Tokarczuk’un Mesih’i ve Nahman’ı
“Yakup’un Kitapları 2014’te basıldığında tahmin edilebileceği gibi Yahudi dünyasında şiddetli itirazlara neden oldu. Tokarczuk Yahudi tarihindeki en rezil mezheplerden birine dair bir roman yazmıştı ve Yakup Frank tüm sapma sınırlarını aşmış bir karakterdi.”

Yakup Frank'ın Ölümü, 1791. Anonim.
“Gerçek, birbirine dolanmış katmanlardan oluşan boğumlu bir ağaca benzer, her katman içinde diğerlerini tutar ve bazen de ötekiler tarafından tutulur. Gerçek birçok hikâyeyle ifade edilebilecek bir şeydir, çünkü o bilgelerin girdiği ve her birinin başka bir şey gördüğü bir bahçe gibidir.”[1]
Yakup’un Kitapları tıpkı yukarıda söylediği gibi, gerçek gibi pek çok katmandan ve hikâyeden oluşuyor. Okur kitabın başlarında hangi hikâyenin başat olduğunu kavramakta zorlansa da, bu da yine tıpkı gerçekliğin kendisi gibi görünür olmadan önce pek çok akıntının birbirine karıştığı bir nehir kaynağına benziyor. Belirgin bir akış bir süre sonra fark edilmeye başlanıyor. Ve yine her nehrin kaynağında olduğu gibi, herkes nehrin ana kaynağının şu ya da bu akıntı olduğunu iddia edebilir.
Önce sabır
Bu durumda ana akıntının ne olduğunu, nereye doğru gittiğini görebilmek için sabırlı olmak, sayfaları sabırla devirmek gerekiyor. Her iyi yazar okurundan sabır talep eder ama söz konusu Olga Tokarczuk olduğunda gittiğimiz yere bakmadan, ilerisini düşünmeden sayfaları çevirmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Üstelik yazar tarafından uyarılıyoruz da:
“Sabırsız olmak demek gerçekten yaşamamak, hep gelecekte henüz burada olmayanda olmaktır. Sabırsız insanlar, şimdi tam bu anda asla burada olmayan, ancak sözde kendilerini dünyanın sonunda bulduklarında sadece ileriye, ufkun ötesine bakan gezginler gibi başlarını yaşamdan çıkaran ruhlara benzemezler mi?”[2]
Sabırsız okur kitabın sonunda ne bulmayı umar? Bir kitabın sonuna yazarın koyduğu nokta gerçekte ne anlama gelir? Falanca kahramanın amacına ulaşması ya da ölümü gerçekten bir son anlamına mı geliyor; veya bu son diye gördüğümüz şey başlangıçtaki bulanıklıktan farksız yeni ihtimaller demetinin belirmesinden başka bir şey değil midir? Elbette zaman akar, her şey eskir, her şey ölür ama yerine yeni ihtimaller belirir. Önemli olan hayatın tarafına, canlı olana, gelecekteki ihtimallere bakmak:
“Dinler, yasalar, kitaplar ve eski âdetlerin hepsi eskidi. O eski kitapları okuyan o yasaları ve âdetleri ileri süren her kimse hep geriye bakıyor gibidir, ancak ileriye doğru hareket etmelidir. Bu nedenle tökezleyip sonunda düşecektir. Çünkü olan her şey ölümün tarafından gelmiştir. Bu arada bilge bir adam sanki tül bir perdeymiş gibi ölümün içinden ileriye doğru bakar ve yaşamın tarafında durur.”[3]
Tokarczuk okurdan sabır talep ettiği gibi, iyi bir isim hafızası da talep ediyor. Bazen Savaş ve Barış’ta olduğu gibi sonu gelmeyen isimler geçidinde kaybolduğunuz da oluyor. Ne de olsa hayat da hayatımızdan hızla kaybolup geçen ya da bizimle kalan isimler yığınıdır. Belki yazar kitaba yeni başlayan birinden isimleri, isimlerin isimlerle bağlantılarını, aile bağlarını da bir kenara not almasını talep ediyordur. Öbür yandan belki de bu isimler yığınının da bir anlamı yoktur; önemli olan olaylar ve düşünceler akışının içinde, yazarın yarattığı ruh durumunun kalmaktır.
