Antoni Casas Ros:
Parçalanmış bir yüzün ardındaki yüzler
“İnsanın bir hayatının olması için bir yüze ihtiyacı var mı gerçekten? Yazdıklarım yeter demeye getiriyor Casas Ros. Haklı belki de...”

Antoni Casas Ros, otobiyografiyle kurmaca arasında salınan ilk romanı, Almodóvar Teoremi’nde şöyle yazmış: “İnsanın bir hayatı olması için bir yüz gerekir.” Özellikle Avrupa edebiyat çevrelerinde Antoni Casas Ros hakkında yapılan tartışmaların kilit taşı bu cümle olabilir sanırım; tabii bu yazının da. Türkçede Almodóvar Teoremi, Enigma, Son Devrimin Güncesi, Karanlığı Arşınlayanlar romanlarıyla biliniyor Antoni Casas Ros. İlk kitabıyla aynı tarihte yayımlanan kısa bir anlatısı, Mort au Romantisme çevrilmemiş Türkçeye. 2015’te yayımlanan yine bir kısa anlatı, Medusa ile geçen sene yayımlanan bir oyunu, L’eternite sırada mıdır çevrilmek için, bilmiyorum. Arada katkı verdiği birkaç derlemeyi saymazsam, bu yıl piyasaya sürülecek olan Paradizoo sanırım Casas Ros okurlarını sevindirecektir.
Dramatik bir yaşamı var Casas Ros’un. Otobiyografik öğeler içeren ilk kitabı Almodóvar Teoremi’nde bahsettiği gibi, sevgilisi Sandra ile Ros’un matematik bölümünden mezuniyetini kutladıkları gece eğlenceden dönerlerken yolda aniden karşılarına çıkan bir geyiğe vurmamak için direksiyonu yana kırmasıyla bir çınar ağacına çarpması yaşadığı değişimin miladı sayılabilir. Sandra ölür kazada, Ros’un ise yüzü paramparça olur. Estetik cerrahinin tüm çabaları sonuçsuz kalır. Ros’un tabiriyle estetik cerrahi yüzünü kübist olarak gördüğü tarzından kurtaramaz:
Picasso yüzümü görseydi benden nefret ederdi herhalde, çünkü onun buluşunun hayattaki karşılığıyım. Dali’nin evrenin merkezi dediği Perpignan Garı’nda Picasso’nun beni görmüş olabileceğine bile inanılabilir. Bir insana bir yüzü düşündürecek, titremiş bir fotoğrafım ben. Kazadan beri, canavarlara karşı ilgisini bildiğimiz çocuklar dışında kimse yüzüme üç saniyeden fazla bakamadı.[1]
Kazadan sonra internet üzerinden matematik dersleri vererek, küçük muhasebe işleri yaparak geçimini sağlamaya başlar Casas Ros. Matematiğe olan tutkusu yerini okumaya bırakır. Özellikle de “dolu dolu bir hayatın hikâyesi”, “olaylar silsilesi”, “bedenin zaman ve mekânda yer değiştirmeleri olarak” gördüğü otobiyografilere düşkündür. Okuma tutkusunun yanına yazma isteğinin eklenmesi çok uzun sürmez. Artık başkalarının yaşamlarını okumayı değil, “başka bir şenliğin, kutlamanın boş alanın merkezinde nasıl bulunabileceğini anlamak, sadece bunu anlamak” için yazmaya da başlar.
Franco’cu, mühendis bir babayla Piemonte’li, matematik öğretmeni, solcu bir annenin çocuğudur. “Düz bir çizgi” ile “bir eğri”nin. Babasının kendini gizleyen bir faşist olduğunu öğrendiğinde yaşadığı hayal kırıklığını, kaçma isteğini, yıllardır bu yükü taşıyan ama ne yapacağını bilemeyen annesi karşılıksız bırakmaz; evi birlikte terk ederler. Matematiği, tutkuyu, farklılıkları sevmeyi annesinden öğrenir. “Bir eğri”nin özgünlüğüne, özgürlüğüne sahiptir, kaosa vardıracak kadar:
Güzelliği tanımak kaosun kalbine girmektir. Kaos ise özgürlüğün en kusursuz imgesidir. Düzen varsa diktatörlük yerleşir.[2]
Geceleri dolaşmaya, fark edilmeden geçip gitmesini sağlayan bir şapkayla, yüzünü kapatan bir atkıyla çıkar. Ne kadar ikonik bir figür oysa! Sarhoşların çarpık, puslu bakışlarından rahatsız olmadığı barları, en çok da bakışlarından uzak ama ortak hayallerini ekrana yansıtan insanların sıcaklıklarını hissettiği sinemaları sever; bir de kendini tekrar eden saplantılı müzikleri.
