• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Dag Solstad’nın Türkçedeki altı romanı üzerine:

Yaşadığı çağın cazibesine kapılanlar

“Solstad'nın başkahramanlarının zihinleri pek dur durak bilmiyor. Hayli kendilerine dönükler ama bu bir körlük değil, içe dönük keskin gözlemleri var. Gelgelelim bunca keskin bakışa rağmen, isteyerek ya da isteksizce maruz kalarak odaklandıkları iç dünyalarındaki her şeyi net biçimde gördükleri de söylenemez.”

Dag Solstad

BEHÇET ÇELİK

@e-posta

ELEŞTİRİ

9 Haziran 2023

PAYLAŞ

Norveçli yazar Dag Solstad’nın Türkçede yayımlanmış romanlarının sayısı altıyı buldu. Bunların tamamında başkahramanlar, geçtiğimiz günlerde K24’te yayımlanan yazısında Fatih Özgüven’in de dikkat çektiği üzere[1] erkek. Romanlarda kadın kahramanlar da var, ama onlar arka plandalar. Büsbütün etkisiz olmamalarına rağmen onları “yan karakter” olarak tanımlamak daha doğru olur. Yan karakterlerden söz edince, Profesör Andersen’in Gecesi’nde edebiyat profesörünün Ibsen’in oyunlarını çalışırlarken öğrencilerine önerdiği yöntem akla geliyor.

Profesör Andersen metni okurken spot ışıklarını farklı karakterlerin üzerine çevirip adeta bu kişiler başroldeymiş gibi oyuna onların perspektifinden bakmayı ve bir yan karakteri esas kahraman olarak ele almayı, sonra bu iki yorumu yan yana getirerek ortaya çıkacak o ürkütücü boşluğu incelemeyi öneriyordu. (PAG, s. 76)

Gelgelelim Solstad’nın yan karakterlerinin büyük bölümü hayli yandalar, kenardalar. Romanların ikisinin ismi başkahramanın isminden ibaret, öbür ikisinde de başkahramanın isminin romanın isminde yer alması durumu özetliyor olsa gerek: T. Singer, Armand V, Profesör Andersen’in Gecesi, Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı. Bununla birlikte Solstad’nın başkahramanları hayli kendilerine dönük kişiler olmakla birlikte hayatlarına girmiş başkalarından büsbütün yalıtık değiller, maceralarında bir başkasının (ya da başkalarının) tuttuğu yerler de hayli önemli, nitekim spot ışıkları arada onların üzerine de çevriliyor – çok uzun süre ve yoğun olmasa da. Singer’in hikâyesinde üvey kızının, Pedersen’in hikâyesinde eski sevgilisi ve yoldaşı Nina’nın halleri, yaşantıları, romanın başkahramanıyla ilişkilenme ve ilişkilenmeme biçimleri önemli yer tutuyor mesela. On Birinci Roman On Sekizinci Kitap’ta da (OBROSK olarak anacağım bu romanı) başkahramanın hikâyesiyle –en azından ilk kısmında– beraber yaşadığı sevgilisi Turid’in hikâyeleri arasında da böyle bir ilişki var. Beri yandan, roman kişileri salt başkahraman ve önemli bir yan kahramandan ibaret değil. Pedersen’in hikâyesinde iki erkek yan karakter daha var. Profesör Andersen’in Gecesi’nde bu bağlamda anabileceğimiz yan karakterin başkahramanın hayatındaki yeriyse daha ilginç; Andersen’in pencereden gördüğü, karşı apartmandaki, –“karşı pencere”deki– adam. Spot ışıklarının zaman zaman üzerlerine çevrildiği iki yan karaktere Mahcubiyet ve Haysiyet’te de rastlıyoruz: Başkahramanın yakın arkadaşı, okul yıllarının dâhi felsefe öğrencisi Johan ve onun eşi Eva. Fakat bir yan kahramanın en fazla öne çıktığı roman sanırım Armand V.

Dag Solstad
Armand V.
çev. Deniz Canefe
Jaguar Kitap
2022, 184 s.

Armand V.’nin alt başlığını anarak başlamalıyım: Gün yüzüne çıkmamış bir romanın dipnotları. Yapısal olarak en farklı ve Solstad’nın Türkçedeki romanları arasında en son yazılmış olanı bu. Alt başlık ipucu veriyor; Solstad bu romanı, yazılmamış (yahut gün yüzüne çıkmamış) bir romanın dipnotları olarak kurgulamış. Şöyle bir yanlış anlaşılma olmasın; bizim okuduğumuz ile gün yüzüne çıkmamış romanın başkahramanları farklı değiller, yani birinde birinin, öbüründe ötekinin üzerine düşmüyor spot ışıkları – kaldı ki gün yüzüne çıkmamış olan hakkında çok bilgimiz de yok! Bununla beraber, Armand V.’de başkahramanın arkadaşı Paul Buer ile onun gibi doğa bilimi okuyan arkadaş çevresinin üzerine oldukça uzun süre spot ışıkları düşüyor – başkahramandan rol çalarcasına hatta. Romanların (okumakta olduğumuz ve gün yüzüne çıkmayan “asıl roman”ın) kime dair olduğuna ilişkin de bir şeyler söylüyor romanın anlatıcısı, “dipnot”ların birinde.

Yazarın, içine girmekte ve kendisinin yaratmakta sıkıntı yaşamasından dolayı görünmez kalan asıl romanın dipnotlarının toplamı olan bu romanın Armand V. hakkında olduğu kuşkusuz. Asıl romanın da Armand V. hakkında olması olası, en azından yazar görebildiğini düşündüğü küçük kıvılcımlar ışığında ve arada sırada apaçık, arada sırada bulanık biçimde görebildiklerine dayanarak öyle düşünüyor. (AV, s. 31)

Roman anlatıcılarının yan kahramanların üzerine uzun süre spot ışıklarının tutmasına benzer bir durum daha dikkat çekiyor Solstad’nın romanlarında. Olay örgüsünde ani değişiklikler, kıvrılmalar gerçekleşiyor, mekânlar değişiyor, daha önce anlatılanlara ya da sayfalarca hikâyesi anlatılan bir yan kahramana belki de yeniden hiç dönülmeyebiliyor. Ane Farsethås, Solstad ile yaptığı hayli uzun söyleşinin[2] girişinde “konudan yaratıcı biçimde sap[mak]” olarak tanımlıyor bu söylemeye çalıştığımı.

“SOLSTAD’NIN ROMANLARINDA OLAY ÖRGÜSÜNDE ANİ DEĞİŞİKLİKLER, KIVRILMALAR GERÇEKLEŞİYOR, MEKÂNLAR DEĞİŞİYOR, DAHA ÖNCE ANLATILANLARA YA DA SAYFALARCA HİKÂYESİ ANLATILAN BİR YAN KAHRAMANA BELKİ DE YENİDEN HİÇ DÖNÜLMEYEBİLİYOR.” 