Yakup Frank
Beklendiğinde gelmeyen şeylerden biri de Mesih’in kendisi. Onun yerine genellikle hep sözde Mesihler geliyor. Tokarczuk, takipçileri tarafından Sabetay Sevi ve Barukhya’nın ardılı olduğuna inanılıp, “üçüncü” diye de adlandırılan Yakup Frank’ın ve çevresindekilerin hikâyesini, mesih olduğu iddiasındaki birinin ruh halini yeniden kurarken daha baştan oldukça netameli ve tartışmalı bir kişiliği odağına almaya ve pek çok eleştiriye göğüs germeyi göze almış.

Yakup'un Kitapları
çev. Neşe Taluy Yüce
Everest Yayınları
Mayıs 2024
1024 s.
Yakup Frank 1726-1791 yılları arasında yaşamış tarihsel bir kişilik. Sabetay Sevi’nin 1626’da doğduğu düşünülürse, aralarında yüz yıllık bir zaman dilimi var. Roman Osmanlı, Podolya ve Polonya sınırlarının nasıl bir geçişkenliğe sahip olduğunu, belki de sınır diye bir şey olmadığını, Dinyeper ve Tuna’nın neleri birleştirip neleri ayırdığını da gösteriyor. Dünyada düşünceler ve akımlar oradan oraya akıyor, hiçbir sınır ve nehir onları durduramıyor. Yakup Frank’ın dönemi aynı zamanda Aydınlanma’nın ve sonra da Fransız Devrimi’yle gelen değişimin şafağına denk düşüyor. Romanda yine gerçek bir tarihsel kişilik olan, Polonya’nın ilk ansiklopedisti Peder Chmielowski karakteri de Yeni Atina kitabının yazarı olarak Aydınlanma döneminin bir temsilcisi zaten.
Sabetay Sevi’den sonra inananları farklı ülkelerde farklı kişiliklerin önderliğinde pek çok farklı kola ayrıldılar. Yakup Frank’ınki bunların belki de en ünlüsü. Kendisini Polonya’nın Sabetay’ı diye de adlandırabiliriz.
Frank’ın ve Frankçıların tartışmalı hikâyesi daha önce de birkaç romana ve filme konu olmuştu. Yakub Frank kendisini saran meşum haleden ölümünden sonra da kurtulamadı. Nasyonal Sosyalizm döneminde kafatası diğer başka bazı ünlü Yahudilerin kafataslarıyla birlikte mezarından çıkarılarak ırk araştırmaları programında kullanılmak üzere Berlin’e götürüldü. Kafatası savaş sonundaki kargaşa sırasında kayboldu; elimizde sadece Nazi arşivlerindeki fotoğrafı mevcut. Yahudilikte bir ölünün vücut bütünlüğü bozulmadan gömülmesinin önemi düşünüldüğünde, kendisini lanetleyenler kafatasının kayıp oluşunda mutlaka ilahi adaletin varlığına dair bir işaret bulmuşlardır.
