135 yıl sonra Ahmet Mithat’ın izinden (I):
1889 Paris Fuarı'na ayak basış
“Ahmet Mithat eşlikçisi Madam Gülnar'la Paris Fuarı’nda geçirdiği 12 gün içinde yalnızca bir sanayi fuarını gezmekle kalmaz, ileride Paris’in sembolü haline gelecek meşhur Eyfel Kulesi’nin doğuşuna da şahit olur.”
Yıl: 1889. Yer: Paris
Ahmet Mithat Efendi, Osmanlı Devleti tarafından 1889 Stockholm Oryantalistler Kongresi’ni ziyaret etmesi ve kayda alması için görevlendirilince, seyahatine gayri resmî olarak devam eder. Hem de üç buçuk ay. İsveç, Danimarka, Almanya, Fransa, İsviçre, Avusturya, İtalya’yı dolaşır ve notlarını kendi kurduğu gazete olan Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlar. İstanbul’da 1878-1921 yılları arasında yayınlanan günlük gazete –ki o dönem her gazete günlük çıkmıyor– haberleri için mükemmel bir fırsat bu.
22 Eylül 1889. Gazeteci-yazar Ahmet Mithat, eşlikçim dediği Madam Gülnar ile birlikte on iki gün geçirmek için Paris’e varmak üzere. O halde şu fotoğrafa bir göz atalım ve kafamızda o yıla dair bir Paris imgesi oluşsun. Fotoğraf Madeleine Meydanı’nı gösteriyor. Kahramanımız ilerleyen satırlarda buraya çıkan sokaklardan birindeki bir otelde konaklayacak.
İkili yolculuğu kültür, tarih ve coğrafya sohbetleri eşliğinde gece yarısı Paris Kuzey Garı’na (Gare du Nord) varır. Gümrük kontrolü için el küçük çantalarını açıp beklemeye başladıkları sırada Ahmet Mithat Madam Gülnar’a güzel(!) haberi verir: Konaklama rezervasyonu yoktur! O gecelik büyük eşyaları garda bırakıp kendilerine uygun bir otel bulduktan sonra geri gelip onları alacaktır.
Fransız gümrük memurun, “Öyleyse bu geceyi nerede geçireceğiniz şüpheli, zira fuar nedeniyle Paris’te oda bulmak neredeyse imkânsız” demesiyle Madam Gülnar’ın yüzü altüst olur ve Ahmet Mithat’a Osmanlı lisanıyla sorar:
“Gerçek bu gece sokakta mı kalacağız?”
“Çocuk musunuz? Koskoca Paris’te insan sokakta mı kalırmış?”
“Lakin ben evvelce dahi istihbar eyledim ki bir hafta on gün evvel olunan hotele telgrafla malumat verilmezse oda bulmak hakikaten muhalmiş.”
“Hin-i azimette ben de Paris’ten mürur ederken bu müşkilatı haber almıştım. Fakat Doktor Boris Yanpolski ile biz daha Kopenhag’da bunun çaresini düşünmüştük.”
“Ne çare bulmuştunuz?”
“Bu geceyi öyle Paris’in orta göbeğinde istediğimiz gibi bir hotelde geçirmeyip şimal istasyonu civarında epeyce sade ve adi bir hotelde geçirmek çaresini bulmuştuk.” (s. 481-482)
Neyse ki Fransız gümrük memuru Belçika gümrüğünün çetin sorgusuna güvendiğinden yolcularımızı kontrole gerek duymaz da istasyonda fazla oyalanmazlar.
Burada bir virgül koyup bu seyahati bugünün Avrupası’nda düşünelim:
Ahmet Mithat ve Madam Gülnar ile Kolonya’dan Paris trenine binerken –Muhtemelen Eurostar– platform girişinde bulunan turnike ekranına biletin üstündeki QR kodunu okutmuş, bavullarını kompartıman girişindeki bagaj bölmesine, el çantalarını da baş üstü raflara koyduktan sonra yerlerine kurulmuşlar. Koltuk yanındaki prizler şarj aletleri için. Masa üzerindeki apliklerin sıcak, sarı ışığında ikilimiz first class konforuyla kendini trenin ritmine bırakmış. Bir süre sonra güler yüzlü hostesin ittiği yiyecek-içecek arabasından Ahmet Mithat kendine mozarella-domatesli baget sandviçle çay, Madam Gülnar capuccino ve kruvasan söylemiş, ücretini de Şengen ülkeleri aynı para birimine geçtiği için kambiyo işlemine gerek kalmadan ödemiş. (Bugün first class da olsa trenlerde sunulan yiyecek içecek çeşitleri artık sandviç, kek, kruvasan ve atıştırmalıktan gibi standart seçeneklerden öteye gitmiyor. En pahalı fiyatlara sahip hızlı trenlerde bile restoran yerine büfe var. Globalleşme düşük maliyetli taşımacılık şirketlerinin ortaya çıkmasına ve büyümesine olanak sağladığından, bu tür şirketler daha uygun fiyatlarla seyahat imkânı sunduğu için bilet fiyatları tren içinde bir restoran giderini karşılamıyor.) Ahmet Mithat’ın aklına Paris’te otel rezervasyonu olmadığı gelince Madam Gülnar’a belli etmeden akıllı telefonundan bir konaklama uygulaması açtığı gibi uygun bir yer ayırtır. Üç buçuk saat gibi bir sürede Paris’e varırlar ve tekerlekli valizlerini çekerek ve tabelaları takip ederek gardan çıkarlar.
Kuzey Garı’nın dışında sıralanmış elektrikli taksilerden birine atlarlar. Kabul işlemlerini bekledikleri sırada Madam Gülnar sorar:
“Kuzum, bizim bavullarımızı Paris’e vardığımızda niye kimse aramadı?”
“Çünkü Şengen sonrası gümrük kontrolü yok artık.”
“A, doğrudur, bunu unutmuşum. Peki Paris’ten Cenevre’ye geçerken ne olacak? Orası İsviçre, Şengen kapsamı dışındadır.”
“Doğru, fakat yine de İsviçre Avrupa ülkesi olduğu için sınır gümrüğü bizi aramayacak. Mamafih trende kimlik kontrolü yapacaklardır. Şayet Avrupalı isen nüfus cüzdanı yeterli, yoksa bizler gibi Avrupa haricinden yolculardan pasaport ve vize sorarlar.”
Bu noktada kahramanımıza devleti tarafından yeşil pasaport verildiğini, Madam Gülnar’ın Rus pasaportunda Şengen vizesi bulunduğunu farz ediyorum.
Gümrük birliği ve sınır kontrollerinin kaldırılması amacıyla imzalanan Şengen Antlaşması kapsamında serbest dolaşım hakkı sağlanmaktadır. Yani sınır gümrüklerinde kontrol yok. Üniformalı görevlilerin işi, giriş-çıkış trafiğinin gecikmesiz akışını sağlamaktan ibaret. Avrupa dışı bir kentten seyahat ediyorsanız zaten bindiğiniz istasyonda bavullarınız tarayıcıdan geçiyor. Kiminde insan faktörü tamamen ortadan kalkmış durumda. Otomatik Gümrük Kontrolü sistemi var; tıpkı çip okuma, QR kod okuma veya yüz tanıma gibi.
Günlüklere devam edelim:
1889 Parisi’nde (nüfus 2,6 milyon) dünya çapındaki sergi nedeniyle şehirde kalacak eli yüzü düzgün bir yer bulmak, bilhassa ikilinin niteliğine uygun ve sergiye yakın bir otelde, neredeyse imkânsız. Dünya çapındaki organizasyonlarda doğal olarak en merkezî ve ekonomik yerler en önce kapılmış. Yolcularımız kendilerine konaklama sağlaması için bir komisyoner tutar. Adam, “Merak etmeyiniz hemşehri! Sizi götüreceğim yer Boulevard de la Chapelle’in ucudur. Kibarzadegân yatağı değilse de namuslu bir adamın hanesidir” der Hotel Chevalier’den bahsederken. (s. 487)
Eşyaları yüklenip önlerine düşen komisyonerin arkasından iki arkadaş kol kola verip yürümeye başlar. Ahmet Mithat, Madam Gülnar’ın şüphelerini yatıştırırcasına, “Paris’in böyle kenar köşelerinde polisin takayyüd ve ihtimamı daha ziyade olur. Hiç merak etmeyiniz. Hakk Teala lüzumunu göstermesin ne zaman polise nida edecek olsak derhâl imdadımıza yetişir” der. Yürüye yürüye otele vardıklarında bitap haldedirler. Google Map’in verdiği zamanlamaya göre takriben otuz dakikayı geçmeyecek bir yürüyüştür. Ancak uzun bir yolculuğun ardından, uzun etekler ve redingotla hakikaten bıktırıcı olabilir.
O dönemde henüz aşağıda fotoğrafları görülen metro inşaatı Kuzey Garı ile Doğu Garı arasında kalan Boulevard de la Chapelle için başlamamış, daha doğrusu metro trenlerinin ulaşımı için gerekli viyadük ve köprü yapımları bile ortada yok. Tramvay var, ancak belli saatlerde çalıştığı için vardıkları gece ikilimiz yürümek zorunda kalır. İkilimiz şanslıymış, çünkü bugün olsaydı, o bölgede gecenin o saatinde başlarına bir şey gelmeden yarım saat yürümek mümkün olmazdı. La Chapelle bölgesi (bilhassa Quartier la Goutte-d’Or) Paris’in Küçük Afrikası olarak bilinir ve belli saatten sonra çetelerin ve kanunsuz tiplerin kol gezdiği sokaklara dönüşür.
İkilimiz sağ salim otellerine varıp pazarlığı uzatmadan iki oda tutar. Ahmet Mithat, Kolonya’daki katedral saatinin dangırtısı sebebiyle bir rahat gece uykusu çekememiş olmanın verdiği yorgunlukla aceleyle bir şeyler yedikten sonra kendini yatağa atar.
Uykuya dalmaklığım âdeta alafranga saat üçü bulmuştu. Sofrada arkadaşımla bi’l-müzakere vermiş olduğumuz karar üzerine sabahleyin mümkün mertebe benim erkence kalkıp münasip bir yerde bir ikametgâh taharri1 etmekliğim lazım geliyordu. Zaten daha Berlin’deyken Paris’e mahsus olan hotelleri tetebbu ederek birinci derecedeki mükellef hotellerden kat’-ı nazar ikinci derecedeki hotellerin mevakiini ve tarifelerini filanlarını yoklamıştıysak da sergi münasebetiyle bunların her zamanki tarifeleri hükümden düşmüş olacaklarından Paris’te beher günümüzü kaçar franga geçirebileceğimiz kaziyesi beni epeyce düşündürüyordu. (s. 489-490)
Sabahleyin gözünü açtığında saatin on bir olduğunu görünce sokağa fırlar. Elindeki Baedeker ve A. Bedel Paris rehberi olmasına rağmen üzerinde geçtiği sokakları işaretleyebilmek için şehir merkezinden harita aldıktan sonra arabacıya, “Beni Vendome Meydanı’na, Castiglione Sokağı’na, Madeleine Bulvarı’na, Opera Caddesi’ne, vesair bunlar gibi en çok oteller bulunan yerlere götür” der. Yani Paris’in en lüks bölgelerine...
Vendome Meydanı deyince akla Vendome kolonu ve tepesine kondurulmuş 1. Napolyon heykeli, Savunma Bakanlığı’nın etkileyici binası ve kalburüstü konuklarıyla Ritz Oteli gelir. Bugün hâlâ çok seçkin, çok pahalı bir meydan burası.
Rue Castiglione, Louvre Müzesi’nin olduğu Rivoli Caddesi’nden Vendome Meydanı’na çıkan kısa sokak. Burası Paris’in prestijli, pahalı, bir o kadar da bürokrat bölgesi: 1. Bölge. Paris’te sokak tabelalarının üst kısmında aynı zamanda arrondissement denen bölge numarası da yazar. Böylece bu tabelalara bakarak aşağı yukarı Paris’in neresinde olduğunuzu anlarsınız. Paris’in içinden nehir geçen şehirlerden olması aynı zamanda büyük kolaylık. Bölgelerin kuzey-güney ayrımı net.
Minicik bir bilgi; Paris’te kuzey güney denmiyor. Onun yerine sağ-sol diyorlar! Seine Nehri’nin kaynağı doğuda, yani doğudan batıya akıyor ve Manş’a dökülüyor. . Bu durumda yüzümüzü Manş’a çevirirsek sağ taraf kuzey, sol güneyi betimliyor.
Ahmet Mithat en nihayet Opera Garnier Meydanı’ndadır, yani opera binasının olduğu alan. Ahmet Mithat’ın önünden geçtiği ve çok da etkilenmediği Opera binası bugün neredeyse 1889’daki haliyle aynı. Tıpkı az ilerdeki Cafe de la Paix gibi. Açıldığından bu yana insanlar orada bir kahve-milföy almak için önünde sıraya giriyor. Her ne kadar Ahmet Mithat, Avrupa notlarında yeme-içme üzerinde durmasa da, içimden bir ses onun ve Madam Gülnar’ın bu klas kafeye bir ara uğradığını, Madam Gülnar’la karşılıklı Kir Royale içtiğini söylüyor. Zira Mithat içki içtiğini de söylemiyor, içmediğini de. Ara sıra yemek yediğini belirten “taam ettik” ibaresinden öteye gitmiyor notları.