Her ne kadar Profesör Andersen derste öğrencilerine Ibsen’in başkahramanları ile yan karakterlere bakılarak yapılacak yorumlar arasında ürkütücü boşluklar bulunduğundan söz ediyor olsa da, Solstad’nın romanları hakkında konuşurken söz edilmesi gereken esas “ürkütücü boşluk” başkahramanların kendilerinde, onların iç dünyasında ve hayat hikâyelerinde. Daha sonra değineceğim, romanları var edenin de bir tür boşluk olduğunu ileri sürmek mümkün – en azından bir romanın anlatıcısı bu görüşte, keza yazar da Ane Farsethås’la yaptığı söyleşide bunu bir şekilde teyit ediyor. Tipik bir örnek olarak On Birinci Roman On Sekizinci Kitap’ın başkahramanı Bjørn Hansen’i düşünebiliriz. İlişkisi boyunca sürekli olarak “gibi yapmıştır”. Bunun farkındadır ve kendisini bu “gibi yapmaları” sırasında gözlemlemekten de uzak durmamış, yedi yıl boyunca işleri oluruna bırakmıştır. Sevgilisinden ayrıldıktan sonra da çok şey değişmeyecektir. Neden yaptığını kestiremediği bir anda içini bir başkasına, çok da yakını olmayan birine, uyuşturucu müptelası bir hekime şöyle dökecektir:

“Hayat kendisine sorduğum bütün soruları yanıtsız bıraktı” dedi ve ekledi: “Düşünsene, en derindeki ihtiyaçlarımın fark edilmediği, işitilmediği koskoca bir hayat var önümde yaşanacak, üstelik bu benim hayatım.” (OBROSK, s. 51)

Sanırım Solstad’nın roman kişilerinin büyük kısmı için geçerli olabilecek saptamalar bunlar. Kuşkusuz istisnalar da var, ya da ilk anda böyle değilmiş zannedilebilecek örnekler. Armand V. hayatını iyi kötü kimi yanıtlar bularak sürdürmüştür, ama altmışlarına geldiğinde rastlantı eseri karşılaştığı bir manzaranın ardından “yanıtsızlık”la yüzleşmek durumunda kalmış ya da kendisinin verdiği yanıtların doğruluğundan kuşkuya kapılmıştır, büsbütün yanlış da değillerdir üstelik. Adını koymakta zorlandığı, ne olduğunu aktaramadığı bir karmaşaya girecektir. Bu karmaşa altmış yıllık ömrün (ve yanıtların) sağlamasını yapmaya (ve aynı zamanda bundan kaçınmaya) yol açacaktır.

Solstad’nın romanlarındaki başkahramanların bir ortak yanı da çoğunlukla yazarla yaşıt ya da akran olmaları (romanların ilk yayımlandığı sırada yazar kırklarındaysa kahraman da kırklarında, ellilerindeyse ellilerinde). 1940’ların başında doğmuş adamlar bunlar. Çocuklukları savaş sonrasına, gençlikleri 1968’lere rastlamış, yüzyılın sonuna gelindiğinde de orta yaşlarını sürmekteler. Bunlardan ikisinin sonraki kuşaklardan “yan karakterlerle” ilişkisine tanık oluruz. T. Singer’in üvey kızı ile OBROSK’ta Hansen’in öz oğlu, ilginç birer yan kahraman olarak romanda sahne alırlar. “İlişki” demem lafın gelişi, pek bir ilişkileri yok aslında, çocuklara dönük gözlemleri var, ilişki kurma arzuları var, ama hareket pek yok.

Romanlardaki gençlerin yaşadıkları güne, zamana, çağa karşı hayranlık duymaları da ayrıca dikkat çekiyor; bu gençlerin anlatı zamanında genç olmaları ya da bir zamanlar genç olmuş olmaları durumu pek değiştirmiyor. Vereceğim ilk örnek OBROSK’tan:

Fazlalık gibi görülen ve dışlanan bu genç adam aslında kendi çağına ve giyim kuşamını, müzik zevkini, sosyal ilişki biçimlerini ve bir vizyonu paylaştığı bu çağın insanlarına karşı çok samimi bir hayranlık besliyordu. (OBROSK, s. 87)

Oğlu sıklıkla babasına yaşadığı çağı övüp durur, bunun bir hayat kıvılcımına işaret ettiğini düşünür Hansen, “ancak bu hayat kıvılcımında [onu] korkutan bir şey vardı[r]”. Oğlunun cömertlikten ve utanma duygusundan uzak olduğunu fark etmiştir; akıllı, çalışkan bir çocuktur ama herkese sürekli üstten bakmaktadır, arkadaşı yoktur, gelgelelim bunlar onun için çok da mühim değildir. Yaşadığı çağa ilişkin önemli bir noktayı fark etmiştir – çağın ruhunu gelip geçici hevesler oluşturuyordur. Bunun yanı sıra oğlu, “zamanımızın çok acımasız olduğundan bahsediyor, ayak uyduramayanları haklı olarak dışladığını söylüyor[dur.]”

“SOLSTAD ROMANLARINDA DÜZ ÇİZGİSEL BİR KRONOLOJİ TAKİP ETMEDİĞİ GİBİ, ASIL OLAY ÖRGÜSÜNÜN ARASINA BAŞKA, İLK ANDA MERKEZDEKİ MESELEYLE ALAKASIZ GÖRÜNEBİLECEK OLAYLAR KATIYOR.”

Hansen’in yaşıtlarının gençliğinden örneklereyse Armand V.’de rastlarız. Romanın başkişisi Armand V.’nin lise yıllarındaki en yakın arkadaşı Paul Buer ve onun üniversite arkadaşları. Genç Buer’e ilişkin bize romanda aktarılanlardan biri arkadaşlarıyla kış sporları yapmak için gittikleri kampta olanlar ve onun hissettikleridir. Sevgili olanlar odalara çekilmiş, öbürleriyse şöminenin karşısında kızlı erkekli uyku tulumlarına girmişlerdir. İçlerinden biri içinde yaşadıkları dönemi över, peşinden bir başkası “Ay’a uzay aracının ineceği günün yaklaşmasından dolayı gururlu bir beklenti hissedi[p]” hissetmediklerini sorar öbürlerine – konuşanlar hep erkeklerdir bu arada!