Mesihçilik
Yahudiliğin kendi teolojik dünyasının dışına taşan Mesihçilik zamanla yaşadığımız acınası ve adaletsizliklerle, acıyla ve baskıyla dolu dünyanın dışına çıkabilme gayretinin adı haline geldi. Ernst Bloch’un Umut İlkesi kitabına bakarsak, Mesihçilik insanlığın kurtuluş ütopyasının bileşenlerinden birisidir. Dünyanın topyekûn değişmesine dair tasavvur Yahudilikten önce de mevcuttu elbette. Bu anlamda her din başlangıçta Mesihçi olduğu gibi, her kurtuluş mücadelesi de Mesihçi izler taşır:
“Her din kurucusu Mesih’e ait bir hale içinde belirir, her din kuruluşu yeni semayı, ufuktaki yeni yeryüzünü müjdeler – her ikisi de kemale erdirilmiş halleriyle efendilerin kiliseleri tarafından idealleştirme için, yani mevcut düzen ilişkilerinin mazur gösterilmesi için istismar edilseler bile.”[4]
“Yahudiler Mesihçiliği kelime anlamıyla alıp dinselliğin, bizzat krallık inşasının temeline indirgemesine dönüştürmeden çok önce de din kurucuları Mesihçiydiler. Mesihçilik yeryüzünün tuzudur, aynı zamanda gökyüzünün de; yalnız yeryüzü değil, yönelinen cennet de aptallaşmasın diye. Huşunun vaadini Mesihçi yerine getirmek ister: onun Humanum’u [insani varoluşu] ve ona uygun dünyası yalnızca alışılmadık olan, hatta adil olmayan değildir seher ışığındaki uzak sahildir.”[5]
1600’lü yıllarda Yahudi dünyasındaki Mesih beklentisi Hıristiyan Mesih beklentileriyle çakışmıştı. Polonya’da ise toplu katliamlar ve Yahudilerin zorunlu göç dalgaları yüzünden kurtuluş ve Mesih beklentisi batı ve güneydekinden daha da acil bir gündemdi. Sabetay Sevi kendisini 1665 Mayısı’nda Mesih olarak açıkladığında öngörülen kıyamet yılı 1666’ydı. Bildiğimiz üzere, kıyamet kopmadığı gibi, Sabetay Sevi de Yahudi dünyasında yarattığı heyecana rağmen Müslüman olmak zorunda kaldı.
Fakat Mesih’in gelmemiş oluşu veya ortaya çıkanların sahte oluşu bir şey değiştirmez. Tanrılı veya Tanrısız bir ütopya olarak Mesihçilik kalıcı hale gelecektir. Beklenti eskatolojiden ayrılmış ve bir umut kıvılcımı haline gelmiştir.
Mesihçilik daima bir felaket, kıyamet arka planıyla birlikte var olur. Tıpkı bir ayaklanmanın genelgeçer ahlak kurallarına tabi olmayışı, bütün mevcut kuralları, toplumu, genelgeçer her şeyi altüst edişi gibi. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı sınırların eşiğindeyizdir. Sholem’e göre Yakup Frank’ın din değiştirmesi ve benzer uygulamaları Sabetay Sevi’nin nihilizminin doğal bir sonucuydu:
“Yahudi anlayışına göre daha çirkininin olamayacağı iğrenç hareket şayet Sabetaycı inancın doktrin köşe taşı olabilmişse artık bütün setler yıkılmıştır ve artık insanın durması gerektiğini tasavvur edebileceği hiçbir şey kalmamıştır. İsa’nın ıstırabının ve ölümünün tersine, Sabetaycı literatür tarafından trajik bir nurla çevrelenen Sabetay’ın dininden dönmesi esasen bütün değerleri yıkıcı mahiyettedir. (...) Geç Sabetaycılığın en önemli şekli olan Frankizmin kurucunun “temel oluşturan hareketinin” içinde var olan sonuçlara ulaşması yalnızca doğaldır. İnananların esasında olumsuz ve yıkıcı olan bir harekette olumlu ve yapıcı bir anlam keşfetmek çabaları genelde din tarihine ve özelde Yahudiliğin sonraki tarihine onların kendisine özgü katkısını oluşturur. Onların inancı onlardan Hıristiyan inananlardan istenen her şeyin ötesine geçen ölçüde bir gerilim ve paradoksla mücadele bekliyordu.”[6]
Lanetli cemaat
Bir yazar tarihî kişiliklere ilişkin bir roman yazarken olduğu gibi, Yakup Frank gibi tartışmalı kişilikleri “içeriden” kurgularken de zorlu tercihlerle karşı karşıya kalır. “İçeriden anlatım” kurguyla gerçeklik arasında olması gereken payı tehdit edip belirsizleştirir. Sanırım Tokarczuk bu nedenle Frank’a dışarıdan bakmayı tercih ederken nesnelliği ve derinliği Busklu Nahman’a bırakıyor. Frank cemaatinin sorumlu olduğu şiddet eylemlerinin hep biraz dışında duruyor gibi. Bunlar daha ziyade taraftarlarının aşırılıkları gibi görünse de, kendisi ahlaki tersyüz etmelerin, sefahatin tam odağında. Bütün bunları İvani’de vücut bulan yoksul ama ortaklaşmacı cemaatten Offenbach am Main’deki Isenburg Sarayı’na kadar süren bir dünyalılaşma hikâyesi olarak da, Nahman/Tokarczuk’un bir kurtuluş umudunun her şeye rağmen mevcut olduğuna dair vizyonu olarak da okuyabiliriz.
“Mesih bu sert sataşmalara karşı kulaklarını tıkamalı, yılanların üzerine basmalı, en kötü eylemleri gerçekleştirmeli, kim olduğunu unutmalı, bir budala ve sıradan bir adam haline gelmeli, tüm sahte dinlere girmeli, vaftiz olmalı ve sarık takmalı. Tüm yasaklamaları feshetmeli ve tüm emirleri ortadan kaldırmalı. (...) Mesih bir beden ve insandan daha fazlasıydı, kanda akan, nefeste yaşayan bir şeydi, kurtuluşun var olduğuna dair en gözde ve en değerli insan düşüncesiydi. Bu nedenle de en narin bitki gibi yetiştirilmeli, üflenmeli, gözyaşları ile sulanmalı, gündüzleri güneşe konulmalı, geceleri sıcak bir odaya taşınmalı.”[7]
Yakup’un Kitapları 2014’te basıldığında tahmin edilebileceği gibi Yahudi dünyasında şiddetli itirazlara neden oldu. Tokarczuk Yahudi tarihindeki en rezil mezheplerden birine dair bir roman yazıyordu ve Yakup Frank tüm kabul edilebilir sapma sınırlarını aşmış bir karakterdi.

Rabbinik Yahudiliğin Frankçılara olan nefreti dinini değiştirmiş Sabetay Sevi’ye karşı hoşnutsuzluğun çok ötesinde ve bunun haklı gerekçeleri olduğunu söylemeliyiz. Sabetaycılıkta bir kuvve, bir ihtimal, bir itham olan her şey Frankçılıkta ete kemiğe büründü; cinselliğin dinsel ritüel haline getirilmesi, ayinlerde ışıklar söndürüldükten sonra gerçekleştirilen toplu cinsellik, Frank’ın cemaatindeki tüm kadınlara sahip olabilmesi, vb… Kahramanı bu tür ahlaki muğlaklık sınırlarında gezinirken Tokarczuk’un bütün bunları soğuk bir nesnellikle anlatmayı başardığını da söylemek gerekiyor. Yakub Frank ve cemaati Polonya’da etkin olmaya başladıktan hemen sonra Yahudi din adamları tarafından aforoz edildiler. Cemaat aforoz kararına rağmen şabat, domuz yeme yasağı gibi bütün dinî yasaları ilga ettiği gibi, Polonya Yahudilerini Ortaçağ boyunca Yahudilerin başına bela olmuş olan “kan iftirası” ile itham etmekten de çekinmedi. Frankçılar Yahudilerin çocukları kaçırıp kanlarını akıtmakla itham etmeden çok önce Papa bile bu tür suçlamaların tamamen temelsiz ve saçma olduğunu bir bildiriyle açıklamıştı. Frankçıların suçlamaları sonucu Polonya’da pek çok Yahudi soruşturmaya uğradı ve korkunç uygulamalarla idam edildi.

Polonya'nın Sandomierz kentindeki St. Paul Kilisesi'nde bulunan Kan İftirası tablosu.
Hıristiyan dünyasında Talmud’un sapkın bir kitap addedilmesinin ve Tevrat’tan ayrı tutulmasının tarihi çok gerilere gidiyor. 1553’te Kardinaller Konseyi, Talmud’un dine hakaret ettiğini ilan ederek yakılmasını emretmişti. Bu karardan bir ay sonra, Yahudilerin yeni yılı olan Roş Aşana’nın ilk gününde arabalar dolusu Talmud nüshası Roma’da yakıldı. Bu o kadar travmatik bir olaydı ki, sonrasında Roma’da her yıl oruç tutularak anılmaya başlanmıştı. Roma’daki yakma eylemi daha sonra Avrupa’nın geneline yayıldı. Anılan konsey kararından kabaca iki yüz yılı aşkın bir süre sonrasında bu kez de Frankçılar Polonya’da Talmud kitaplarının yakılması eylemlerine önayak oldular, yüzlercesini de bizzat kendileri yaktılar. Zaten hem Polonya Katolik kilisesinin baskısının hem de Kossakların uygulayıcısı olduğu pogromların hedefi olan Polonya-Ukrayna Yahudileri bu sefer de kendilerinden olanlar tarafından tehdit ediliyorlardı.
Bu meşum geçmişe bakıldığında Tokarczuk’un Frank hakkında bir roman yazmasının Yahudi dünyasında neden rahatsızlık yarattığını daha iyi anlayabiliyoruz. Bunun ötesinde Tokarczuk’un “bu rezil topluluğa” hayırhah yaklaştığı da, onları pek çok başka Yahudi tarikatı gibi göstermeye çalıştığı da, aşağıda kendisinden söz edeceğimiz Busklu Nahman’ın romandaki profilinin ve ruh halinin bu cemaatin meşum eylemleriyle örtüşmediği de söylenmiştir. Her şey bir yana, romandaki “Kanatlarını açarak semayı arar da...” (s. 776) diye başlayan Nahman’ın duasının gerçekte kime ait olduğu bile tartışma konusu oldu. Bazıları şiirin aslının Abraham Kook’a (1865-1935) ait olduğunu, şiirin ruhuyla tarikatın sapkın ve nihilist öğretisinin taban tabana zıt olduğunu iddia ettiler. Bu itirazcılara göre Tanrı’ya teslimiyetle biten Kook’un Hasidik şiiri Nahman’a mal edilerek tarikat temize çıkartılmaya, hakkındaki sert yargılar yumuşatılmaya çalışılmaktadır.
Busklu Nahman
Romandaki Nahman, Frank’ın Mesihliğinin anlamı üzerine Frank’tan daha çok kafa yoran bir şahit. Bir anlamda Frank’ın “menakıbnâmesi”nin de yazarı Nahman. Kitapta aşırılıklar Frank’a,yabancılığın güzellemesi ve içlilik de aklıselim Nahman’a kalmış gibi görünüyor.
“Çaresizliğimiz ve acımız bizi onlardan ayırmıştı. Böyle olması gerekiyordu. Yabancı olmakta harika bir şey vardır, dışarıdan gelmekte zevk alınacak bir şey, şeker kadar cezbedici bir şey. Bir dili anlayamamak güzeldir; âdetleri bilmemek, uzak ve tanınmaz olan diğerlerinin arasında bir ruh gibi süzülmek. O zaman bir bilgelik uyanır, tahmin etme yeteneği ve bariz olmayan şeyleri kavrayabilme. Zekâ ve sezgi ortaya çıkar. Yabancı olan kişi yeni bir bakış açısı kazanır, sevse de sevmese de bir bilge haline gelir. Rahat ve aşina olmanın bu kadar harika olduğuna bizi kim ikna etmiştir? Sadece yabancılar dünyanın ne olduğunu gerçekten anlayabilir.”[8]

Fotoğraf:
Lukasz Giza
Yazar Frank’a “içeriden bakış” yerine çevresindekilerin onun hakkında anlatımını tercih ettiği için romanda Busklu Nahman’ın yerinin Yakup Frank’tan daha merkezî hale geldiğini söylemek yanlış olmayacak. Hem kimi zaman Tokarczuk’un Nahman’ın sesiyle konuştuğunu da söyleyebiliriz: “Edebiyat belirli bir bilgi türüdür, edebiyat belirsiz biçimlerin mükemmelleştirilmesidir.” Hatta yazarın kendi yazma deneyimiyle Nahman’ın yazma deneyimi birbirini tamamlayıp örtüşüyor:
“Kısacası yazarken hep bir yol ağzında duruyorum (...) Şimdi bu dört yol ağızları gözlerimin önünde; o yol ayrımları ki, bunlardan en basiti, ortadaki, aptallar içindir, diğeri ise sağa giden, kendine aşırı güvenenler için ve cesur, hatta çaresizler için de üçüncü bir yol vardır, bu yol tuzaklarla ve belalı olaylarla doludur... Sola giden yol Reb Meordke’nin her zaman söylediklerini benimseyenler, yani dünyanın kendisinin anlatılmayı istediğini ve ancak o zaman gerçekten var olacağını düşünenler, yalnızca ondan sonra tamamen gelişeceğini anlayanlar içindir. Dünya, dünyanın hikâyesini anlatarak değiştirilebilir ancak.[9]
Olanları çoğunlukla Nahman’ın bakış açısıyla görüyoruz ama Nahman asla Frank gibi coşkun, cezbeli biri değil ve cezbeli kişilerin başları üzerindeki kuşku yaratıcı, güvenilmez halenin dışında kalıyor. Bu nedenle de okur için sağduyunun sesi haline geliyor ve hareketin vicdanı olabiliyor. Her Mesih’in arkasında böyle göze çarpmayan ama Mesihçiliğin ruhunu korumaya çalışan birileri vardır zaten. Cezbeli tavırlarla sahneyi dolduranın, hayranlık uyandıranın arkasında gerçekte neler olduğuna ve olması gerektiğine kafa yoran birisi mevcuttur.
