Zihnin geniş arazisinde bir kurmaca
“Sema Aslan, Geniş Arazide Bir Ben’de sanki kurmacadan hikâyeyi çekip alıyor, tam olarak almasa da hayli eksiltiyor, bize 'güzelce anlatma'yı ve anlatmanın içindeki hikâyeyi bırakıyor.”

Sema Aslan (Fotoğraf: Mustafa Ulus)
Düşünmek, düşüncelere dalmak istemiyordum. Aklıma gelmesin dediğim çok şey vardı. Yine de neredeyse her şeyden tetikleniyordum. (s. 12)
Geniş Arazide Bir Ben’in anlatıcısını tanımaya başlamak için romanın hemen başlarındaki bu cümleler çok uygun. Hatta daha da başa gidip romanın henüz ilk paragrafındaki şu tutuma değinilebilir: “Görebildiğim dünyanın üstüne hayalimde bir perde örterek…”
“Tutum” dedim ama onun yerine “hal” de denebilir, çünkü dünyanın üzerine hayaldeki perdeyi örtmek her zaman bilinçli bir tercih değil. Kim bilir, belki bir alışkanlık, belki de başka saikler söz konusu; kendiliğinden de devreye girebildiğini söylemeye çalışıyorum. Nitekim “düşüncelere dalmak istemiyordum…” demesinden hemen önce sokaktan geçen motosikletin sesini “bir geminin dümen suyunu izler gibi izlemişti[r]” anlatıcı ve “dümen suyu [ona] bir odada uzandığı hayalini kurdurmuştu[r]”.

Geniş Arazide Bir Ben
İletişim Yayınları
Kasım 2024
75 s.
Çağrışımlarla, hatırlananlarla “tetiklenen” bir zihni var anlatıcının, andan âna saniyesinde sıçrayabiliyor. Bundan ötürü dağınık bir zihni olduğu zannedilebilir; bir yanıyla gerçekten öyle, gelgelelim zihni geçmişe gittiğinde o günü, o saati, o ânı çok ayrıntılı hatırlayabiliyor – daha çok o andaki ruh halinden ya da o andaki tetiklenmesinden ibaret olsa da hatırladıkları, bunları açık seçik hatırlayıp ifade edebiliyor. Gelgelelim hatırlamakla ilişkisi hayli sorunlu. Şöyle diyor mesela. “İnsanın kurup kurmadığından emin olmadığı bir cümleyi hatırlamasındaki saçmalık…” Yahut iyi bildiğini, tanıdığını zannettiği bir şeyi hatırladığında bunun gerçek bir hatıra mı, yoksa bir hayalin hatırlanması mı olduğundan emin olamıyor.
Kısacası gelgitleri, sıçramaları hayli fazla, dolayısıyla baştaki isteğini (“düşüncelere dalmak istemiyordum”) hayata geçirmesi çok kolay değil, benzer biçimde, aklına gelmesini istemediklerini kovalaması da pek mümkün değil. Yine de büsbütün çaresiz olduğu söylenemez, az yukarıda belirttim, bazen bilinçli, bazen kendiliğinden devreye giren bir mekanizma söz konusu – görebildiği dünyanın üstüne hayalinde bir perde örtebiliyor. Bu biraz da merak duygusunun güçlü olmasından. Sözgelimi dünyanın, insanların kendisinin bakmadığı, görmediği zamanlarda ne halde olduklarına karşı güçlü bir merak duyuyor, ama merak duygusu da –hayalî perdeler gibi– dilediğinde devreye alıp dilediği zaman kaçabildiği, kaçınabildiği bir şey değil. Orada kalacağının garantisi yok zihninin işleyişinin.