Hepsi de doğa bilimleri öğrencisi olan bu genç adamların şairane coşkusunda biraz tuhaf bir yan vardı. […] Zamanımızda gerçekleşmiş teknolojik ilerlemelere ve gelecekte gerçekleşecek olanlara hayran övgüler düzmesinde aslında hiç de ilginç bir yan olmaması gerekirdi. Ama bu bir yakarıydı. Ve ne için yakardıklarını biliyorlardı. […] Elbette kendi zamanlarına hayranlardı, böylesine çok fırsat sunan, insanların yaşama ve düşünme biçimlerinde böylesine büyük değişikliklere kapı açan bir zamanda yaşamanın çok heyecanlı olduğunu düşünüyorlardı, ama uzaktan. Bütün bu dinamik güç gösterisinin tam ortasında yaşamak istemiyorlardı. Onların istediği bunları gazetelerde okumak, gösterinin kendini sergilemesini televizyonda izlemek, hayranlıkla başlarını sallayıp onaylamaktı. Ve anlayışla. […] OSI kulübesinde karanlığa savrulan seslerinde erkeksi, şairane coşku tınısı vardı şimdi. Çünkü seslerini aynı odada, uyku tulumlarında sessizce yatan karşı cinse savuruyorlardı. Baştan çıkarmaya. Kendileriyle değil. Ama ait oldukları zamanla. (VA, s. 68)

“Bütün bu dinamik güç gösterisinin tam ortasında yaşamak istemiyor” olmaları ilginçtir. Armand V.’de doğa bilimi öğrencilerindeki bu çekiniklik başka şekillerde de ifadesini bulur. Romanın anlatıcısı Buer ve öbür doğa bilimi öğrencilerinin “her şeyden çok olabildiğince anonim görünmek ist[ediklerini]” belirtir. (Bu anonim olma isteği T. Singer’in başkahramanında çok daha baskındır.)

Gerçek yaşamda kendilerini göstermeleri için eğitimlerinin onlara sunduğu her türlü olanağı kolayca bir yana itmişlerdi, çünkü toplumun böylesi hayran olduğu o dinamik işletmelerin parçası olmak için yeterince istekleri yoktu. […] Her şeyden önce iyi bir yaşam sürmek istiyorlardı ama bunun için çok büyük beklentileri yoktu. (AV, s. 41)

OBROSK’taki Hansen’in oğlundan ve zamanından farklı bir durum; yaşadıkları çağa duydukları hayranlık benzeşiyorsa da aradaki fark önemsiz değil. Roman anlatıcılarının Solstad’nın roman kişileri için sıklıkla “kayıtsız” dediğini hatırlatayım. Buer’in arkadaşlarının (ve kendisinin de) yaşadıkları çağa hayranlık duymalarına, çağın sunduğu imkânların farkında olmalarına rağmen anonim kalmalarında (ortalama bir hayatla yetinmelerinde), öne çıkmak istememelerinde de ölçülü bir kayıtsızlık var sanki, ya da bir tür “oluruna bırakma.”

Yaşanan çağla ilişkilenmek bahsi Profesör Andersen’in Gecesi’nde de karşımıza çıkıyor. Bu kez daha entelektüel bir bağlam söz konusu. Genç Andersen’in avangard sanatla (özellikle de şiirle) girdiği ilişki “çağ”ıyla ilintilidir. Solstad, yaşlı Andersen’in çok yakınından bir yerden bakarak aktarır genç Andersen’deki bu hali.

Dag Solstad

Profesör Andersen’in Gecesi
çev. Banu Gürsaler Syvertsen YKY
2021, 105 s.

Profesör Andersen yine de kendisine, yani bu genç adama biraz anlayışla yaklaşılmasını, özellikle de çağdaşı avangard akımlarla arasında sıkı bağlar kurma yolundaki gayretkeş girişimlerine anlayış gösterilmesini isteyecektir; zira genç adam böylesine bağlar kurmayı moderniteyle, yaşadığı çağın insanı olmakla özdeşleştiriyordu, büyük bir titizlikle Pound veya Eluard’ın, Celan ya da Prévert’in şiirlerini anlamaya çalışıyor ve sonunda anlamayı başarıyordu –hatta bazen sezgisel olarak da anlayabiliyordu– ve bu başarıyı elde ettiğinde kendi gözünde değeri hayal edilemeyecek derecede artıyor, tüm benliğini bir gurur dalgası kaplıyordu. (PAG, s. 29)

Bu genç adam avangard bir şiiri anladığında duyduğu doyumu bir başkasıyla paylaşmayı da istiyordur. Bunu yapabildiği kişiyse en yakın arkadaşı, radikal solcu Bernt’tir. Andersen etkilendiği, kendisindeki “yaşama hissini” güçlendiren şairlerin şiirlerini ona okuduğunda arkadaşında aynı coşkuyu görmeyince hem hayal kırıklığı duyuyordur hem de böyle olacağını önceden seziyordur. Önemli olan Bernt’in Andersen’i “böylesine ilgilendiren şeyleri samimiyetle, ciddiyetle ve kibarca dinlemesi[dir]”; buna tanık olmak “aynı kafada oldukları gerçeği[ni]” doğrulamaktadır. “İki arkadaş doğal bir şekilde kafa dengiydiler ve bu da taraflardan birine, konuyla pek ilgisi olmayan diğer tarafa yüksek sesle avangard şiirler okuma hakkını veriyordu[r]”. Benzer biçimde genç Andersen de arkadaşının verdiği “Atom Bombasına Hayır” rozetini asla yakasına takmaz; bunu ikisi de dert etmezler. Arkadaşının çok önem verdiği bir şeyi (rozet ya da şiiri) samimiyetle kabul etmek, ama aynı frekansta coşku duymamak; sanki burada da ölçülü bir kayıtlılık yok mu? “Ölçülü kayıtlılık denk değil midir, ölçülü kayıtsızlığa?” diye sorulabilir, ancak Solstad başka bir denkliğe işaret eder bu noktada.

Bu doğallık hali –ister kendini ilgilendiren konuda olsun, ister karşı tarafı meşgul eden şeylere karşı gösterilen kibarca mesafelilik ve samimiyet şeklinde tezahür etsin– onların benliklerini sarıp sarmalayan aynı yaşama hissinin, çağdaş ve sadece onlara ait olan, kendi kuşaklarının ortaklaşa sahip olduğu hayat anlayışının bir ifadesiydi. (PAG, s. 32 abç – BÇ)

Solstad’nın anlatıcısı kimi zaman Andersen’in çok yakınında durup hikâyeyi oradan anlatsa da, arada ona mesafeleniyor ve Andersen’in fark etmediği başka noktalara, denkliklere de dikkat çekiyor. Genç Andersen, çağdaşı avangard sanatçılarla bağ kurmayı yaşadığı çağın insanı olmakla ilişkilendiriyor olmasına rağmen aslında azınlıktadır (kendisi gibi solcu arkadaşı da öyledir); onların kuşakları genel itibariyle “katı, tutucu, belli âdetleri olan” kesime mensuptur.

Bernt Halvorsen ve Pål Andersen bilinçli bir şekilde aynı doğrultuda düşünüyorlardı. NATO’ya ve nükleer silahlanmaya evet, avangard sanata hayır diyen diğerlerine karşıydılar. (PAG, s. 32 – vurgu metinde var.)

