Bisikletli dev
“Hartley’nin okura sunduğu, ne şairin ölümünden sonra başlayan ırkçılık, kadın düşmanlığı ve yabancı karşıtlığı suçlamalarının yarattığı karikatür, ne de bunun yalnızca bir adım ötesindeki, gündüzleri kütüphaneci olarak çalıştığı Hull Üniversitesindeki ofisine gidip geceleri de yarı sarhoş bir halde zengin pornografi koleksiyonunu karıştıran adam.”

Philip Larkin, 1957 (kolaj).
Bir “yılın kitapları” var, bir de yılların ötesinden gelip bizi bulan kitaplar. Birinci gruptakilerin her yıl neredeyse herkesin kabul ettiği bir iki örneğine rastlamak mümkün. İkinci gruptakiler ise birkaç yüzyılda bir görülebilen kuyruklu yıldızları akla getirecek kadar seyrek ortaya çıkıyor.
Hayır, klasiklerden, yayımlandıkları yıl bazen yankı uyandıran, bazen uyandırmayan, ama uzun vadede bir çağın, kültürün –ve en önemlisi de her birimizin hayatının– parçası haline gelen o büyülü yapıtlardan söz etmiyorum. Klasik olmak gibi bir iddiası da, şansı da olmayan, ama yıllar sonra tesadüfen elimize geçtiğinde ne kadar iyi olduğunu görüp neden daha fazla yankı uyandırmadan kaybolup gittiğine şaştığımız kitapları anlatmaya çalışıyorum.
Çeşitli nedenlerden biraz endişeli bir yıl geçirdim. Tabii her zamanki gibi gene bir dizi kitap edindim ve bunların bir bölümünü okudum da. Ama önemlice bir bölümünü de bitirmeden bırakıp huzursuzluğuma geri döndüm. Elime aldığım son kitap Jean Hartley’nin, reklam ve tanıtım gücü sınırlı küçük bir yayınevinden çıktığı için zamanında gözden kaçırıp tam otuz beş yıl sonra, geçtiğimiz Kasım ayında bir sahafta rastladığım anıları Philip Larkin, the Marvell Press and Me (Philip Larkin, Marvell Press ve Ben) olmasaydı, gene yenilgiye uğrayıp yılı bir bozgun havası içinde kapatabilirdim.
Hartley’nin yapıtının adını duyan kimsenin içeriğini tahmin etmekte fazla zorlanacağını sanmıyorum. Kitap aynı anda yazarın hayatına bir bakış, eşi George’la birlikte İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Hull şehrinde kurdukları Marvell Press’in tarihçesi ve o da yakında Hull’a taşınacak Larkin’in kendi hayatından yola çıkarak sarsıcı evrensel sonuçlara ulaştığı, alabildiğine güçlü şiirinin ilk örneklerinin yer aldığı kitabı The Less Deceived (Daha Az Aldanan) için bu yayınevini seçmesiyle başlayıp şairin ölümüne kadar süren bir dostluğun hikâyesi.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Hartley çiftinin yayınevlerine Hull’da doğup büyüyen Rönesans şairi Andrew Marvell’ın adını vermeleri benim için kitaba bir boyut daha ekliyor. Hakkında yeni bir bilgi kaynağına rastlamamın gözümde her zaman önemli bir olay olduğu Larkin’e duyduğum ilgiyle aynı düzeyde olmasa bile, Marvell’a da azımsanamayacak bir ilgim var. Özellikle de Kral I. Charles ile Parlamento arasındaki İngiliz İç Savaşı sırasında Kıta Avrupası’na geçip beş yıl ortadan kaybolduktan sonra resmi kayıtlarda Parlamento yanlısı kuvvetlerin başkomutanı Sir John Fairfax’in kızı Mary’nin öğretmeni olarak tekrar ortaya çıkması merakımı uyandırıyor. Bu konu ne zaman aklıma gelse, hâlâ öğreneceklerinin olduğu, çocukluktan bütünüyle çıkmamış genç kızla, öğrendiklerinden yorulmuş orta yaşlı adamın, neredeyse dört yüz yıl önce sessiz bir malikânenin yüksek tavanlı odalarıyla geometrik biçimlerde tarhların olduğu bahçelerinde geçirdiği saatlere ilişkin görüntüler siyah-beyaz bir filmden sahneler gibi kafama doluyor.

Hartley’nin anlattıkları bir bakıma aynı filmin başka bir dönemin oyuncularıyla yeniden yaratılması. Bu sefer 1650’li değil 1950’li yıllardayız, geri plandaki kısa bir süre önce sona ermiş savaş İkinci Dünya Savaşı, mekân da, gösterişli bir malikâne yerine, taşra İngiltere’si. Ama senaryo gibi, karakterler de tanıdık, çünkü Marvell denilince aklıma gelenler şairin öğretmenlik yaptığı dönemle sınırlı değil. İngiliz edebiyatındaki yerini, sağlığında neredeyse kimseye göstermediği şiirlerinin ölümünden sonra, eşi olduğunu iddia etse de, gerçekte kâhyası olan kadın tarafından yayımlanmasına borçlu olduğunu hatırlıyorum. Bu ayrıntılar, Marvell kadar, Larkin’i de çağrıştırıyor.