İlk kitabı olan Almodóvar Teoremi’nde ipuçlarını vermeye başlayan kaotik kurgu sonraki romanlarında, özellikle Son Devrimin Güncesi ile Karanlığı Arşınlayanlar’da giderek belirginleşir. Anlatıcılar, karakterler, olay örgüsü adeta kök-sap bir yapıya dönüşmeye başlar. Formun giderek bozulmasıyla Ros sanki yüzünü de metne yansıtmaktadır. Okuyucunun kurgudan kopmamak, anlamaya çalışmak için sürekli baktığı metin, onunla yeterince ilgilenen okuyucuya giderek güzel gelmeye başlar. Nitekim ilk kitabında şöyle yazar:
Yaptığım tuhaf şekilde ütopik de olsa, dünyaya kendi güzelliğini gösterene kadar bakmayı deniyorum. Almodóvar teoremini oluşturuyorum: Korkunç bir şeyi güzelliğe çevirmek için ona yeterince uzun süre bakmak yeter.
Okumak, yazma isteğinin şiddetine rağmen Ros’un tutkusunun merkezinde yer almaya devam eder. İkinci kitabı olan Enigma’da bir araya gelen, kendilerini “Yatak Odası Filozofları” olarak adlandıran dört farklı anlatıcının yaşamlarının merkezinde de kitaplar vardır. Bir edebiyat profesörü olan Joachim’in, kahramanlarını terk eden, öldüren yahut belirsiz sonlara mahkûm kılan yazarlara duyduğu öfkeyle fikir babalığını yaptığı, okumayı yaşamsal bir eylem olarak gören bu “çetenin” üyelerini bir araya getiren amaç ise sonlarını beğenmedikleri romanlara yeni sonlar yazarak piyasadaki asıllarıyla değiştirmektir. Akademiyi bırakarak tutkusunu rahatlıkla eyleme dökebilmek, kitaplarla daha yakın olabilmek için bir kitabevi açar Joachim. Kitabevinin ismi Bartleby ve Şürekâsı’dır.
Bu isim doğal olarak akla aynı isimli kitabın yazarını getiriyor; Enrique Vila-Matas’ı. Romanda bir karakter olarak da görünen Vila-Matas tıpkı Casas Ros gibi Katalan bir yazar. Ancak bu iki ismin birbiriyle olan ilişkisine geçmeden önce, yazının başında kilit taşı olarak nitelendirdiğim cümleye geri dönmek istiyorum.
Her yaşamöyküsü, öykü olması itibariyle bir kurguya tabidir doğal olarak. Anlatılanın gerçekliği değil sadece, bu kurgunun yorumlanması da zengin kılar o yaşamöyküsünü. Casas Ros’un yaşadığı kaza, barındırdığı öğelerle psikanalitik yorumlara uygun görünüyor bu açıdan.
Kazaya sebebiyet veren, roman boyunca da görünen geyik Casas Ros’un totem hayvanıdır adeta. Yüzünde yaşadığı dönüşümün yaşamındaki yansımasını da düşününce, bu geyik figürünün simgesel anlamlara sahip olduğu söylenebilir belki. Kolektif bilinçdışına dair kimi yorumlarda doğaya dönüş, yeniden doğuş, zarafet, esneklik, cinsellik[3] gibi dişil unsurların sembolü olarak da yorumlanan geyiğin eve dönerken ormanın yanından geçen yolda karşılarına çıkmasını bilinçdışında yaşanan bir dönüşümün alegorisi olarak okumak zorlama olur mu, emin değilim. Casas Ros’un faşist bir geçmişe sahip olan babasına karşı adeta idealleştirdiği annesiyle olan ilişkisinde en önemli bağ matematiktir.