Romanın anlatı zamanı, bu gençlerin kendilerinin “Yeni’yi, moderni, yaşadıkları çağın kendine özgü modernitesini temsil” ettiklerini düşündükleri zamanın otuz yıl sonrasıdır. “Şimdi hayatlarının bambaşka bir evresini yaşıyorlardı[r].” Bernt’i, Pål Andersen’i kendi kuşaklarından arkadaşlarıyla bir Noel yemeğinde görürüz romanda, her biri kendi çapında başarılıdırlar. Şu noktanın altını söz arasında ustaca çizer Solstad’nın anlatıcısı. “Başarı onları topluma intibak ettirmişti[r].” Gelgelelim, “kendi ayırıcı özelliklerini ait oldukları kuşağın ayırıcı özelliklerinden daha üstün görmeye hakları olduğunu” düşünmektedirler.

Kendilerini toplumsal yapının destekçileri olarak görmeye şiddetle karşı çıkıyorlardı. Çünkü kullanma hakkına sahip oldukları güçten, daha doğrusu görev zorunluluğundan ve ait oldukları sosyal tabakadan hoşnut değillerdi. Oldukları şeyi inkâr ediyorlardı. […] Aralarında ufak ayrıntılar dışında pek de bir fark bulunmayan diğerlerine hâlâ karşıydılar. (PAG, s. 36)

Romanın anlatıcısı giderek bazı gerçekleri acımasızca ortaya sermekten geri durmaz.

Egemen güçlere karşı ve içten içe muhalif olmakla birlikte aynı zamanda konumları itibariyle Devlet’in verdiği emirleri yerine getiren, toplumsal yapının destekçileriydiler. […] Refah seviyeleri giderek artıyordu ancak bunların kendileri için hiçbir şey ifade etmediğini söylüyorlardı. […] Maddi kazanımlar sanki tesadüfen hayatlarının bir aksesuarı olmuş gibi davranıyorlardı. (PAG, s. 37)

Ellili yaşlarının ortalarındaki bu arkadaş grubu içerisinde sadece birinin “gençliğindeki yaşama hissine” sadık kaldığını belirtir romanın anlatıcısı. Kamu sektöründeki psikoloji bölüm şefliği görevini terk edip bir reklam ajansına genel müdür olan Per Ekeberg’tir bu kişi. Ekeberg, halen gençliğindeki gibi ateşli bir tartışmacıdır, “geleceği temsil ettiğini ve bunun onu radikal görüşlü biri yaptığını” söyler; kendi pozisyonu “yeni sorunlara önyargısız ve eski prestij hisleri taşımadan bakabildiği” için radikaldir. Bu sav karşısında Andersen arkadaşına hak verip vermemek konusunda kararsız kalır (bunu ifade etmese de biz biliriz), çünkü “belki de onların radikalizmi aslında moderniteye karşı duydukları büyük ve gerçek aşkın rastgele bir ifadesi[dir]”. Andersen, Ekeberg’le girdikleri tartışma sırasında arkadaşının “içindeki inancı ve hayatının parlak modern çizgisini bulmanın ona verdiği sevinci kıskan[dığını]” da fark eder. Ağırına giden ise, “artık gerçek radikal görüşleri savunamayacak durumda” olmakla suçlanması değildir; buna da canı çok sıkılır, ama onu asıl olarak üzen, Ekeberg’le karşılaştırdığında kendisini “eskilerde takılıp kalmış elli yaşlarında bir erkek olarak hisse[tmesidir.]”

Solstad romanlarında düz çizgisel bir kronoloji takip etmediği gibi, asıl olay örgüsünün arasına başka, ilk anda merkezdeki meseleyle alakasız görünebilecek olaylar katıyor. Profesör Andersen’in Gecesi’nde de yukarıda değindiğim tartışma esas olaylarla doğrudan ilgili değil, ama büsbütün alakasız da değil. Andersen’i, konumunu ve kendi gözünde kendisinin nasıl biri olduğunu görüyoruz bu vesileyle ve romanın sonunda gireceği hesaplaşmayı, yüzleşmeyi (krizi de diyebiliriz) daha iyi anlamamıza imkân sağlıyor bunları bilmek. Şöyle de denebilir: Solstad romanın ortasına ‘68 kuşağının ‘90’larda geldiği halin ya da modernitenin bir eleştirisine ilişkin handiyse korsan denebilecek mesajlar sıkıştırmıyor, romanın başkişisinin geçmişiyle bugününü daha yakından tanıyoruz bu tartışmayla. Onu içten içe nelerin sıkıştırdığını, bilincinin çok üstüne çıkmasa da derinlerdeki rahatsızlıklarına dair bir şeyler kavrıyoruz. Bununla birlikte, başka romanlarla birlikte burada da Solstad’nın roman kişilerinin içinde buldukları çağla uyumlu olmayı önemsemelerine ilişkin bir örnek daha sunuluyor – olumlu, olumsuz sonuçlarıyla. Üstelik insanların içinde bulundukları çağa ilişkin tespitlerinin (hayranlık ya da düş kırıklığının), geleceğe dönük tespit ve beklentiler gibi göreli olduğu da sezdiriliyor. Böyle olmasına (bunu az çok sezmelerine) rağmen zamanın ruhuna yapılan vurgunun, biçilen değerin mutlaklaştırılmasının nasıl arızalara yol açtığı da arada görüntüye giriyor.

Aynı çağda yaşamanın cazibesi Mahcubiyet ve Haysiyet’te daha kitlesel bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. (Bu romanda da bu durum meselenin çok merkezî bir yerinde değildir, ama çok uzağına da düşmez.) Romanın girişinin ardından geçmişe, başkahraman Elias Rukla’nın öğrencilik yıllarına gideriz. En yakın arkadaşı Johan’a kısacık değinmiştim – dâhi felsefe öğrencisi. Andersen ve Bernt’in öğrencilik yıllarından söz ederken roman anlatıcısının değindiği “yaşama hissi”nin bir benzeri, belki de daha şiddetlisi söz konusudur Johan için. Bu kez “yaşama iştahı” tabiri yeğlenir.

Johan Corneliussen’in hayata karşı duyduğu iştahı anlamadığını itiraf ediyordu. […] Aklına mühendislik okumaya başlayan lise arkadaşları geldi, bunlar yaşam coşkusuna sahip kişiler olmamakla birlikte, eylem adamı yetiştiren bir eğitimi seçmişlerdi. […] Mühendis olan arkadaşlarından istisnasız hepsinin, hayata karşı büyük iştah beslemeyen, yalnızca derslerde başarı gösteren, ayrıca hayal gücünden yoksun, konformist tipler olduklarını hatırladı. (MvH, s. 47)

Dag Solstad

Mahcubiyet ve Haysiyet
çev. Banu Gürsaler Syvertsen
YKY
2018, 106 s.