Dinsel olsun, din dışı olsun, her Mesihçilik hareketi gün gelir yozlaşmaya başlar. Hele de Mesih toplumsal kabul gördüğünde:
“Çünkü bana, bu ani itibar Yakup’u tanınmayacak kadar değiştirmiş gibi geliyordu, başkalarına aktarması gereken büyük fikirlerden çok giysilerine ve arabasına önem vermeye başlamıştı. Artık kendisini alışverişle ve parfümlerle meşgul ediyordu. Sakalını kesmesi ve saçını düzeltmesi için bir Hıristiyan berberi yeğliyordu. Boynuna parfümlü bir eşarp sarıp ona ‘fular’ diyordu. Akşamları kadınlar ellerini yağla ovuyordu, çünkü ellerinin soğuktan çatladığından yakınıyordu. Kadınların peşinden koşup bizim ortak fonumuzdan paralarla onlara hediyeler veriyordu. (...) Oyun, onun burada kazanmasına izin verseydi Yakup ne olurdu? O, bu kuzey kentinin caddelerinde arabalarıyla gösterişli zevk gezilerine çıkan, kendine güvenen kibirli insanlardan biri haline gelirdi. Onlar gibi yaşardı, boş ve uyuşuk. Ruh onu utançla terk ederdi; girdiği gibi değil, düş kırıklığına uğramış bir şekilde. Ya da bedeninden bir osuruk ya da geğirti gibi kayıp giderdi.”[10]
Nahman efendinin yozlaşması tehlikesi belirdiğinde Kilisenin soruşturma komisyonuna onu ihbar ederek yeniden acıya ve 13 yıllık tutsaklığa ve Mesihçi yaşama dönüşüne de önayak olur. Zaten kilise bu tarikata karşı sürekli bir güvensizlik içindedirler. Frankçıların vaftiz olmalarına rağmen gerçek anlamda Katolik olup olmadıklarına dair kuşku sürmektedir. Yozlaşma 13 yıllık bir kesintiye uğrayacaktır, Yakup Frank yine eskisi gibi büyük fikirlere dönecektir ama sonrasında Brno’ya taşınılmasının ardından bütün semptomlar yeniden baş gösterecektir. Yozlaşma ve rahatlık her kıvılcımı öldürür. Ya da Yakub Frank sadece pek çoğumuz gibi şartlar denk geldiğinde şatafatın iğvasına uymaya hazır geçici bir isyankârdır.