Aiyangar
Ramanujan
Tutkulu insanlara karşı derin bir bağ kuran annesinin kahramanı bile bir matematikçi, Hintli Ramanujan’dır. “Matematiğin Che Guavera’sı” dediği matematikçinin bir fotoğrafı annesinin çalışma masasının üstündedir her zaman. Casas Ros’un kazanın olduğu gece matematik bölümünden mezuniyetini kutlamaktan dönmesi bir yorum olanağı sunuyor ister istemez. Fallik bir öğe olarak kabul edilebilecek ağaca çarpmasıyla yüzünde oluşan yıkımı anneyle olan bağın baba tarafından iğdiş edilmesi olarak yorumlamak –abartılı görünmekle birlikte– imkân dahilinde görünüyor olsa da, ben biraz daha ileriye gitmeyi göze alıyorum. Jung’a göre erkek çocuğun anneyi idealleştirme eğilimi, annenin temsilcisi olduğu bilinçdışından ve etkisinden korunma isteğinin bir tezahürü.[4]
Jung insanın korktuğu şeyi savuşturmak için onu idealize ettiğinden bahsetse de,[5] bu kompleksin iyi taraflarını da göz ardı etmiyor. Bu feminen unsurun kattığı gelişmiş bir estetiğin, zevkin yanı sıra, dişi eşduyum yeteneğiyle mükemmel bir düzeye çıkan kapasite belki de Casas Ros’un “Tenimde, yüzümde öldüm ama ruhumda değil” cümlesiyle özetlenebilir. Kazadan sonra yaşadığı “uzun bir yalnızlık tecrübesinden” sonraki ilk duygusal, tensel ilişkinin trans seks işçisi Lisa ile olması bu yenilenmenin bir diğer yüzü. Belki de Jung’un önemli arketiplerinden biri olan Anima’nın ortaya çıkışının metaforik bir anlatımını okumuşuzdur bu kaza öyküsünde.
2008 yılında Fransız Gallimard ile İspanyol Seix Barral, 2009 yılında İtalyan Guanda yayınevleri tarafından basılan Almodóvar Teoremi eleştirmenlerce bir ilk romana göre usta işi sayılır. Neredeyse bir yıl içinde önemli yayınevleri tarafından üç farklı dilde basılması, üstelik yazarın görünmek istememesi, Casas Ros isminin gerçekliği konusunda şüphe uyandırmaya yeter. Gallimard’ın editörü Richard Millet 2007 yılında Barcelona’daki bir ajans vasıtası ile eline ulaşan Almodóvar Teoremi’ni bastığında, Casas Ros hakkında sadece şunu söylemiş:
Onun hakkında, söylemek istedikleri dışında hiçbir şey bilmiyorum. Onu bu şekilde kabul ediyorum: Yüzü olmayan bir yazar.[6]

Blanchot
Bozuma uğrayan yüzünü bahane ederek edebiyat dünyasından da saklanmış Casas Ros. Yüzüyle değil, yazdıklarıyla görünmek istemiş. Salinger, Maurice Blanchot gibi isimlerden de aşinayız bu görülmeme isteğine elbet. Enis Batur, Fata Morgana Yayınevi’nin yöneticisi Bruno Roy’un 30 yıl boyunca kitaplarını bastığı Blanchot’yu hiç göremediğini yazar.[7] Yıllarca mektuplaştığı, telefonlaştığı Blanchot ile yüz yüze görüşebilmek için bir keresinde yazarı evinin altındaki dükkândan bile arar Roy, “Beş dakikalığına uğrayabilir miyim?” sorusundan medet umarak. Uzun bir sessizlikten sonra “Özür dilerim,” cevabı gelir ahizeden, “bugün kimseyle görüşecek bir durumda değilim”. Keza Salinger’ın münzevi yaşamı da edebiyat tarihinin bilinen efsanelerindendir. Yine de her iki yazarın yüzlerine az da olsa dair bir bilgimiz mevcut. Oysa Casas Ros’un yüzü, kaza öncesi de dahil, bir sır.
Bir insanın yüzünü görmek bu kadar önemli midir gerçekten? Ergun Kocabıyık yüzün arkasında gizlenen “yüz”ü kuşatma çalışması olan Aynadaki Narkissos kitabında insanı yok olup gitmekten koruyan bir ruhsal mekân olarak tarif eder yüzümüzü.[8] İsmimizin, kimliğimizin mekânı. Hatta hakikatimizin. “Yüzünü yitirmek yok olmaktır. İnsanın varoluşu bir ‘yüz içinde oluştur’.” Kaybettiğimiz uzuvlarımız bedensel bir eksiklik olarak nitelenirken, “yüzün yokluğu, insanı hiç kimse yapar”. “Yüz”, “ben”in bitimsiz labirentinin bir girişi sayılabilir mi? Casas Ros özelinde şu sorular da akla gelebilir elbet: Yüzünü bilmediğimiz birinin yaşamöyküsüne inanılabilir mi? Yoksa tüm bu yaşam, oluşturulmak istenen bir mitin kurgusu mu sadece?