Mühendislik öğrencilerine ilişkin romanın başkahramanı Elias’ın (o da filoloji okuyordur) saptadıklarının OBROSK’taki doğa bilimleri okuyan öğrencileri hayli andırdığı görülüyor. “Aynı çağda yaşama” bahsine dönersek, yıllar geçtikçe Johan’daki “yaşama iştahı” da aynı kalmaz, üniversitede ve felsefede daha ileri noktalara gitmek cazibesini yitirir, artık “uzun uzun tefekküre dalmaktan yeterince zevk alm[az]” olur. Johan’ın bu yeni halini, vardığı noktayı Andersen’in arkadaşı Ekeberg’inkine benzetebiliriz. Vardıkları nokta aynıdır aslında: Reklamcılık! Ekeberg’ten farklı olarak dâhi felsefecinin reklamcılığı yeğlemesinin birtakım düşünsel nedenleri de vardır. Henüz bu yeni yola girmeden önce reklamlara duyduğu ilgiyi, sanat galerinde sergilenen yapıtlardan ziyade reklam filmlerinin yaşadıkları çağa dair daha fazla bilgi verdiği savıyla açıklayan Johan, sonraki yıllarda bir felsefe kongresi için gittiği Mexico City’de gördükleriyle önceki savını ileri noktalara taşır.

[Johan] Yoksul kitlelerin nasıl da başkentte yaşamanın cazibesine kapılıp oraya akın ettiklerini gözleriyle görmüştü. Yoksul ve renksiz günleri köylerinde bırakarak metropolün kenarına ilişmiş umarsız bir gecekondu dünyasına göç ediyor ve ömür boyu oradan ayrılmıyorlardı. […] Neden? Çünkü insanlar cazibeye kapılıyorlardı. Büyük arabaların, televizyon programlarının, lüks lokantaların […] ve bütün bunlarla aynı çağda yaşamanın dayanılmaz cazibesine. Açlıktan mideleri kazınsa da televizyonda gösterilenlerle aynı çağda yaşıyor olmak insana bunu unutturuyor. Hayaller susuzluğu gideriyor. Hayaller tatmin ediyor! (HvM, s. 65 – vurgu metinde)

Biz Elias’ı tanıdığımızda sene 1989’dur, Johan’ın reklamcılık yapmak üzere ABD’ye gitmesinin üzerinden yaklaşık on beş yıl geçmiştir. Johan artık orta yaşlı bir adamdır, kendisini “toplumsal konularla ilgili birey” olarak tanımlamasına rağmen içinde “toplumun işleyişinin dışında kalmış olma duygusu” giderek artıyordur. Elias’taki bu duygunun “aynı çağda olma cazibesini” yitirmeye yakın bir hal olduğunu düşünmek mümkün. Toplumun/dünyanın dışına bırakılmışlık, zamanın/çağın da dışına düşmek anlamına gelir sonuç olarak.

Eva yattıktan sonra […] bira ve akvavit içerek kendine ait saatlere ihtiyacı vardı. Zira hem anlayamadığı hem içine sindiremediği bir şeyler oluyordu Elias’a. Toplumun işleyişinin dışında kalmış olma duygusu içinde giderek artıyordu. [...] Her sabah gazetesini açtığında kendini dünyanın dışına bırakılmış hissediyordu. […] Televizyon izleyip gazeteleri okumaktan zevk alamamak bu kadar yakınılacak bir şey miydi? Evet, Elias için öyleydi, zira bu durum toplumsal konularla ilgili bir birey olarak günlük ruh halini, hatta hayata karşı duruşunu derinden ve endişe verici bir şekilde etkiliyordu. [...] Toplumsal konularla ilgili bir birey olarak dünyayı tanımaya, anlamaya, dünyayla ilgilenmeye, toplumun televizyon ve gazeteler aracılığıyla gündemine aldığı –ya da modern deyimiyle iletişim içinde olduğu– şeylere arzuyla, şevkle katılmaya, angaje olmaya ihtiyacı vardı. (HvM, s. 80-81 abç – BÇ.)

Dag Solstad
T. Singer
çev. Deniz Canefe
Jaguar Kitap
2021, 207 s.

Solstad’nın Türkçede yayımlanan romanlarının başkahramanları içerisinde, yaşadığı çağla, zamanla ilgisi en gevşek olan sanırım T. Singer’ın başkahramanı. Romanda “her şeye uzak duran” ya da hayatının “kendine özgü ritmi” olan biri olarak tanımlanır; bu kendine özgü ritmin bozulmasından, hayatın gidişatından çekip çıkarılmaktan hoşlanmaz, bunların “kendi doğası olarak gördüğü şeye kesinlikle karşı” olduğunu düşünür. Başka Solstad kahramanlarında da kimi zaman tanık olduğumuz kayıtsızlık onun adeta varoluş halidir.

Politikanın önemli olduğunu anlayabiliyordu elbette; toplumun nasıl yönetileceğiyle ilgili olduğu için yeterince önemliydi, hepimizi toplumun biçimlendirdiğinden kuşkusu yoktu Singer’in. Ama bunun kendisi için geçerli olduğunu göremiyordu. Toplumsal sonuçlar onun en derinine ulaşmazdı. Yine de nadiren ulaşacak olurlarsa onlara karşı kayıtsız kalarak susturabiliyordu seslerini. […] İnsanın tarihsel bir varlık olduğunun tümüyle farkındaydı, yine de bunun kendisini temelden ilgilendirdiğini göremiyordu. […] Singer tarihle yakından ilgileniyordu. […] Ama kendisini tarihsel bir bağlama yerleştirmeyi başaramıyordu. […] Singer toplumsal ya da tarihsel bir semptom değildir. Bununla yalnızca toplumsal ya da tarihsel bir özne olmaya tepki vermekle kalmayıp kendisinin toplumsal ya da tarihsel bir nesne olmasından da çok rahatsız olduğunu belirtmek istiyordu. (TS, s. 87)

Singer için zamanın, çağın bir önemi yoktur, olmamıştır, bu yanıyla Solstad’nın öbür kişilerinden ayrılır, daha doğrusu ayrıldığı düşünülebilir. Ne ki onun da zamanın dışına düşme korkusu yok değil, ancak Singer için zaman kendisiyle sınırlı, kendi rutinlerinden oluşan bir “çağ”ı, “zaman”ı, hayatı var onun ve bu hayatından yahut kendi zamanından uzaklaştığında oldukça zorlanır.

