirebileceği hem de uyandırabileceği histeri türü hakkında konuştuğumuzda söz konusu olan, insanların birlikte ne yapması gerektiği, birbirlerini nasıl etkilemeleri gerektiği ve insanlara dair neyin etki altına alınması gerektiğidir.” (s. 25) Burada konversiyon sözcüğüyle yapılan oyunu, çokbağlamlı kullanımı görebiliyoruz. Phillips söze başka bir dine “konvert etmek” yani geçmek anlamındaki konversiyondan girse de, sonradan histeriye yaptığı göndermeyle Freud’un döneminin meşhur tanısı olan “konversiyon histerisi”ni hatırlatıyor. Bu ufak söz oyunuyla radikal İslamcı grupların gördüğü ilgiden sosyal medya fenomenlerinin “influence ettikleri” kitlelere kadar pek çok güncel örneğe yorulabilecek bir “konversiyon histerisi”ni kastediyor olmalı.
[3] Ben Parker, “On Adam Phillips: Is psychoanalysis a path to change, or a way of avoiding it?”, n+1
Önceki Yazı

Piyadenin bakışı (I):
Teknopolis üzerine,
argümanlar ve fragmanlar
“Arslantunalı’nın kitabı İnan’ınkinin aksine, içinde yaşadığımız hızlı teknolojik değişim sürecine ve bunun içerdiği gelecek tohumlarına dair bütünlüklü bir bakış geliştirmeye çalışmaz. Tam tersine, mevcut tekno-dünyamızın parçalı, dağınık yapısını yankılayan ve bu dünyanın dinamizmine ayak uydurmaya çalışan, deyiş yerindeyse konusuyla rezonans içinde bir fragmantal deneme formunu tercih eder.”