İleride daha detaylı değineceğim Fransız felsefeci, edebiyat eleştirmeni Éric Bonnargent de benzer bir soru sorar Casas Ros’a: “Hiç yüzünüzü göstermeyi düşünüyor musunuz? Yoksa sizin bir başkasının hayal gücünün ürünü olan kurgusal bir varlık olduğunuz sonucunu mu çıkaracağız?”
Şöyle cevaplar Casas Ros:
Gerçek okuyucular yazarlarını daha incelikli ve gizemli bir şekilde bulurlar. Belki bir gün ortaya çıkıp hemen kaybolurum. Ama sadece kitaplar aracılığıyla var olmak istediğim, hayal ettiğim ve başardığım bir şeydi. Kurgusal bir varlık mı? Liflerimde kesinlikle gerçek olan hiçbir şey hissetmiyorum ve yazarken bile her zaman kimin yazdığını merak ediyorum. Bugüne kadar cevabını bulamadım ve sevdiklerimin hayal gücüyle beni gizemli bir şekilde şekillendiren eserlerimin toplamından yaratıldığıma inanıyorum. Ben görüntülerin, seslerin, renklerin, kelimelerin, duyguların ve dürtülerin bir karışımıyım. Bunların hiçbiri bana ait değil.[9]
Karanlığı Arşınlayanlar[10] romanındaki karakterlerden birine şunu söyletir Casas Ros: “Ben hep yok olmak istemişimdir; yazmak ama hiçbir şey, hiç kimse olmamak.” Tuhaftır ki, Vila-Matas’ın tıpkı Casas-Ros’un Enigma’sı gibi edebi bir hastalık olarak kurguladığı aynı isimli romanı Montano Hastalığı’nın Maurice Blanchot’ya ait epigramı da benzer bir talebi dillendirir: “Yok olmak için ne yapacağız?”[11]
Yazının girişindeki anahtar cümleyi düşününce, “yüzün” yokluğundan sonra sıra hayatın yokluğuna geliyor ister istemez. Üstelik yok olmayı bu kadar isteyen bir yazarla karşı karşıyaysak. Oysa Avrupa edebiyat çevreleri bu konuda çok daha hassas. Casas Ros’un ikinci kitabı olan Enigma’da[12] hem kendi kimliği hem de kitabının ismi, Bartleby ve Şürekâsı ile gördüğümüz Enrique Vila-Matas hedef tahtasına ilk konanlardan. O kadar ki, El Pais gazetesinde kendisinin Casas Ros olmadığına dair bir yazı bile yazmış:
Hayır, ben Casas Ros değilim. Eğer hâlâ şüphelenen birileri varsa, bu fikirden kurtulsalar iyi olur. Nasıl Antoni Casas Ros olabilirim? Görünmez bir yazar olarak statüsünün –yüzü bir kaza sonucu şekilsizleşti ve halk içinde görünmek istemiyor, ne editörleri ne de temsilcisi onu hiç görmedi– her türlü spekülasyona izin verdiğini kabul ediyorum. İlk romanım olan Almodóvar Teoremi'ne Roberto Juarroz'dan bir alıntıyla başlamamın ve bu alıntının son kitaplarım için bir tür muska görevi görmesinin de şüpheli olduğunu kabul ediyorum: “Boşluğun merkezinde başka bir şenlik var.” Ve doğru, Le Nouvel Observateur’da Cortázar, Pere Calders, Murakami, Bolano, Freson ve diğerlerine duyduğu hayranlığı belirtmesi –favori yazarlarının listesinin bana şaşırtıcı şekilde benzediği bir liste– yanlış anlamaları daha da pekiştirmiştir. Hatta bu yanlış anlamaların içindeki karmaşaya, sürekli başka biri olma ihtiyacından doğan karışıklığa ben de katkı sağlamışımdır.[13]
Ancak Éric Bonnargent’un da belirttiği gibi, Vila-Matas’ın kendisinin Casas Ros olmadığına dair ileri sürdüğü argümanlar tamamen biyografik, fizyolojik karşılaştırmalara dayalı. Casas Ros’un edebi bir hastalık olarak kurguladığı, ikinci kitabının ismi de olan Enigma sendromu, kitabın karakterlerinden Joaquim’in, eserlerinin sonunda kahramanlarını belirsiz sonlara mahkûm eden yazarlara yönelttiği öfkenin ismidir aslında. Bu yazarların kitaplarını parçalamakla işe başlayan Joaquim, edindiği dostlarıyla birlikte işi daha da ileriye götürür. Tasvip etmediği bu romanların sonlarını değiştirerek, korsan bir matbaada yeniden bastırıp kitabevlerinin raflarındaki orijinalleriyle değiştirir. Joaquim’in kurbanlarından biri de Vila-Matas’tır. Girdiği bir kitabevinde onun kitabını yırtsa da, Bartleby ve Şürekâsı isimli kitabevinin açılışına Vila-Matas’ı da çağırır. Hayalet yazarlara dair aralarında geçen sohbette söz bir yazar olarak Antoni Casas Ros’a da gelir. Vila-Matas, Joaquim’e Casas Ros’un bir hayalet olmadığını, hayaletlerin az çok kendilerini gösterdiklerini, oysa Casas Ros’un görünmeyi reddettiğini söyler. Ardından, son romanının çıkması vesilesiyle gittiği Roma’da Casas-Ros’un kendisine yolladığı bir mektubun zarfındaki adrese giderek kendisiyle yaptığı gizemli bir görüşmeyi aktarır. Gizemlidir, çünkü hiçbir diyaloğa girmeden, karşılıklı oturup içkilerini yudumlarlar. “Yalnızca eski dostlar arasında olabileceği gibi sessiz kaldık.”
Vila-Matas karanlıkta otursalar da Casas Ros’un görünümü hakkında bir fikre sahip olur:
Hayal ettiğim kadar zayıf değildi. Omuzları oldukça genişti. Başı da öyle… Saçları çok kısaydı. Bu mahrem ve rahat sessizlik içinde hem son derece karanlık hem de son derece parlak gözlerinin yavaş yavaş belirdiğini gördüm. Daha sonra alnında, burnunun kökünde yok olan, daha açık renkli, Y şeklinde bir ırmak gördüm. Irmak burnu boyunca akıyordu…
Burnu boyunca akan bu ırmağı Y harfine benzetmesi ilginç Vila-Matas’ın. Casas Ros’un Son Devrimin Güncesi isimli kitabında, devrimin kim olduğu bilinmeyen, kimi zaman kadın olduğu düşünülen (Anima?) gizemli liderinin isminin de Y olduğunu bilmek oluşturuyor bu ilginçliği.
Casas Ros’un görünmeyi reddetmesini fiziksel özelliklerine bağlamaz yine de Vila-Matas. Ona göre bu bir zorunluluk değil, tercihtir. “Aslında bütün bunlar yaratmayla en sürekli ve en derin bağı kurmayı deneyimlemek için seçmiş olduğu inziva yaşamının bahanesiydi yalnızca.”
Kitabevinin açılışındaki bu keyifli sohbete rağmen Vila-Matas da Joaquim’in ekibinin gazabından kurtulamaz. Bir kitabevinde Dikey Yolculuk isimli romanının sonu değiştirilmiş nüshasıyla karşılaşan Vila-Matas bunu çok eğlenceli bulur. Ona göre bu eylem kitabını doğa-üstüleştirmiştir. Bu eylemi yapabilecek tek kişinin Joaquim olduğunu anlar. Romanın sonlarına doğru Joaquim ile kitabevinde tekrar bir araya geldiklerinde, yaptıkları kısa ama derin edebi sohbette, kendisinin de aralarına katılmak istediğini söyler. “Baştan beri içindesin zaten, sanki bizi sen yarattın” diye cevaplar Joaquim.