Tanıdığım birinin benden ayrı, tek başına sürdürdüğü gündeliğinde nasıl hareket ettiğini, duysam belki de ağzına yakıştıramayacağım lafları saklı köşesinden çıkarırken gözlerinin nasıl baktığını, öz varlığının buradayken mi oradayken mi zula olduğunu bilmemek olağansa da, böyle fark edişler bir tehlike ânına işaret ediyor zihnimde. Birbirimize uzaklığımızı ayrımsıyorum. (s. 10 – vurgular eklenmiştir)
Olağan ama tehlikeli olabilecek bir şeylerin aklına gelip zihnini meşgul etmesi karşısında da büsbütün çözümsüz değil Geniş Arazide Bir Ben’in anlatıcısı. “İleri sarmayı” biliyor; yıllar içinde öğrenmiş.
İşler çirkinleşmeden ileriye sarılması, atlanması gereken onlarca hatıram var. […] İleri sarınca olay yaşanmamış olmuyor, biliyorum. Yine de araya koyduğum geniş boşlukların geniş boşluklar olduğunu unutup, olayları tahammül edebildiğim başlangıçlar ve bitişlerle hatırlayabilmekten, bunu beceriyor olmaktan memnunum. (s. 14-15)
Belli ki kaçmaya eğilimli, kendisini zihninin olağan hallerde kolayca erişebileceği “tehlikeli” yerlerin uzağında tutarak (tuzaklardan kaçınarak belki de) korumaya alan biri anlatıyor Geniş Arazide Bir Ben’i. Ne ki her kaçış kurtuluş sağlayamayabilir. Kendine, zihnine yakalanmamak o kadar da kolay değil.
Doğa bana hiçbir zaman iyi gelmemiştir. Düşüncelerini cıvıltarak öylece yayılmak isteyene uygun değil tabiat; bilmediğini bilir oluyorsun, kendi ruhunun bulmanı, kâşifi oluyorsun. İyi değil. (s. 15)
İşte böyle bir zihin Sema Aslan’ın bizi buyur ettiği. Tetiklenmeye açık, kaçmaya meyyal, kendini denetlemeyi iyi kötü bilen, ama ipleri her daim elinde tutamayan… Benzer biçimde hayallerden güç bulan, ancak hayallerin hayal olduğu gerçeğini bir kenara bırakamayan, hayal ettikleriyle gerçekte gördükleri, bildikleri ve hatırladıkları arasında kıyaslamalar yapan bir zihin. Böyle bir zihnin ilerleyişinin aktarıldığı bir metni takip etmek çok zor değilse de, okuyacak olandan biraz dikkat talep edeceği kesin. Bilinç akışı diye adlı adınca anılacak dağınıklıkta değil anlatıcının zihninden geçenler, gelgelelim her şeyi ânında anlamak, bağlantıları hemencecik kurmak isteyenleri sabretmeye çağırdığından da şüphe yok.
“Odağın ya da perspektİFİn değİşmesİ Sema Aslan’ın romanlarında önemlİ bİr unsur.”
Her şeyi baştan sona anlayacağımızın garantisi var mı, ondan da emin değilim, ama bir ipucu verebilirim: anlatıcının “ileri sarıp” bize anlatmadıklarına dair bir şeyleri, ya da anlattıkları arasındaki bulanık bağlantıları sayfalar ilerledikçe yahut romanı bitirip de, “Ben ne okudum?” diye sorduğumuzda bulmamız, hadi, bulamasak da bu bahiste tahminler yürütmemiz işten değil. Beri yandan, “Bu kadının derdi ne?”, yahut “Ne anlatıyor?” diye sorduğumuz her anda aslında bir şeylerin yanıtlandığını düşünmek de mümkün – yazar bize her şeyi paket halinde sunsun, romanın kapağını kapattığımızda aklımızda hiçbir soru kalmasın, bir öncekinden tam bir tatminle ayrılıp yeni bir romana geçelim demiyorsak. Farklı bir odaktan, farklı bir odaklanmayla okumuşsak yani. Geniş Arazide Bir Ben’in anlatıcısının zihnindeki soru ya da sorunları bize ilettiği yerlerde şunlar da var çünkü: Sorunun nasıl dile geldiği ve elbette nasıl gelemediği, anlatıcının bunların etrafından ne gibi yollar bularak (neler anlatarak mesela) dolandığı ya da ileri sardığı gibi sorularda romanda neler anlatıldığına dair bir şeyler de saklı ya da saklı olabilir. Nasıl sorusunun ne’ye yanıt olabilmesi yani…