Singer’in tam tersine Elias Rukla çağdaşlarıyla iletişiminin kesilmesinden, söyleşme eyleminin sona ermesinden rahatsızdır, insanların ölüm karşısında bile durup düşünmemelerinden, temel birkaç soruyu sormamalarından... “Bir çağ kapanmıştı ve toplumsal konularla ilgili bir birey olarak Elias Rukla’yı da beraberinde götürmüştü” diyerek ifade edilir onun hali romanın sonlarında. Singer ise özellikle kaçınır başkalarından. Bu kişilik yapısına rağmen evlenir de. Onun için pek kolay olmamıştır gerçi; romanda “acımasız yakınlık” ve “kırılgan yakınlık” olarak adlandırılır aşk, sevişme, aynı evde yaşama ve evlilik. Zorlanmasına rağmen kendisinin de yapmayacağını düşündüğü şeyleri yapar, araba sürmeyi öğrenir, yemek yapmayı keza. “Aşkının etkisiyle Singer reddedilemez bir değişim geçir[ir]”. Roman anlatıcısı burada araya girip açıklama yapma gereği duyar. (Bu araya girmeler Solstad’nın sık olmasa da uyguladığı bir şey. Biraz yabancılaştırma efekti gibi, okurun romana kaptırıp gitmesine engel oluyor, bazen bir uyaran görevi görüyor, hikâyenin her zaman başka türlü de anlatılabileceğine dikkat çekiyor, bir yandan da kendisinin yeğlediği akışı gerekçelendiriyor.) Singer’deki değişime dönersek:

Bu kitapta daha önce anlatıldığı biçimiyle onu tanımak çok zor. […] Şimdi gördüğümüz Singer’in, Merete’nin kafasındaki hayale göre yaratıldığı kolaylıkla söylenebilir. Ama bunun Singer’in özgür seçimi olduğunu eklemeliyiz. Merete Sæthre’nin kafasındaki hayale göre yaratılmış bir adam olabilir ama âşık adamın kendisi de biraz memnun bu durumdan. (TS, s. 96)

Bu yazıda uzun uzadıya romanların olay örgüsünden söz etmediğim için bu aşkın devamında neler olacağına, neler yaşanacağına girmeyeceğim, ancak Singer’in kısmen kendisi de memnun olmasına rağmen Merete’nin hayalindeki forma büsbütün girmediğini, pot yaptığını eklemek durumundayım, ki Solstad’nın roman kişilerinde sıkça karşılaştığımız bir haldir bu. OBROSK’un başkahramanını hatırlayalım. Hansen, Turid’le yaşamaya başladıktan sonra yıllar boyunca onu kıskanmış “gibi yapar”. Sevgilisini göz hapsinde tutar ama gerçekte bu durum umurunda değildir.

Bu yoğun duygular olmazsa geriye ne kalacaktı! Ama Bjørn Hansen biliyordu. Ne yaptığının farkındaydı. Genç kadınla geçirdiği yedi yıl, ilişkilerini koruma yolunda ona düşen görevin zaman zaman sahte kıskançlık krizleri sergilemek olduğunu Bjørn Hansen’e öğretmişti. (OBROSK, s. 27-28)

Singer için söylenen şu sözler aşağı yukarı Hansen için de geçerli sayılabilir.

Aslında Merete için yaptıklarının hiçbiri derinlerinde yatana ters düşmüyordu, onu başkalarının gözüne çarpan birine dönüştürmüyordu […] kendi gözüne batan birine de dönüştürmüyordu. (TS, s. 98)

Sürgit devam edemez elbette bu durum, Merete, Singer’in gözlerindeki neşeli bakışın bir maske olduğundan kuşkulanmaya başlar ve hakiki halini yakalar. Singer’in rutin işler yaptığı işyerinde –bir kütüphanede memurdur– sorun yoktur, orada kendisinin gölgesi olmasında sakınca bulunmaz, ama bir başkasıyla, aynı evde yaşadığı kadınla ilişkisinde her daim maskesini kuşanamaz. Maskesinin ardında, içe kapanıp olur olmaz düşüncelere kapılmaktan başka bir şey de yoktur aslında, çok zaman saklayabildiği ama kimi zaman pot yaptığı anlarda saklayamadığı bundan ibarettir, ama tahmin edileceği üzere Merete için hayati önemdedir maskelerin ardına saklanmış bu derin kayıtsızlık.

“SOLSTAD’NIN ROMAN KİŞİLERİ İÇİNDE BULDUKLARI ÇAĞLA UYUMLU OLMAYI ÖNEMSİYORLAR. İNSANLARIN İÇİNDE BULUNDUKLARI ÇAĞA İLİŞKİN TESPİTLERİNİN (HAYRANLIK YA DA DÜŞ KIRIKLIĞININ), GELECEĞE DÖNÜK TESPİT VE BEKLENTİLER GİBİ GÖRELİ OLDUĞU DA SEZDİRİLİYOR BİZE.”

Mahcubiyet ve Haysiyet’teki Elias’ın yalnızlığına bir kez daha yeniden dönersek, Elias:

Artık konuşabileceğim kimse kalmadı, diyerek içini çekti. Eva var elbette, ama ben onu kastetmedim. Elias Rukla’nın kastettiği, kendisi için çok önem taşıyan bir başka söyleşme tarzıydı, kesintiye uğramadan devam eden söyleşi. […] Elias’ı biriyle söyleşmek veya bir tartışmanın içinde yer almak kadar heyecanlandıran çok az şey vardı dünyada, bu katılım hem tartışmada fiilen yer almak hem de evin yolunu tutarken ya da eve geldiğinde konuşulanları aklından geçirip sözleri zihninde yeniden yazmak […] şeklinde olabilirdi. […] Ancak öncelikle canına can katan tartışmanın kendisiydi; bu, gecenin geç bir saatinde iki arkadaş arasında yapılan söyleşi de olabilirdi, bir masa etrafında toplanmış katılımcılar arasında bulunup, grup üzerinde hakimiyetini kurmuş birkaçının konuşmasını dinlemek şeklinde de olabilirdi. (HvM, s. 86)

Elias’ın Singer’den esas farkı kendi halini yaşadığı çağla ve kendisi gibi başka insanlarla beraber anması. Yeni bir çağ başlamıştır ve bu çağ ona ve benzerlerine çok uzaktır.

Söyleyecek sözü kalmamıştı sanki, hatta kendi çevresinde ve ait olduğu kültür grubundaki insanların da söyleyecek sözleri bitmiş gibiydi. Söyleşmeye teşebbüs bile etmiyordu insanlar. Karşılıklı konuşmayı, kişisel ya da toplumsal bir konu üzerine yoğunlaşarak tartışmayı, hiç değilse bir şeyin içyüzünü kavramanın getireceği anlık parıltıyı yaşamayı istemiyorlardı. (HvM, s. 86-87)

OBROSK’taki Hansen de Turid’den ayrıldıktan sonra yalnız bir hayat sürecektir, on küsur yıldır görmediği oğluyla aynı evde yaşamaya başlayacak olmasına rağmen. Hoş, Turid’le beraber ve sahte kıskançlık krizleri rolünü üstlendiği sırada da kalabalık bir hayatı yoktur.

Turid Lammers’le paylaşacağı işi oluruna bırakmış yetişkin insanlara özgü bir hayatın ana hatlarını görebiliyordu, bu hayat ona çok cazip gelmese bile o katlanamadığı öbür olgunun, yani yaşamı boyunca doğanın acımasızlığı sonucu elinden gitmiş bir şeyin peşinden koşmuş olduğunu bilmenin ıstırabı dindirilebilecekti. Turid’in deneyimli ve rutin cazibesiyle oynadığı o oluruna bırakmışlık ve sarsılmaz sadakat onu mutlu ediyordu. Ama aslında oradan gitmek, uzaklaşmak istiyordu. Buydu arzusu. (OBROSK, s. 42)

Dag Solstad

On Birinci Roman On Sekizinci Kitap
çev. Banu Gürsaler Syvertsen
YKY
2022, 125 s.