Şekhina’nın dişiliği
Talmud ve Kabala’da ana kavramlardan birisi olan Şekhina/Şehina ile romanda sıkça karşılaşıyoruz ve anlatının ana izleklerinden birisi de Şekhina’nın dişiliği. Bu kavramın konunun yabancıları için durumu daha zorlaştıran pek çok karmaşık açıklamasını bulabiliriz ama sanırım en sadesi yine de Gershom Scholem’in tanımı:
“Talmud için Şekhina basitçe Tanrı’nın mevcudiyeti demektir. Şekhina’nın onuncu ve sonuncu sefirah için teknik bir terim işlevi gördüğü Kabalacılar için bu böyle değildi. Onlar için ‘Kutsanası Kutsal Bir’ (Tanrı için alışılmış rabbani deyim) terimi Tifereth olarak da bilinen altıncı sefiraya gönderme yapıyordu. Halihazırdaki sürgün döneminde Şekhina veya ‘gelin’ ‘kocası’ndan, Kutsanası Kutsal Bir’den ayrılmış ve sürgüne yollanmıştı. Tanrılığın bu iki yönünün birbirinden ayrı olması ilahi sıfatların halihazırdaki birlikteliğinin tam olmadığına işaret etmektedir. Ancak Mesihçi kurtuluşun gelişiyle ilahi sefirotun mükemmel birlikteliği sürekli olarak yeniden kurulacaktır. O zaman, Kabalacıların simgesel dilini kullanırsak, Şekhina kocasıyla sürekli birliğe yeniden kavuşacaktır.”[11]
Romanda ölümle yaşam arasında kalıp bir türlü ölemeyen yaşlı Yenta karakteri Şekhina’nın gözü ve olanların şahidi haline geliyor. Yakup Frank da dahil olmak üzere bütün karakterler oradan oraya savrulurken Yenta bırakıldığı mağaranın dibinde belki de Şekhina’nın bir temsilcisi, bir gözlemcisi kalmaya devam ediyor. O mağaranın içinde bir kristal parçasına bir elmasa dönüşene kadar nefes alıp vermeye devam ediyor.
Yakup Frank 13 yıl tutsak kaldığı Częstochowa Manastırı’ndaki bugün de görülebilecek olan ünlü Kara Meryem tablosuyla karşılaştığında, beraberindeki gizli imalarla birlikte onda Şekhina’nın bir tezahürünü görmekten kendisini alamıyor.
“Davut ve Sabetay gizli kadınlardı. Kadın olmadan hiçbir şekilde kurtuluşa erişilemez. Bunu şimdi biliyorum ve onun için buradayım. Dünyanın başlangıcından beri bu Bakire bana adanmıştır, başka kimseye değil, çünkü ben onu koruyabilirim.”[12]
Şekhina’nın dişil karakteriyle cemaatteki cinsellik, Yakup Frank’ın gözdeleriyle ilişkileri, hatta kadınların kendisini emzirmesi birbiriyle ilişkilenerek bu genel Şekhina örüntüsünün parçaları haline geliyor ve Tokarczuk’un şefkati ile sarmalanıyor. Şekhina’nın kurtuluştaki yeri beraberinde getirdiği bütün çağrışımlarla birlikte kitabın ana eksenlerinden, hatta belki Tokarczuk’un bu romanı yazmasının nedenlerinden biri.
Kıvılcımlar
Kitabın sayfa numaralandırılmasının tersten oluşu Tokarczuk’un dediği gibi “İbranice yazılı kitaplara bir selam niteliğinde” ve bizlere “her düzenin ve sistemin alışkanlıklarından ibaret olduğunu” hatırlatıyor. Böylece kitap 1.016. sayfadan başlıyor. Bu durumda da sayfa numarasına baktığımızda kaçıncı sayfada olduğumuzu değil, önümüze kaç sayfa olduğunu görüyoruz.
Tokarczuk sanırım hem kendisine hem de çevirmenlere yönelik bir uyarıyı da ihmal etmiyor:
“Asla mutluluk getirmeyen dört çeşit para vardır. Yazarların ücretleri, çevirmenlerin ücretleri, yetimlerin yardım paraları ve denizaşırı ülkelerden gelen para.”[13]

Zannetmiyorum ama, dilerim Talmud/Pesahim’de iddia edilenin aksine, yukarıdaki satırları çevirirken acı acı gülümsemiş olduğunu tahmin ettiğim, bu oldukça zorlu metni Türkçeye kazandırmayı başaran Neşe Taluy Yüce’ye aldığı ücret mutluluk getirmiştir. Tokarczuk romanı yazmadan önce uzun süre Kabala kitaplarıyla uğraşmış, hatta bu konuyla ilgili makaleler yazmış. Kabala ve Yahudi gizemciliğiyle ilgili bunca kavramla, bunca İbranice kelimeyle uğraşmanın nasıl bir emek olduğunu tahmin edebiliriz.