Aslan’ın bir önceki romanı Dünyanın Kasım’a Görünüşü üzerine yazdığım yazıda da “nasıl” ile “ne” arasındaki bağlantıya değinmiştim:
Romanda zaman yarılıp ikiye ayrılabiliyor; biri akarken öbürü sürekli aynı anda. Ya da ülke yer değiştirebiliyor. Dünyanın ve insanın engebeleri eksilip düzleşebiliyor. Bunları hissetmemizi, anlamamızı ve kabul etmemizi sağlayansa romanın ‘nasıl’ anlatıldığı. Daha önemlisi, bu ‘nasıl’ bizim dünyamızdaki ‘ne’yi de dönüştürüyor. Örtük ya da açık göndermeleriyle ‘dünyanın bize görünüşüne’ işaret eden kelimeler ve kavramlar da verili anlamlarına hapsolmaktan çıkıyor, zaman gibi onlar da büzülüp genleşebiliyor, kavrayışla aldanış, beklemekle hareket etmek yer değiştirebiliyor.

Dünyanın Kasım’a Görünüşü
İletişim Yayınları
Mayıs 2021
124 s.
Odağın ya da perspektifin değişmesi Sema Aslan’ın romanlarında önemli bir unsur. Dünyanın Kasım’a Görünüşü’nde mesela Kasım kendisine görünen dünyayı anlamanın, anlamlandırmaya çalışmanın yanı sıra dünyanın kendisini nasıl gördüğünü de fark ettiğinde önceki tutumunu değiştirir. Çok kısa özetlemek gerekirse; orta yaşı geçmiş inşaat boyacısı Kasım’ın oğlu Cengiz cezaevine kapatılmıştır, o da “yüksek makamları” oğlunun suçsuzluğuna ikna etmek için dilekçeler yazıp durmaktadır. Bir yandan da yeni gündelik hayatına tanık oluruz Kasım’ın. Gecekondu semtinin yüksek katlı sitelere dönüştüğü büyükşehirde iş bulmuş, oraya taşınmıştır. Hem Cengiz’in cezaevinde olması hem bu mekân değişikliği onun için birer altüst oluştur; dünya ona eskisinden farklı görünmektedir. Beri yandan birtakım olaylar ertesinde (bunların çok büyük olaylar, mühim hikâyeler olduğu zannedilmesin) dünyanın kendisini nasıl gördüğünü de sormaya başlar, işte sözünü ettiğim odak değişikliği bu. Bu değişikliğin ertesinde yüksek makamlara yazdığı dilekçelerin dili de değişir, son dilekçesini, “Bu sefer sizden herhangi bir cevap beklememekteyiz” diye sonlandırır.
Üstelik önceki dilekçeler de beyhude yazılmamıştır, bu dilekçeler bir şekilde Cengiz’in eline geçtiğinde genç adama umulmadık bir kuvvet verir, çünkü “kendisini babasının gözünden okur gibi [olur]. Babasını [da] kendi gözünden”. Yani odağı değişince Cengiz de bambaşka şeylerin ayırdına varabilmiştir; dünya, babası, hatta kendisi öncekinden farklı görünmeye başlamıştır.
Yine Dünyanın Kasım’a Görünüşü’nden bir başka odak değişikliği sahnesi: Romanın öbür başkahramanı, Kasım’ın mahalle komşusu genç gazeteci Suzan (Cengiz’in hikâyesinin peşindedir) arabayla otoyolda giderken teker teker geçmeye başladıkları “her kamyonun şoförüne” bakarken onların da arabaya göre çok yukarıda olan şoför mahallerinden kendisine baktığını hisseder. Geniş Arazide Bir Ben’in anlatıcısını andıran bir tutumla onların gözünden nasıl görüldüğünü hayal eder.