Marvell’ın İç Savaş’a sırtını dönüp gitmesi gibi Larkin de Oxford’daki öğrencilik yıllarına rastlayan İkinci Dünya Savaşı’na hiç ilgi göstermeyerek çağının en önemli ortak deneyiminden uzak durmayı seçmiş, o da eş edinmemiş; şiirlerini yayımlamaktan kaçınmasa da, onun da şairliğini günlük hayatında koyu renk kostümü, dikkatli bir şekilde düğümlenmiş kravatı ve kalın çerçeveli gözlüğüyle yarattığı, şiirle ilgilenmesi düşünülemeyecek personanın ardında gizlemeye çalıştığı ileri sürülebilir. Hiçbir eyleme katılmadan, hiçbir gruba üye olmadan, hiçbir şeyle kendini paylaşmadan benliğinin derinliklerine çekilip tek başına olmak istediği belli. Bu durumun sonucu olan olaysızlıktan –serüvenler yaşayamamasından, hayatında yeterince seks olmamasından vb.– komik bir dille sürekli olarak şikâyet etmesi tek başınalığın ona gene de gerekli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Oysa Hull’ın yoksul bir kesiminde doğan Hartley’nin sonradan girdiği kültür/sanat çevrelerinden başlayarak her şeye gösterdiği ilgi, genç Mary Fairfax’in hâlâ keşfetmekte olduğu dünyaya duymuş olması gerekenden çok farklı değil. Larkin yaşayabileceği tüm deneyimlere kuşkuyla yaklaşırken, Hartley kendi payına düşenlerin hepsini kucaklayıp kabul etmeye hazır. Otuz yıl süren dostlukları sırasında birinin hayatında, ününün giderek artmasının dışında neredeyse hiçbir şey olmazken öbürünün eşinden boşanması, üniversiteye gidip İngilizce öğretmeni olması, kendinden yirmi beş yaş genç bir sevgili edinmesi ve bir Afrika yolculuğuna çıkması bu süre içinde yaptıklarının yalnız bazıları.
Ve tabii Hartley’nin sürekli olarak yeni keşif ve deneyimlere açık olması yazdıklarını da etkiliyor. Kitabının, herhangi bir üslup ya da biçim kaygısı gözetmeden kaleme alınmış olduğu izlenimini verecek ölçüde süssüz ve yapmacıksız olmasına rağmen, hiçbir aşamada bütünlük ve akıcılığını kaybetmemesi yazarın hayatta gösterdiği sürekliliğin yazıya taşınması gibi.
-2147014336.jpeg)
Sorgulamak yerine sergilemek üstüne kurulu olduğu söylenebilecek bu dahil edici yaklaşım özellikle de Larkin anlatılırken işe yarıyor. Hartley’nin okura sunduğu ne şairin ölümünden sonra başlayan ırkçılık, kadın düşmanlığı ve yabancı karşıtlığı suçlamalarının yarattığı karikatür, ne de bunun yalnızca bir adım ötesindeki, gündüzleri kütüphaneci olarak çalıştığı Hull Üniversitesindeki ofisine gidip geceleri de yarı sarhoş bir halde zengin pornografi koleksiyonunu karıştıran adam. Yazarla eşinin ilk tanıştıklarında yemeğe davet ettikleri Larkin’in, sırtında yolda aldığı haftalık erzağını doldurduğu dev çantayla, eşit derecede dev boyutlardaki bisikletinin üstünde çıkıp gelmesi Coleridge’in bir çitin üstünden atlayarak Wordsworth’ün bahçesinde ve hayatında belirmesinden beri edebiyat tarihinin en çarpıcı “giriş”lerinden olmalı. O bisikletli konuk yıllar sonra Hartley’nin, ölümünü radyodan haber alacağı bitkin adama dönüşene kadar, hiçbir zaman bütünüyle kuşatılıp özetlenemeyecek ölçüde çok yönlü, karmaşık ve esrarengiz olmaya devam ediyor. Bir noktada, “dev” sıfatının yalnız sırtındaki çantayla altındaki bisiklet için geçerli olmadığına, kendisinin de giyim eşyalarını özel bir mağazadan almasını gerektirecek kadar uzun boylu ve iri yapılı olduğuna değinilen Larkin bu sayfalarda gerçekten de birçok başka kaynakta ima edilenden her anlamda daha büyük birisi olarak karşımızda.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 5
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Antroposen Alegorileri / Çiçeklenmeler / Hepimiz Yıldız Tozuyuz / İkiz Dîvan / Mor Dağlar / Osmanlı Baroku / Osmanlı İmparatorluğu’nda Hukuk ve Devlet / Pasajlar / Scorpion ve Felix / Unutulan Ruhların Çukuru