Baştan bu yana aktardığım örneklerde görüldüğü gibi, Dag Solstad’nın romanlarını okurken Norveç’in farklı kesimlerinden adamların (ve az sayıda kadının) hikâyelerine tanık oluyoruz. Kimi ortak noktaları var, edebiyat mesela büyük kısmı için önemli, bilhassa Ibsen’in yapıtları romanlarda sıklıkla bir vesileyle karşımıza çıkıyor. (Elias’ın okumayı tercih ettiği yazarlar Marcel Proust, Franz Kafka, Hermann Broch, Thomas Mann, Robert Musil’dir mesela; Hansen’in “sevdiği kitapların tümü[yse] hayatın imkânsızlığını dile getiren, kara ve acı mizah içeren insafsız kitaplardır.”) Eğitimli adamlar bunlar; aralarında filoloji okumuş, öğretmenlik yapmayı seçmiş olanlar daha çok; mesleğine idealist duygularla başlayıp sonradan şevki azalanlar… Profesör olan, vergi dairesinde müdürlük, hatta diplomatlık yapanlar da var aralarında, eski bir devrimci komünist de (yazıda hemen hiç değinmediğim lise öğretmeni Pedersen)… Bu kişilerin hikâyelerini takip ediyoruz, roman yazarı başlarına kâh sıradan kâh pek de olmayacak işler getiriyor, olaylar birbirini izliyor ya da sıkıcı bir hayat devam ediyor, ancak romanların başkahramanlarının zihinleri pek dur durak bilmiyor. Hayli kendilerine dönükler ama bu bir körlük değil, içe dönük keskin gözlemleri var. Gelgelelim bunca keskin bakışa rağmen, isteyerek ya da isteksizce maruz kalarak odaklandıkları iç dünyalarındaki her şeyi net biçimde gördükleri de söylenemez. Belirsiz noktalar, boşluklar var.

Belki de Elias haklı, onlar da temel birkaç soruyu sormuyorlar çünkü. Bu soruların neler olduğunu söylemek istemez, bunu reddeder Elias – kendi kendine tefekkür ederken bile dile dökmez. Herkesin bunu bildiğini ileri sürer, ama işte sormuyorlardır. Solstad’nın roman kişilerinin hayatlarındaki (haliyle romanlardaki) boşluklar da sorulması gerekenlerin sorulmamasından doğuyor olsa gerektir. Roman kişilerinin krizleri de sormadıkları halde yanıtları bilmelerinden, sezmelerinden. Verdikleri gelgeç yanıtların yanıt olmadığı gerçeğiyle yüzleşmelerinden. “Mış gibi” yapmaların, maskelerin, işi oluruna bırakmaların özellikle de belirli bir yaşa geldikten sonra (doğanın acımasızlığını göstermesinin de etkisiyle) iş görmemesinden. Solstad’nın roman kişilerinin krizlerde aldıkları tutumlar, onları atlatma çabaları birbirinden oldukça farklı bu arada. Hansen ölçüp biçerek, ince hesaplar yaparak topyekûn reddiyeci bir tavır almaya karar veriyor, Profesör Andersen ise önce harekete geçiyor, daha doğrusu kritik bir anda bilmediği bir nedenle harekete geçemiyor, sonrasında kendisindeki tutukluğun nedenlerini sorguluyor, tefekkür ederek, argümanlar geliştirerek yanıt arıyor, hareketleriyle kendisini bir anlamda denek kılıyor, zorluyor, ama kaçış yollarını hep açık bırakarak. Singer, tahmin edileceği üzerine akışına bırakıyor (dibe doğru girdaplanan bir akışa!); Armand V., içini ansızın kaplayan “yineleme” duygusunun peşine düşüyor; nedir yinelenen, nasıl bir örüntü söz konusudur? Ne var ki yanıt arayışı Armand V.’nin hayatında yeni krizlere de neden olacaktır. Elias ise yenilgiyi kabullenmemek için alkole sığınıyor, geceleri içki içerek kendi hayatı ve değişen zaman üzerine düşünüp duruyor. Öyle ya da böyle, hepsinin bir kriz ânına tanık oluyoruz, hayatlarında bir şeylerin pot yaptığına. Bu potların kişisel nedenleri olduğu kadar toplumsal nedenleri de var, kuşaktan kuşağa aktarılan ya da aktarılmayan alışkanlıklar, ama en derinlerde başka bir şeyler var sanki – hayata dair, insana dair, karanlıkta kalmış bir şeyler, hatta karanlığın kendisine dair, bir çağa ve çağları aşan zamana dair… Solstad bunların üzerine de spot ışıkları tutar gibi oluyor, ama nasıl ki karakterlerin, mekânların, ilişkilerin, yılların üzerinden kayarak uzaklaşıyorsa anlatı, benzer biçimde uzaklaşıyor – birtakım tortular ya da sezgiler (yahut dipnotlar) bırakarak.

Bu “pot yapma” anları, kişilerin hayatlarında neyin boşluğu olduğunu tam olarak bilemedikleri boşlukların belirmesi, sorulmamış soruların yanıtsız kalması üzerine yaşanıyor. T. Singer’in anlatıcısı, “Her romanda kocaman, kara bir delik vardır, hepsinde de karanlığı aynıdır ve şimdi bu roman da o noktaya ulaştı” diyerek dikkat çekiyor bu türden boşluklardan birine. Solstad’nın andığım söyleşide söyledikleri de konuyla ilgili gibi. Gelgelelim, bu kez bir boşluk ya da kara delik değil sözünü ettiği, her şey çıkarıldıktan sonra elde kalan –çıkarılamayan– şey, bir anlamda boşluğun tersine bir doluluk belki de, daha doğrusu, olmayan bir şeyler değil söz konusu olan, tam aksine var olan, var kalan bir şey ya da şeyler!

Sanırım gerçekten düşündüğüm şey, her iyi romanda, bütün kitabı bozup dağıtmadan çıkarılamayan bir öğe, bir şeyler olduğu. Diğer her şeyi çıkarırsan, geriye o kalıyor. Ama o temel niteliğin ne olduğunu söylemek zor. Bundan olumsuz terimlerle bahsedebilirsin. Romanın psikolojik bir bakış açısından gerçekten de heyecanlı olmasıyla alakası yok. Çağdaş toplum yapısıyla ilgili inanılmaz ve taze görüş sunması da değil. Ne kadar eksantrik, benzersiz ya da tipik olurlarsa olsunlar, karakterleri tanımanın büyüleyici oluşu da değil. Tamamen alakasız bir şey ve bu çözülmez epik niteliğin orada olması şart. (abç –BÇ)[3]