Romanla ilgili yapılabilecek teolojik olan ve olmayan yorumlar bu yazının sınırlarını aşacaktır, ancak iyi bir roman karakteri lanetlemek veya aklamak için yazılmaz; bu ikisi arasındaki bulanık, puslu alanda durur; orası okurun kendisine göre farklı yorumlar yapabileceği, belki de bir sonuca varmadan gezinebileceği yerdir.
Mesihçi hareketler dinî olsalar da olmasalar da, sapkın olsalar da olmasalar da her zaman için karanlık ve adaletsiz dünyada bir umut ışığı oldular. Zaten mesele Mesih’in sahte olup olmaması değil, Mesih umut edenlerin kurtuluş özlemleridir. Yozlaşma ölümsüz olabilir ama daha karanlık dünyaya benzememeye çalışmak, adil olanı bulma umudu da ölümsüz. Hatta karanlıkla dolu kişideki sönümlenmiş kıvılcımlar da ölümsüz.
“Sen bir zamanlar İvani’de bize iki tür insan olduğunu anlatmıştın. Bazılarının, yani karanlıkla dolu olanların, dünyanın şimdiki gibi kötü ve adaletsiz olduğuna, bizim sadece buna uyum göstermemiz ve bu oyunu oynamamız gerektiğine inananların o dünya ile aynı hale geldiğini söylemiştin. Öteki türün, dünyanın korkunç ve kötü olduğuna ancak bunun her zaman değişebileceğine inanan ışıkla dolu insanlar olduklarını söylemiştin. Biz bu dünyaya benzememeyi, ona yabancılaşmayı benimsemeli ve onun bize teslim olarak ona daha iyi olmasını buyurmalıyız, demiştin.”[14]
NOTLAR
[1] Olga Tokarczuk, Yakup’un Kitapları, çev. Neşe Taluy Yüce, Everest Yayınları, İstanbul, 2024, s. 73.
[2] a.g.e., s. 43.
[3] a.g.e., s. 313.
[4] Ernst Bloch, Umut İlkesi (cilt 2), çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 652.
[5] a.g.e., s. 604.
[6] Gershom G. Scholem, Sabetay Sevi, çev. Eşref Bengi Özbilen, Alfa Yayınları, İstanbul, 2021, s. 706.
[7] Olga Tokarczuk, Yakup’un Kitapları, çev. Neşe Taluy Yüce, Everest Yayınları, İstanbul, 2024, s. 343.
[8] a.g.e., s. 418.
[9] a.g.e., s. 353.
[10] a.g.e., s. 352-351.
[11] Gershom Scholem, Sabetay Sevi, çev. Eşref Bengi Özbilen, Alfa Yayınları, İstanbul, 2021, s. 30.
[12] Olga Tokarczuk, Yakup’un Kitapları, çev. Neşe Taluy Yüce, Everest Yayınları, İstanbul, 2024, s. 329.
[13] a.g.e., s. 43.
[14] a.g.e., s. 307.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 34
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Anlatıbilim / Bay Hulot’nun Tatili / Çatlak / Fitness Çağı / Karanlıkta Yüzmek / Krikor Zohrab / Linç Çağı / Mülkiyetçi Bireyciliğin Siyasal Teorisi / Mülksüzleştirme Piyasaları / Toplumcu Türk Edebiyatının Doğuşu
Sonraki Yazı

Piyadenin bakışı (I):
Teknopolis üzerine,
argümanlar ve fragmanlar
“Arslantunalı’nın kitabı İnan’ınkinin aksine, içinde yaşadığımız hızlı teknolojik değişim sürecine ve bunun içerdiği gelecek tohumlarına dair bütünlüklü bir bakış geliştirmeye çalışmaz. Tam tersine, mevcut tekno-dünyamızın parçalı, dağınık yapısını yankılayan ve bu dünyanın dinamizmine ayak uydurmaya çalışan, deyiş yerindeyse konusuyla rezonans içinde bir fragmantal deneme formunu tercih eder.”