[Şoförleri] izlemekten yorulunca, yukarıdaki şoför mahallinden kendi muhtemel görüntüme döndüm. Tüm bedenim, tüm kamyon sürücülerinin kuşbakışı izlenceleri için koltuğun üzerinde kımıltısız duruyordu. Ellerim kucağımda, dizlerim bitişik, kabataslak bir Suzan’dım. Bir süre sonra sıkıldım bu oyundan. […] Oyunu durdurdum. (s. 54)
Ne ki, Suzan’ın oyunu durdurması değişen odağını (perspektifi) eski haline döndürmez; “bakan” olmaktan çıkıp “bakılan” olduğunda ve ardından kendisine bir “bakılan” olarak baktığında onların neler görmüş olabileceğini de fark eder. “Kamyon şoförleri, yüksekteki alay köşklerinden yaylana yaylana, büyümüş korkumu izliyorlardı belki de. Bana değil, korkuma bakıyorlardı.” Korkusunun Suzan’a görünüşü diyebiliriz sanırım buna.
Tam burada Geniş Arazide Bir Ben’e dönüp anlatıcının babasının da kamyon şoförü olduğunu belirtmeliyim. Bir benzerlik daha: Babasının kamyon yolculuklarını hayalinde gözlerinin önüne getirdiğinde, “Koltuğunda hafif hafif yaylanırken hem yol alıyor hem neye benzerse benzesin, yeryüzünü seyrediyor” dedikten sonra, babasının da “yanından geçen binek arabalarının içindeki yolcularla tüm kamyon şoförleri gibi […] göz göze gel[diğini]” düşünür, hayal eder.
Görmek, görülmek, gözünde canlandırmaya çalışmak, hayal etmek… Geniş Arazide Bir Ben’in anlatıcısının hem yaptığı hem anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığı eylemler ya da haller bunlar; üstelik kimi zaman yer değiştirebiliyor, birbirine karışabiliyorlar. Şu çok açık: Güçlü bir gözlemci, çok kritik anları ânında saptayabiliyor, ancak o ânın öncesini ya da sonrasını hayal etmekten de geri duramıyor. Hayal kurmaya, bulunmadığı yerlerde neler olduğunu gözünde canlandırmaya düşkün biri olduğu açık; bunları kimi zaman içinde bulunduğu gerçeklikten uzaklaşmak için yapsa da, bu yöndeki çabaları her zaman olumlu sonuçlanmıyor, onu kaçındıklarından koruyamıyor. Hatta kimi zaman “tuzak” olabiliyor.
“Ortada bir suç olduğundan emİn gİBİYİm, ama faİLİ bİZİm anlatıcımız mı, İşte bundan emİn olamıyorum!”
Benzer biçimde hatırlamakla arası da gelgitli; düşünmekle de... “Hatıralar ve hatırlamak üzerine düşün[mek]” istemediğini aktarmıştım. Bunun bir yolu da bakacak, odaklanacak başka şeyler aramak, bulmak. Başka bir deyişle, odak ya da perspektif değiştirmek gibi, manzarayı, görüntüyü, bakılan şeyi hepten değiştirmek. Şöyle diyor bir yerde: “Kafamı sağlama almak için kendime bildiklerimden farklı, başka bir manzara seçmiştim.” Yahut yıllardır tasnif etmediği ölmüş annesinden kalan fotoğraf albümünü gelirken yanına aldığını, onlara bakarken hatıralar ve hatırlamak üzerine düşünmeyeceğini sezgisel olarak ummuş olabileceğini, bu yüzden albümü yanında götürmeye karar verdiğini itiraf ediyor. Tahmin edileceği üzere, pek de öyle olmayacaktır!
Anlatıcı kadını geniş bir araziye, bir ovaya bakan pansiyona geldiği sırada tanıyoruz. “Kafasını sağlama almak için” deniz manzaralı değil de, ova manzaralı bir pansiyona gelmiştir. Roman büyük oranda zihninden geçenlerle, geçirdikleriyle ilerliyor, ama ova manzarası da zaman zaman devreye giriyor; gözüne ilişen başka şeylerin, insanların yanı sıra bu görüntü üzerine de düşünüyor, salt gördükleri üzerine değil, bakmak üzerine de akıl yürütüyor, saptamalar yapıyor. Gelgelelim, odaklandığı ister fotoğraf, ister bir yazı, ister ovanın gün içinde değişen ışıklar altında değişen görünümü olsun, bir yerden sonra ileri sarması gerekiyor.

Bir sırrı olduğunu öğreniyoruz, bunun ne olduğunu öğrenemesek de; kaçtığı, kaçındığı hatıraları var, ileri sarmasından anlıyoruz; ne ki, bunlar da büyük oranda meçhul. Hatırladıklarından kaçıyor kaçmasına, ama bir de hatırlayamadıkları var. Suçluluk duyduğunda mesela, neden ötürü suçluluk duyduğunu bilmiyor, ancak varsayım üretebiliyor, giderek bu varsayıma (bunu destekleyecek başka veriler olmasa da) inanıyor, çünkü suçluluk duygusu çok yoğun. Suçluyum, çünkü suçluluk duyuyorum, bir suç işlememiş olsam neden suçluluk duyayım, diye soruyor adeta. Ne var ki, tam olarak da böyledir, bu suçu işledim, bundan ötürü suçluyum da diyemiyor, tam olarak hatırlayamadığı için… Ne olduğunu bilemediğimiz sırrı ile duyduğu suçluluk arasında bir bağ bulunup bulunmadığı da belirsiz. Çok derinlere gömmüş belli ki, unutmuş ne olduğunu, unutmak istemiş ve başarmış; ama duygusu kalmış. Bunca belirsizlik içindeyken ihtimaller güneşin vurduğu ova manzarasında beliren titrek, bulanık figürler gibi kendilerini gösteriyor. Kendi adıma şunu söyleyeyim: Ortada bir suç olduğundan emin gibiyim, ama faili bizim anlatıcımız mı, işte bundan emin olamıyorum! Anlattığı birçok şeyden tam olarak emin olamadığım gibi.
Geniş Arazide Bir Ben, büyük kısmında anlatıcının zihninden geçirdiklerinin, hatırladıklarının ön planda olduğu bir metin. Bütün roman boyunca ovaya bakmıyor anlatıcımız, öyle ya da böyle başkalarının arasına karışıyor, daha doğrusu karışır gibi oluyor, birini dinlerken de zihni alıp götürebiliyor çünkü onu – bu da bir tür ileri sarma eylemi hiç kuşkusuz, bir tür korunma, bu kez karşısındakinin saçmalamalarından. Pansiyondan dışarı çıktığında da bir şeyler yapıyor, birileriyle bir şeyler konuşuyor ama gördüklerini, işittiklerini, tanık olduklarını anlama, zihninde tartma çabası devam ediyor. Üstelik bunlar da birtakım çağrışımlarla kendi sırrına, duyduğu suçluluğa dönmesine vesile olabiliyor, tökezliyor belki de. Baktığı ovadan beklentisi dümdüz olması, ama böylesine engin bir açıklığa boş boş bakmak da hiç kolay değil. Belki bir serbestlik sunuyor insana, ama böyle bir açıklık zihnin kaçtıklarının, kaçındıklarının belirmesine de çok müsait.
Önümde ova, boş bakışlara elverişli enginliğiyle şu saatleri nerede ve nasıl geçireceğimi söylüyor bana. Nereye baktığımın sorulmayacağı bir serbestlik içindeyim. Ovaya bakıyorum. Serbestliğe alışmam zaman alıyor; dikkatim oturuşuma kayıyor, oturuşumun yansıttığı kişiye; kimseye benzemek istemiyorum, duruşumu değiştiriyorum. Yeniden ovaya bakıyorum. Ama çok çabuk doyuyor gözlerim. Bu açıklıkta boşluğu kesen hiçbir şey olmaması, boş bakmayı bile aşan boşluğun varlığı, kapılması zor bir zaman yaratıyor, akmıyor zaman. Akıp gidecek bir aralık değil artık, kütlesi var. Zaman şimdi tek başına, yapayalnız. Her şey ağır, her şey ağırlaşıyor. (s. 71)
Anlatıcı söylemese de anlıyoruz; “boş bakmayı bile aşan bir boşluk” nedeniyle ağırlaşan zaman bir şeyleri ileri sarmayı da zorlaştırabiliyor – başlarda dediği gibi, bu da “iyi değil”.
“ANLATICININ ANLATTIKLARINDAN ÇOK, ANLATMA TARZININ CAZİBESİ DİKKATİMİZİ DİNÇ TUTAN.”
Anlatıcının zihninin bu denli içinde olmamıza, bu zihnin akışında ilerlememize rağmen (üstelik bu ilerleyişin dümdüz olmadığını, kesilen, ileri sarılan, tökezlemelerle, sıçramalarla devam eden bir ilerleyiş olduğunu hatırlayalım) ilginin kopmadığı, dinç kaldığı bir roman Geniş Arazide Bir Ben. Merak uyandırıcı olması değil bu dinçliğin nedeni; evet, başlarda anlatıcı babasının “akıl erdirilemeyecek hikâyeleri” olduğundan söz ediyor, bu yüzden babasının hikâyelerinden örnekler okuyacak mıyız diye sormuyor değiliz, ya da arkadaşı Selvi’nin kaybolmasıyla ilgili hatırladıklarını (ve hatırlamadıklarını) anlattığında Selvi’yle ilgili belirsizlikler sayfalar ilerledikçe giderilecek mi sorusu geçmiyor değil bizim de zihnimizden. Ne var ki, anlatıcının zihninin akış hızı, daldan dala atlaması merak unsurunun metnin (ve zihnin) akışında bir çıpa olmasına müsaade etmiyor. Onunla beraber akmayı yeğliyoruz; şimdiye ya da geçmişe dair gözlem ve muhakemelerini okuyarak beraber akmayı. Onun hatırladıklarını gerçekten yaşayıp yaşamadığından emin olamamasına rağmen anlatmaktan vazgeçmemesini andırırcasına, anlattıklarının sahihliğinden emin olamasak da okumaktan vazgeçmiyoruz. Anlattıklarından çok anlatma tarzının cazibesi dikkatimizi dinç tutan. Sıçramaların, tökezlemelerin, kaçışların, kaçarken bırakılan izlerin, bu izlerin –çok zaman– bir yere bağlanmamasının bizi anlatıcının ruh haline, hayatına (evet, hakkında pek bir şey öğrenmemiş de olsak hayatına) daha yakın kılması; belirsizliklerle çizilen resmin her şeyin yerli yerinde olduğu, apaçık, kalıbına pot yapmaksızın oturmuş görüntülerden daha ikna edici, daha sahici bir manzara sunması; belki de ancak böyle olduğunda “mizansen” olmaktan çıkması…
Sema Aslan’ın Geniş Arazide Bir Ben’de yaptığını şöyle tespit etmek de mümkün görünüyor. Sanırım kurmaca sanatını –kabaca– bir hikâyenin güzelce anlatılması biçimde tanımlamak yaygın bir kanaat. Oysa hikâye ile anlatımın bu denli net biçimde ayrılması çok mümkün değildir; birbirleri üzerinde izleri, etkileri vardır, yer değiştirirler, oyunlar oynarlar… İşte Aslan, Geniş Arazide Bir Ben’de sanki kurmacadan hikâyeyi çekip alıyor, tam olarak almasa da hayli eksiltiyor, bize “güzelce anlatma”yı ve anlatmanın içindeki hikâyeyi bırakıyor.