“Neresinden atlanır bir ovaya?”
“Edebiyat anlatılamayanı anlatmanın da bir aracıdır, değil mi? Hakikate giden bir yol olmasının sebebi budur. Travmanın bir 'hikâyesi' olmadığını bilir, onu böyle dolana dolana, parça parça, başka şeylere sarıp sarmalayarak dışarıya çıkartır.”

Sema Aslan (Fotoğraf: Mustafa Ulus)
Walter Benjamin demişti ki mealen, bu kadar bilgi akışının olduğu yerde hikâye anlatıcısına artık yer kalmadı, bu da toplumsalın iplerinin bir bir çözülmesi demek, çünkü hikâyelerdir onları birbirine düğümleyen. Şu halimizi görse ne derdi, tahmin edemiyorum. Hikâye anlatıcılığının dibine vurduk yani! Reklam hikâye, bilim hikâye, politika hikâye, haber hikâye, cv hikâye, evlenme teklifi hikâye… Artık hikâye demek istemiyorum. H. diyelim kısaca.
Edebiyatı dünyanın hakikatine yaklaşmanın bir yolu olarak göreceksek (bence öyledir), bütün bu H.’ler de kendimize bambaşka bir dünya kurmanın yolu gibi. Hakikatle pek alakası olmayan bir dünya. Onu oradan alıp buraya koydun mu, her şey değişiverir, bakış açını değiştir, öyle bak bakalım bir de. İnsan edebiyata inancını kaybeder yani, o derece.
Bir de şu var, bu H.’ler hep aynı şey gibi gelmeye başlıyor bir süre sonra. Başka şeyler de anlatsalar, aynı şey gibi. Soya fasulyesinden yapılmış türlü çeşitli yemeğin olduğu bir sofraya oturduğunuzu düşünün. Üç aşağı beş yukarı aynı şeydir hepsi ya, öyle. H. ile kurduğumuz dünyalar pek o kadar bambaşka değil – bu dünyadan başka ama birbirinden başka değil. Reels videolarıyla biraz zaman geçirince insanın içi neden şişiyor ki? Bana sorarsanız hep aynı şeyi anlattıkları için. Hakikatle bağını koparmış hayal gücü büzüşüp küçülüyor, ne rengi kalıyor ne tadı.
Bu yüzden, Sema Aslan’ın Geniş Arazide Bir Ben’ini biraz korkarak (çünkü Kasım!) ama hevesle aldım, çünkü neyle karşılaşacağımı hiç bilemem onun yazdıklarında; kokusu, lezzeti olan metinlerdir her zaman. Hepi topu 75 sayfa, bugün bitiririm dedim, (kafasızlık işte, Kasım kaç sayfaydı da günlerce perişan etti seni a kadın?) üç gün sürdü. Nasıl derler; demir leblebi.
Babasıyla, dünyayla ama hep kendisiyle mücadele halindeki bir kadının hikâyesi diyor arka kapakta. Hikâyeye benzer bir tarafı yok. İlla bir isim vereceksek, en yakında bilinç akışı vardır herhalde. Birbirine bazen ilişen bazen parça parça kalan hatırlamalar, gözlemler, açılmalar… Bütün bu parçaların etrafında döndüğü bir merkez var ama. Bir eylem. Bir cinayet. Anlatıcının (ben Karanlık) işlediğinden emin olamadığı bir cinayet. Bir yandan da sormadan edemiyoruz, o arazide ne işin vardı adamı gömmeyecektiysen? Öldürüp gömdün de ferahladın mı? Ne gezer? İtiraf edip kurtulsam mı diye düşündüğü oluyor ama ya öldürmediyse de hapse atıldığıyla kalırsa? Adamı tam da tanımıyor. Daha doğrusu tanıyor da tam çıkaramıyor kim olduğunu. Nasıl gömmüş mesela, hatırlamıyor. Daha doğrusu hatırlıyor da emin olamıyor.
Düşünüyorum. Örtbas edilmiş cinayet kadar korkunç bir sırrım var belki de. Öyle olmalı. Benim bile hatırlamadığım, çok derinlere gömdüğüm, gömdüğüm evet, uzun zaman önce unuttuğum bir sır. (…) Suçu işleyen olduğum halde tehlikede olan benmişim gibi hissediyorum. Sırrımın açığa çıkmasından korkuyorum. Cezalandırılmaktan değil, işlediğim suçu öğrenmekten korkuyorum.
O kadar korkuyorsun ki, konuşmaya babandan başladın; bir anlamda cinayete en uzak noktadan. Selvi’den değil mesela. “Eyyh! Her türlü ekine elverişli toprağa görmez gözlerinle bakıyorsun. Seni gidi âmâ” diye bir mektup yazmış olabileceğini düşündüğün Selvi’den. Görmezlikle suçlanabilecek son insansın oysa. Olanı, olmuşu, olabileceği, olabilecekken olmamışı… hepsini görüyorsun. Anlatıyorsun bize. Bana sorarsan sevgilin haklı değil, biliyorsun sen de; kibirli olduğun için değil, bu kadar iyi gördüğün için yalnızsın sen. Bir de cinayet meselesi var. Seni bütün “biz”lerin dışına atan o eylem. Gerçek mi kuruntu mu emin olamadığın, emin olmak için böyle geniş geniş bakabileceğin bir yere kendini attığın cinayet.
Gözetleme deliğinden gördüklerin var bir de. Bize anlatmadığın. Selvi’nin tek kolu, tek omzu, tek bacağı, Selvi’nin babası… Böyle genişliklere bakarsan gördüklerini temize mi çekeceksin? Cinayeti mi hatırlayacaksın? İşlediğin suçu mu öğreneceksin? “Derini açıp içini havalandırman mümkün olmuyor madem”, ne gerekiyorsa onu yapacaksın.
Edebiyat anlatılamayanı anlatmanın da bir aracıdır, değil mi? Hakikate giden bir yol olmasının sebebi budur. Travmanın bir “hikâyesi” olmadığını bilir, onu böyle dolana dolana, parça parça, başka şeylere sarıp sarmalayarak dışarıya çıkartır. Dili ve bakışı Sema Aslan kadar keskin bir yazar bütün o başka şeyleri öyle ince, öyle oya gibi anlatır ki, sarıp sarmaladıkları şeyi görmemiz kolay olmaz, –anlatıcının kendisine yaptığı şey de bu, gördüklerini inceltip inceltip örtü haline getirmek ve bunlarla uğraşıp durmak– tıpkı annesinin o acayip gazete kesikleri gibi (ve nasıl bir örtük mizah). Babanın taşan hikâyelerine, lokantadaki ışıltılı çocuğa, sevgilinin laflarına, tersi ve düzü bir bir kumaşa benzeyen adama, pansiyoncuya… Hepsinin hakkını verdiği için hepsine bakarız, görürüz, hatırlarız. O yüzden 75 sayfayı ancak üç günde okuruz!
Beni mahveden şu cümleler oldu ama:
Sonra biri, bir kadın varıyor yanına. Kim o? Ben miyim? İçinde gürleyen bir bilgelikle, yapabileceği tek şeyin eğilmek olduğunun farkında sanki. Kadının acısına mı eğiliyor, kendini görmeyen, acıdan körleşmiş kadının acısına mı eğiliyor, ne o biliyor, ne de ışıldaklarıyla izlemeye devam edenler. Sonra kadın, yani Selvi’nin yanına varan ben, aramızda bir sır varmışçasına, sadece ikimizin görebildiği bir gerçek varmışçasına, güven içinde tutuyorum onu, kaldırıyorum yerden. Diğer tarafta, izleyiciler arasında olan bense, allame gibi biliyorum ki, ihanete uğramış bu ikisi. Yalnızlığın bu derecesini ihanetten başka bir şeyle açıklamak mümkün değil çünkü.
Çünkü dil ustalığı, kelimelerle ilgili bir tür virtüözlük değildir, dokunduğun hakikati anlatabilme becerisidir.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 7
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Arkadya / Beklenen İstanbul Depremi / Biyopolitikanın Ötesi / Çatırdayan Kafatasları / Genç Mungo / Hastane / Karihōmen / Patronun Gözü / Sessiz Cümle / Talim Yazıları