Bu “çözülmez epik nitelik”, bana öyle geliyor ki, bir metni edebi kılan nokta, karakterlerin psikolojisinin anlatılmasının, eksantrikliklerinin, toplumsal yapıyla kişiler arasındaki bağların aktarılmasının yetmediği, bunların hepsini içermekle beraber, bunları aşan bir başka şey metni edebi kılıyor, roman yapıyor. Solstad değinmemiş, ama kanımca dil de değil bu, yani anlatım güzelliği, hoşluğu, kurgu oyunları da değil, başka bir şey. Galiba bazı soruların yanıtsız kalması, bu roman kişisi şunu neden yaptı ya da yapmadı, bize bu romanda anlatılmayan başka neler var, neler olabilir? (Armand V.’yi hatırlayarak sorarsak; “asıl roman” nasıl bir şey ola ki? Elimizde tuttuğumuz, okuduğumuz “kâğıttaki roman”da onun sadece onun dipnotları var!) Belki de roman kişilerinin psikolojilerine ilişkin tahliller, içinde yaşadıkları topluma ilişkin inanılmaz ve taze görüşler, yaşadıkları çağla bağlantıları ve bağlantısızlıkları… bütün bunların ayrıntılı, analitik aktarılması, bu saydıklarımın hepsinin üzerinde daha somut ve görünür hale geldiği olay örgüsü, yazarın kişileri bir yerden başka yere taşıması, birileriyle tanıştırması, ilişkilere sokması, mevcut ilişkileri sona erdirmesi yahut sündürmesi, kişilerin tumturaklı ya da tutarsız tefekkürleri… yine Solstad’nın romanlarının vazgeçilmezi ayrıntılı yollar (şehirler arası yahut şehir içi, kasaba kasaba ya da sokak sokak bunların sayıp dökülmesi), bütün bunlar hangi soruların nasıl yanıtsız kalacağının, nasıl bir kara deliğin belireceğinin inşasına yarıyor.

Dag Solstad

Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı
çev. Banu Gürsaler Syvertsen
YKY
2020, 226 s.

Son olarak, bu yazıda hemen hiç değinmediğim Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı romanının Türkçedeki öbür Solstad romanlarından farkını da belirtmem lazım. “Kara deliğin” baştan işaret edilmesi, romanı var eden sorulardan birinin en başta sorulması, bu romanı öbürlerinden farklı kılıyor. Pedersen’in romanı ‘70’lerin ilk yarısında Norveç’te özellikle aydın kesimde büyük bir ilgi gören Maocu çizgideki İşçilerin Komünist Partisi’nin bu ilgiyi nasıl topladığı ve bu zaman zarfında neler yaşandığı gibi sorulara yanıt arıyor. “Neydi bu olup bitenler?” diye soruyor Pedersen bu siyasi uyanış artık gerilerde kaldığında. Romanın birinci tekil kişi anlatıcısı Pedersen’i bu romanı yazmaya iten de bu sorudur zaten. Beri yandan bu romanın büsbütün İKP üzerine yarı-belgesel bir metin olduğu yanılgısına düşülmesini istemem; aksine romanın kişileri, özellikle Pedersen’in, sevgilisinin ve yakın arkadaşı Werner’in hikâyeleri hayli kişisel hikâyeler aynı zamanda; onların da soruları ve boşlukları var, gördükleri, görmedikleri, görmezden geldikleri ya da siyasi hareketle, ideolojileriyle doldurmaya çalıştıkları. Olay örgüsü de salt bir küçük burjuva aydının nasıl bilinçlenip partili olduğunun ve ardından yaşadıklarının hikâyesinden ibaret değil. Başta ve sonda vurgulanan, o büyük “Neydi bu olup bitenler?” sorusunun yanı sıra roman, karakterlerin kişisel hayatlarına, neyi neden yaptıkları, yapmadıkları, neden başladıkları ya da bitirdiklerine dair sorularla da ilerliyor. Üstelik kişisel hayatın, misal kişinin isminin kişiye aidiyetinin nerede başlayıp bittiği gibi sorularla da çatallanıyor. Solstad’nın meselelerinden çok uzak bir roman da değil; Pedersen hayatının partili olarak geçirdiği on yılına bakarken, o yıllardaki “yaşama hissini” ve “yaşama iştahı” da özlemle anıyor – bunu nasıl yitirdiğini anlatırken bile o coşku hissediliyor. Şöyle diyor:

Hayatımın otuz ila kırk yaş arasındaki dönemini halkımı, Norveç insanını merak etme ve öğrenme çabası içinde geçirdiği itiraf etmekten zevk duyuyorum. On yıl boyunca, hayatta bana dikte edilen koşulları yıkmaya çalıştım. On yıl boyunca hayatımın mantıklı eylemlerle geçtiğini düşünüyorum. (s. 226)

 

DAG SOLSTAD'NIN DEĞİNİLEN ROMANLARI

  • Mahcubiyet ve Haysiyet (MvH), çev. Banu Gürsaler Syvertsen, YKY, 2018, 106 s.
  • T. Singer (TS), çev. Deniz Canefe, Jaguar Kitap, 2021, 207 s.
  • Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı, çev. Banu Gürsaler Syvertsen, YKY, 2020, 226 s.
  • Profesör Andersen’in Gecesi (PAG), çev. Banu Gürsaler Syvertsen, YKY, 2021, 105 s.
  • On Birinci Roman On Sekizinci Kitap (OBROSK), çev. Banu Gürsaler Syvertsen, YKY, 2022, 125 s.
  • Armand V. (AV.), çev. Deniz Canefe, Jaguar Kitap, 2022, 184 s.

NOTLAR:

[1] Fatih Özgüven, "John Williams, Dag Solstad, Wilhelm Genazino: Erkekler nasıl yaşlanır?",  K24 (k24kitap.org)

[2] Ane Farsethås, “Dag Solstad: ‘Mahcubiyet ve Haysiyet’te bildiğim tek şey, bir öğretmen olan ana karakterin şemsiyesini açamadığı için başlayan bir sinir krizine gireceğiydi.’” Kitap-lık, sayı: 206, Kasım-Aralık 2019

[3] Kitap-lık’taki adı geçen söyleşiden, sayı: 206, Kasım-Aralık 2019

Yazarın Tüm Yazıları
  • Armand V.
  • Dag Solstad
  • Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı
  • Mahcubiyet ve Haysiyet
  • On Birinci Roman On Sekizinci Kitap
  • Profesör Andersen’in Gecesi
  • T. Singer

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın kitapları – 24

K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...

K24

Sonraki Yazı

SPOR

Şampiyonlar ligi:

“Türk finali”nin Türkleri

“Gündoğan Balıkesirli, Çalhanoğlu ise Bayburtlu bir ailenin Almanya doğumlu çocukları. Gündoğan Schalke 04 ve Bochum altyapılarında, Çalhanoğlu Waldhof Mannheim ve Karlsruhe altyapısında yetişti. 'Almancı' denilen kavimdenler, yani. Gündoğan Almanya’nın, Çalhanoğlu Türkiye’nin ulusal takımlarına oynuyor. Biri bir yıldır Türkiye’nin, diğeri üç aydır Almanya’nın kaptanı...”

TANIL BORA
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist