2024'ün üç sessiz kitabı
Okurda Yakup'un Kitapları'na benzer bir ruh hali yaratan üç kitap: Duvar / Marlen Haushofer, Dünyanın Alacakaranlığı / Werner Herzog, Kurtların Tarihi / Emily Fridlund.

Soldan sağa: Marlen Haushofer, Olga Tokarczuk, Werner Herzog, Emily Fridlund.
Edebiyatta yılın kitabı Olga Tokarczuk’un Yakup’un Kitapları’ydı (çev. Neşe Taluy Yüce, Everest Yayınları, 2024). K24’e bu kitap üzerine uzunca yazmıştım. Empusyon (çev. Neşe Taluy Yüce, Timaş Yayınları, 2024) da düşünüldüğünde bu yıl bir Tokarczuk yılı oldu denebilir. Bu yazıda Yakup'un Kitapları ile benzer bir ruh hali yaratan üç kitaptan söz etmek istiyorum.
Doğanın deneyimlenişi giderek kendi başına bir tür haline geliyor. Burada kırsal yaşamdan, doğal koşulların zorluklarından veya doğayı Robinson’vari aşma çabalarından değil, onun bizim üzerimizdeki etkilerinden söz ediyoruz. Tarihin çıkmaz sokaklara girdiği fikriyle birlikte doğayla ilişkimiz özel bir başlık haline geliyor. Ama doğa suskun, öfkeli ve anlaşılmaz olduğu gibi diyaloğa da kapalı. Bu durumda da kaçınılmaz olarak sessizlikle karşılaşıyoruz. Doğayla zorunlu olarak baş başa kalmak bizde suskunluk yaratır ama genel durum sessizliktir ve okurda sessizlik etkisi yaratan kitaplar vardır. Burada doğaya kaçan kentli deneyimlerinden değil, ansızın kendini oraya sıkışmış bulmaktan veya oralı olmaktan söz ediyoruz. Neredeyse hiçbir diyaloğun olmadığı, herhangi bir insani itiş kakışın, gürültünün, zorbalıkların, hatta tarihin bile olmadığı kitaplardan söz ediyoruz. Elbette bazen somut tarihî bir kişilik ve durum söz konusudur ama anlatı, tarihi parantez içine alır. Böylece kahramanın somut durumu, tarihin o ânı çerçevenin dışına itilir, geriye sadece bir tür soyut durum kalır. Bu soyutlamayla birlikte berraklığa, daha doğrusu soğuk bir berraklığa atılırız.
Sözünü etmek istediğim kitaplar Tokarczuk’un kitaplarının bir anlamda tam tersi de sayılabilirler. İddialar, savlar veya insani akıl yürütmelerin dışındayızdır. Bunlarda insan dünyası sadece dolayımlı olarak fark edilir veya doğanın arka planında kalır. İnsanın ahlaki veya siyasal sorunları, doğanın şeffaflığı izin verdiği kadarıyla seçilebilir.
Marlen Haushofer’in Duvar’ı (çev. Ersel Kayaoğlu, YKY, 2024. İlk baskı 2023) bu dolayımlılığın sonuna kadar götürülmüş halini temsil ediyor. Issız adada bir kazazede klasiğinin tamamen başka şartlara uygulanması da diyebiliriz. Duvar’ın başarısı yalıtılmış “modern” bir insanın varoluşunun nasıl olabileceği anlatısını kurabilmesinde yatıyor. Yazar bunun için neredeyse bir laboratuvar ortamı yaratıyor. Böylece sessizlik ve doğa kitabın gerçek kahramanları haline geliyor.

Duvar
çev. Ersel Kayaoğlu
YKY
Kasım 2023
208 s.
Doğanın ritmine uygun olarak neredeyse hiçbir şey olmaz. Tedirginlik hissi herhangi bir tehlikeden değil, anlaşılmaz olanla karşılaşmaktan kaynaklanır. Doğa tarafından kuşatılmış olmaktan doğan tedirginlik böylece muhatabını bulamadan bir gündeliklik haline gelir. Gündelikliğin döngüsü her şeyin üzerine tamamen abanmıştır ve pek de sevimli değildir. Böyle bir yaşamda korunaklılık ve şehir güvenliği tamamen ortadan kalkar, alıştığımızdan tamamen başka bir zamana geçiveririz. Uygarlık arada bir karşımıza çıkan ve her karşılaşıldığında başka bir sorun yaratan bir anıdır ancak. Artık hayatta kalmayı mümkün kılan yöre ve doğa bilgisi, havanın döngüsü önem kazanır. Doğa arkadaki bir motif değil, bizzat sessizliğin sahibidir. Günümüzde mutlak biçimde bir başına kalmak ancak olağandışı gelişmeler sayesinde mümkün olsa da, sessizlik her şeye hâkim olduğunda kişinin kendisiyle en doğrudan söyleşisi gerçekleşir. İnsanın her zaman için toplulukla ve başkalarıyla kendini tanımladığı, başkalarıyla iletişim halinde varlığına ikna olduğu düşünüldüğünde ilişkisizlik, var olma halini kökten değiştirir. Duvar’ın kahramanı ilişkisizliği günlük tutmakla aşmaya çalışır. Öbür yandan başkaları olmadığında insanın da gerçek bir gündemi kalmaz. Gündem sadece beslenmek ve ısınmak için plan yapmaktan ibaret gündelik döngüdür. Gündelikliği kesintiye uğratan sadece çevredeki hayvanlar, fırtına ve yağmurdur. Bazen de kar. Tabii bir de geceleri gökyüzünün manzarası.