Gezi notlarına devam edelim. Yirmiden fazla otelden eli boş dönen Ahmet Mithat sonunda gecesi yirmişer franktan (1 altın) Caumartin Sokağı’ndaki Grand Britannia Hotel’de karar kılıyor. Çünkü iki tek kişilik oda bulmak zor. İki ayrı oda aradığının bilinmesi sanırım önemli, çünkü Mithat az çapkın değil. Her sayfada “iki oda bulmaklığım gerektiğinden” diye altını çizmiş. Bu kadar dolaşmasının sebebi de Paris’in göbeğinde, dünya fuarı süresince, hele de aynı katta iki oda bulmanın neredeyse imkânsız olması.
Aman Yarabbi! Birer Fransız altını! Hem de üçüncü katta oda! (...) Yalnız olsam Chevalier Hoteli’ndeki yatağı biraz daha temizlettirerek orada pek âlâ ikâmet edebileceğim. (s. 491-492)
Ahmet Mithat ilk Paris sabahında aşağıdaki şekilde, eliptik bir yürüyüş rotası izliyor:
Uzun tartışmalardan sonra Madam Gülnar ile refakate nihayet vermemek için paraya kıyıyorlar. Bunun üzerine Kuzey Garı’ndan bavulları alıp Chevalier Oteli’ne, oradan da Madam Gülnar ve tüm eşyalarıyla birlikte yeni otellerine doğru yola koyuluyorlar. Sergiyi akşam gezecekler. Bu arada serginin mayıs ayında açıldığını ve ikilimizin Paris’e eylül sonuna doğru vardığını unutmadan devam edelim. Yani sergi bir ay sonra bitecek. Bir arabaya atlayıp Place de la Concorde ve Quai D’Orsay’dan geçerek fuar alanına vardılar bile.
Sergi dört ana mekândan oluşuyor. École Militaire (Askerî Akademi) yani Invalides ilk durak. Burası Eiffel Kulesi ile aynı yakada, şatafatlı altın heykelleriyle bilinen III. Alexander Köprüsü’nün güney ayağında. Yani Seine Nehri’nin güneyinde. Kuzeyde ise Petit Palais ve Grand Palais var, yani Küçük ve Büyük Saray ve bunlar da fuar alanına ekli. Decauville kumpanyası bilhassa bu fuar için sergi alanları arasında gidip gelen şimendiferleri hizmete sokmuş. İkili önce sergi alanına gidiyor; Champs de Mars, yani Mars Alanı. Sözü edilen Mars bildiğimiz Antik Roma’nın savaş tanrısı. Bu alan 16. yüzyılda üzüm ve sebze üretime ayrılmış, 18. yüzyıla gelindiğinde 10.000 askerin eğitimine ev sahipliği yapmış. Askerî amaçlara hitap ettiği için adını bir savaş tanrısından almış. Bugün burası geniş yürüyüş patikalarının bulunduğu, ağaçlarla çevrelenmiş büyük bir park. Bir ucunda Eiffel, diğer ucunda Sergi Sarayı var. Arada kalan alan ağaçlarla ve birbirinden güzel binalarla çevrili. Kulenin minyatürlerini satan Afrikalı işportacıları da unutmayalım.
Serginin yirmi iki kapısı var. Ziyaretçiler için aşağıdaki gibi bir plan hazırlanmış. Petrol gazı sergileri, elektrik vapur makineleri, yel değirmeni, gemiciliğe ait eşyalar, en adisinden en âlâsına kadar sergileniyor. Örneğin Telefonhane’de Mösyö Edison’un icatları var. Dört ana mekâna ek, Milletler Sokağı kapsamında 44 pavyonun inşası Charles Garnier’e verilmiş. İşte Türk Pavyonu! 1900 yılında Paris’te bir fuar daha olacak. O nedenle pavyonlar hemen yıkılmıyor; bir yıl daha ayakta kalacaklar. Doğu pavyonlarının mimarisi tümüyle Batı gözünden ve elinden çıkma. O nedenle oldukça abartılı.
İkili ayaklarına kara sular inene dek gezindikten sonra Grand Britannia Oteli’ne geri döner. İlk 24 saat koşturmakla geçmiştir. Ahmet Mithat odasına çekildikten sonra notlarını yazmaya başlar. “Merak etmeyin,” der okurlarına, “gördüklerimi anlatacağım.” Hem bu fuar başka gazetelerce o kadar detaylı yazılmıştır ki, aynı tekrara düşmek istememektedir:
Paris sergisi hakkında gazeteler o kadar tafsilat vermişlerdir ki benim için bu seyahatnamede ondan hiç de bahsetmemeye imkân vardır. Fakat herkesin görgüsü bir başka türlü olmak tabii olup malumattan ziyade mütalaat iradı için yine sergiden bahsetmeye zaruret vardır. (s. 496)
Anlatır da… Kâh Larousse Ansiklopedisi’nde, kâh bir inşaat kataloğunda, kâh bir mimarlık dergisinde anlatır gibi anlatır. Binaların, köprülerin, meydanların eni, boyu, cephesi, berisi, avlusu, bahçesi, kaç ton mermer, hangi kalite demir, cam, kaç metre tel, ne tip avizeler, yapı hangi yöne bakıyor, ne amaca hizmet ediyor’dan Eyfel Kulesi’nin ayaklarının arasındaki açıklık uzunluğuna varan bilumum malumat. Ahmet Mithat yurtdışında gördüklerine önceden kararlaştırılmış bir tutumla yaklaşmış. Tarif et ama övme.
Oysa 1889 teknoloji ve sanayi tarihine damga vuran bir yıl. Fuarın asıl vurgusunun 1789 Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümü olması sebebiyle hiçbir masraftan kaçınmayan Fransa, 1886 yılında tüm dünyada namını konuşturacağı bir yapı inşa etme niyetiyle bir konkur açıyor. Yüz küsur proje arasından girişimci Gustave Eiffel ve ekibinin Paris’in her yerinden görünecek bir kule projesi kabul ediliyor. Tabanda ayrılmış, tepede bir araya gelmiş, düzenli aralıklarla ve sayısız metal kirişle birbirine bağlanmış kafes-kirişlerden oluşan, dört sütunlu dev bir pilon tarzında tasarlanacak olan kule, yüksek gerilim hatlarını taşıyan çelikten yapılmış çatak direklere benzeyecek.
Ahmet Mithat’ın Paris Fuarı’nda geçirdiği 12 gün bu açıdan da çok önemli. Kendisi yalnızca bir sanayi fuarını gezmekle kalmıyor, ileride Paris’in sembolü haline gelecek ve dünyanın en tanınmış yapılarından birine dönüşecek Eyfel Kulesi’nin doğuşuna şahit oluyor. Demir Dantel olarak da anılan Eyfel Kulesi bugün hâlâ kimi “hakiki” Parislinin (tıpkı Louvre’un avlusuna oturtulan camdan piramitlerin vaktinde Fransız halkını ikiye böldüğü gibi) sinirine dokunuyor.
Vaktiyle ünlü Fransız öykü ve roman yazarı Guy de Maupassant’a sormuşlar, “Kuzum neden her gün öğle yemeği için Eiffel’e gidiyorsun? Kuleye hayran olmalısın”. Guy de Maupassant pos bıyıklarını burarak cevaplamış. “Tam tersi. Burası bu çirkin kuleyi görmediğim tek nokta.”
Eiffel Kulesi’nin hiçbir şeyi temsil etmediğini, modern ve endüstriyel bir yapı olması nedeniyle geleneksel estetik değerlere aykırı olduğunu savunan Fransızlar, Émile Zola’nın Eyfel için “çelikten bir şaheser” dediğini duyunca susuyor. Artık o bir estetik ucubesi değil.
İlk kazmanın toprağa vuruluşundan sonra tam 2 yıl, 2 ay ve 5 gün gibi rekor bir sürede tamamlanan kule için Gazeteci Émile Goudeau, 1889 yılı başında kulenin şantiyesini ziyaretine şu notları düşmüş:
Yoğun bir katran ve kömür dumanı boğazımızı yakarken, çekiç altında kükreyen demirin sesi bizi sağır ediyor, hâlâ cıvatalama devam ediyordu; birkaç santimetre yükseklikteki bir koltuğa tünemiş işçiler sırayla demir sopalarını cıvatalara (aslında perçinlere) vuruyorlar, bir köy atölyesindeki demir ustaları gibi sessiz sakin ölçülerini alıyorlardı. Sadece yukarı aşağı, dikey olarak değil, yatay olarak vuruyorlardı ve her darbede kıvılcımlar püskürürken, açık gökyüzünün görüntüsüyle büyütülen bu siyah adamlar sanki bulutlardaki şimşekleri biçiyor gibiydi.
Fransızlar zafer ve kahramanlık hikâyelerini seviyor.
SONRAKİ BÖLÜM:
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 37
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Buradan Gördüğümüz Kadarıyla / Çayın Hikâyesi / Çene Kemiği / Dalgalar X / Filistin Laboratuvarı / Her Şeye Rağmen İmgeler / Her Şeyin Şafağı / İstanbul Oteli / Kitâbiyat, Kütüphaneler ve Arşivler Âlemi / Sanat Felsefesinin Hikâyesi