Başka insanlarla bir ilişki olmadığında yıldızlara dair kimi zaman metafizik düşünceler bile bulanıklaşmaya başlar. Bu ıssızlıktaki ağaçların ve hayvanların mevcudiyetinin şahidi de o tek başına kalmış insandır. Şahitlik olmasaydı o ağaçlar, o hayvanlar yine mevcut olacaklardı elbette ama var olmayacaklardı. Bu tür yaşama deneyimlerinden bize kalan insanın toplulukla birlikte nasıl bir konfor alanı oluşturduğunun farkına varmak belki de. Hayatta kalmak büyük bir mesai, sürekli bir hazırlık ve önemli kararlar gerektirir. Çevredeki hayvanların, ağaçların, bitkilerin ve böceklerin kendi yaşam döngüleri size karşı işlemektedir. Doğa her şeyi çürütür ya da doğa bizatihi çürüme ve yeniden oluşumdur. Doğa istikrar fikrine de düşmandır ve böyle bir döngü karşısında insan olmanın temel niteliklerinin bir kere daha sorgulanmasıyla karşı karşıya kalırız. Daha doğrusu insan olmanın nitelikleriyle doğa arasındaki zihnimizde kurduğumuz, kültür aracılığıyla kurduğumuz sınırlar bulanıklaşmaya, giderek daha az ikna edici olmaya başlar. Doğa için çevredeki uyaranlar yeterli olsa da, döngü dışındakinin günlük tutmaktan başka çaresi yoktur. Zaten günlüğün kendisi de giderek döngünün kaydı olmaktan kurtulamaz.

Dünyanın Alacakaranlığı
çev. Pınar Akkoç
Can Yayınları
Şubat 2024
160 s.
Elbette Dünyanın Alacakaranlığı (Werner Herzog, çev. Pınar Akkoç, Can Yayınları, 2024) böylesine bir ilişkisizlik ortamında geçmiyor. Kitap Pasifik’teki bir adada, ormanda teslim olmamakta direten Japon askerlerinden birini, Onoda’yı anlatıyor. Herzog bir türlü teslim olmaya ikna edilemeyen kişinin şahsında ormanda barınmayı ve yukarıda anlattığımız döngüye ayak uydurmayı anlatıyor. Herzog’un kahramanı Onoda, Duvar’ın kahramanından çok daha kararlı. En azından teslim olmakla kolaylıkla dönebileceği insanların dünyasına katılmamakta kararlı. Duvar’ın kahramanı için yalıtılma başına gelen bir felaketken, Herzog’un kahramanı için bir tercih ve onur meselesi. Başrolde ise ormanın, yağmurun ve çürümenin döngüsü ve elbette sonsuz sessizlik var. Gerçekte böylesi deneyimler tamamen sahibine aittir, sahibinden kopartılamaz ve bize aktarılamazlar. Deneyimi her anlama çabası bize duvardan başka bir şey vermeyecektir. Öbür yandan Onoda için dış dünya bir uyaran olarak mevcudiyetini kaybetmiyor: Kendisini arayan askerler, savaşın bittiğine dair ormanda hoparlörle yayın yaparak gezinen araçlar, kendilerinden bir şeyler çaldığı köylüler. Fakat bunlar hiçbir şekilde mevcut yalıtılmışlığı aşamıyorlar. Bu durumda da yine sessizlik baş köşeye oturuyor. Kahramanın gerçekte ne düşündüğüne nüfuz etmemizi imkânsızlaştıran bir sessizlik. Zaten kitap bittiğinde de tıpkı Duvar’ın sonunda olduğu gibi, aşamadığınız bir gerçekliğin önünde durmaya devam ediyorsunuz. Nihayetinde yakınmaların, dışavurumcu feryatların mevcut olmadığı, kahramanların tıpkı kuşatıldıkları ormandaki ağaçlar ve çayırlar gibi sessiz ve ifadesiz kaldıkları bir duvar.

Kurtların Tarihi
çev. Seda Çıngay Mellor
YKY
Eylül 2024
240 s.
Kurtların Tarihi de (Emily Fridlund, çev. Seda Çıngay Mellor, YKY, 2024) bu tür bir sessizlik kitabıydı. Bu kez insani yalıtılmışlık söz konusu değil. Anne ve babayla yaşanan, göl kıyısında yıkık dökük bir ev. Yalıtılmanın olmadığı yerde bu kez ormanın ve gölün, karın ve uzun mesafelerin her şeyi belirlemesiyle karşı karşıyayız. Burada yalıtılma duygusunu veren, genç kızın bağımsızlaşması ve hem ailesi hem komşuları hem de okul arkadaşlarıyla kurduğu tuhaf kayıtsız ilişki. Birkaç kilometre uzaktaki yerleşim ve okul bile bu kayıtsızlığı aşamıyor. Kızın yalnızlığı hiçbir yakınmayla kuşatılmadan, adeta bir doğa olayı haline geliyor. Bir başınalığın bir doğa durumu haline yükselişi kişinin de ormanla birlikte susmasıyla sonuçlanıyor. Böylece sessizlikle sarmalanmak için illa ki bir adada veya bir duvarla çevrelenmiş bir vadide olmamız gerekmediğini görüyoruz.

Ve sanırım alıntı yapılamayan kitaplar diye bir kategori de mevcut. Alıntı yapılamayan kitapların bir dokusu var ve söylenmek, hissettirilmek istenen her şey dokuya yedirilmiştir. Kitabın kendisi ise bizde bir tür sessizlik duygusu uyandırır. Okurken veya sonrasında üzerinde düşündüğümüzde sessizliğin içindeyizdir. Fakat kitabı tanımlayacak, okuru kitaba götürecek, kitabın ana fikrini gözlerimizin önüne serecek bir alıntı bulmakta zorlanırız ve bu tür kitaplar birbiriyle akrabadır. Bu tür kitapların yazarları aslında tartışmazlar; tartışmak istedikleri savlar karşı savlar hiçbir şekilde ortalıkta görünmez. Sav bir anlamda durumun kendisidir. Durgunlukla bir tür gerginlik baş başa gider. Hatta gerginliği yaratan da kitabın dokusudur. Bu durumda doku ve atmosfer o kitabın her şeyi olur. En nihayetinde bizi hiçbir şeye ikna etmeye çalışmayan, yakınmayan, argümanlar ileri sürmeyen bir sessizlik karşısında öylece kalırız. Anlaşılmaz, tuhaf bir müziği yeni dinlemişiz gibi, ne düşüneceğimizi bilemeden ellerimiz böğrümüzde sessizce otururuz. Kitap okuduğumuz mekân da, zihnimizin içi de tatsız biçimde sessizleşir. Hesaplama ve çözümlemelerin ötesiyle, anlatılamayanla, anlatılamayacak olanla, düşünülemeyecek olanla, düşünmek istemediğimizle karşı karşıyayızdır. Doğanın döngüsüyle...
Bu yazının bağlamı dışında kaldığı için Sular Yükselirken’e (Anja Kampmann, çev. Regaip Minareci, Can Yayınları, 2024) değinemiyorum ama bu roman da tıpkı Kurtların Tarihi gibi kuşaklarla ilgili bazı yaftalara rağmen iyi edebiyatın daha ilk kitapta kendini hangi yollardan, nasıl gösterebileceğinin bir işareti. 2024 biterken benim için en hoş sürprizin nihayet bir Walter Kempowski çevirisine kavuşmak olduğunu da eklemek isterim. Her Şey Nafile (çev. Dilman Muradoğlu, Yüz Kitap, 2024) onun en ünlü kitabı ve mesafeliliğiyle, felaketin doğasına yaklaşımıyla, rejimin mikro ölçekte nasıl işlediğini serinkanlı biçimde göstermesiyle bu ünü hak ediyor.
Önceki Yazı

Bisikletli dev
“Hartley’nin okura sunduğu, ne şairin ölümünden sonra başlayan ırkçılık, kadın düşmanlığı ve yabancı karşıtlığı suçlamalarının yarattığı karikatür, ne de bunun yalnızca bir adım ötesindeki, gündüzleri kütüphaneci olarak çalıştığı Hull Üniversitesindeki ofisine gidip geceleri de yarı sarhoş bir halde zengin pornografi koleksiyonunu karıştıran adam.”
Sonraki Yazı

Nova Üçlemesi:
Virüs olarak
sözcüğe karşı tomurcuklanan dil
“Nova Ekspresi kesinlikle yazarak değil, silerek var edilmiş bir metin olarak görülmeli ve bir tür bilimkurgu ya da fantazya olarak değerlendirilmeli, ama karşı bir anlamda: Dilin büyüsünü bozan, onu büyübozuma uğratan bir dilin imalatı.”