Çevresinde dönüp durduğum ama bir türlü söylemeye yanaşmadığım şeyin farkındayım. Amacım bir yargıda bulunmak değil elbet. Sadece izleri takip ediyorum. Vila-Matas’ın gördüğü her şeyi edebi bir kavrama yahut alıntıya dönüştürme rahatsızlığı olarak tanımladığı Montano Hastalığı’nda, Justo Navarro’dan alıntıladığı, “Yazmak demek canlandırmak, yeni bir kişiliğe bürünmek demektir. Yazmak, başkasının yerine geçmektir” cümlesi sanki bir işaret fişeği. Onun aydınlığında diğer cümleler de görünür olmaya başlıyor:
Dünyayı yabancı bir bellekle görmek ikiz yaratmanın başka bir yolu ama aynı zamanda kusursuz bir edebi metafordur. Bir yazar … er ya da geç şansını otobiyografiden değil de kurmaca bir otobiyografiden yana denemeye mahkûmdur. Gerçek adın yitip gidiyor evrende; yazarların bu bayağı hayatta kalma düşlerine bir son vermek istiyorsun…
Yeterli mi? Değil tabii. Üstelik Casas Ros olabileceğine dair şüphelenilen yazarların sayısı giderek artarken. Eduardo Mendoza, Sergi Pàmies, José Carlos Llop ilk akla gelenler. Fransız basınında ise edebi üslubunun benzerliğiyle Hugues Jallon ilgileri üstüne çekmiş...[14]

Edebi kimliklerle kurduğu kurgusal ilişki Vila-Matas’a bu kadar eğilmemin başta gelen nedenlerinden biri. Bartleby ve Şürekâsı’nda, Portatif Edebiyatın Kısaltılmış Tarihi’nde, Montano Hastalığı’nda estetik bir sunuma kavuşan bu ilişkilerin başlangıcı, gençliğinde çalıştığı Fotogramas dergisine kadar gidiyor.[15] Editörüne İngilizce bilmediğini söylemekten duyduğu utançla, gönderildiği Marlon Brando söyleşisini kendi kendisiyle yapması kıvılcımın ilk çaktığı yer belki de. Vila-Matas olarak sorup Brando olarak cevap vermek.
Devamı da gelmiş bu söyleşilerin: Rudolf Nureyev, Anthony Burgess, Patricia Highsmith. Okuduğu bir Peter Handke romanı, Kısa Mektup Uzun Veda ile kıvılcımlar ortalığı aydınlatan bir ateşe dönmüş. Handke’nin romanının sonlarında yönetmen John Ford’un, kitabın baş kahramanıyla kurgusal sohbeti, sevdiği yazarları romanlarında kurguyla gerçekliğin gri bölgesinde konumlandırma fikrini vermiş Vila-Matas’a. Gombrowicz, Duchamp, Fitzgerald, Benjamin, Kafka yahut Walser, Vila-Matas’ın metinlerinde, okuyucuyu soru işaretlerine boğarak boy göstermeye başlamışlar. Yaşamının son saatlerinde şırıngasını temizlemek için hasta yatağından biraz uzaklaşan doktordan gitmemesini isteyen Kafka, doktorun “Gitmiyorum zaten” sözüne karşı, “Ben gidiyorum” demiş midir gerçekten?

Michaux
Vila-Matas ile Casas Ros’un yazım tarzları dikkate alınacak kadar farklı şüphesiz. Bambaşka iki yazar söz konusu. Casas Ros’un ayrıksı yazımına karşı, Vila-Matas sakin, derin bir üsluba sahip. Belirleyici bir ayrım mıdır peki bu? “Üslup insanın kendisi olabilir mi?” diye sormuş Henri Michaux.[16] Kendi konumunu vurgulayan, dünyaya emin bir bakışla bakan yazarın, farkına varmadan kendisini köhne hale getiren şüpheli bir kazanımı olarak görmüş üslubu. Emir kipinde bir tavsiyede de bulunmuş: “Git! Kendi içinde yeteri kadar derine git ki, üslubun artık seni izleyemesin.” İzlerin silikleşmeye başladığı bu yerde ille de bir yorum yapmak gerekiyorsa pseudonim’den değil, heteronim’den söz etmek gerek belki de. Takma ad kullanmaktan değil, yeni bir kimlik inşasından. Pessoa buna şöyle bir açıklama getirmiş:
Pseudonim yapıt kendisi olarak yazarın yapıtıdır, ancak kendisi eksi adının imzası demek gerekir. Heteronim yapıt yazarın kendisinin dışında, kendisi olmadığı yapıttır.[17]
Sandık orada. Enis Batur da “Eksiksiz bu muyum: Bu kadar mıyım?” diye sormuştu bir yazısında. “Değilsem fazla olanı, fazlaymışçasına algıladığımı tutmaya çalışırım önce. Sonra, onu ete kemiğe büründürme çabasına da soyunabilirim.”
Romain Gary bu çabanın en bilinen örneği. Yeğeni, kimine göre kuzeni Paul Pavlowitch’i Émile Ajar olarak sürmüş kamunun önüne. Yalan-Roman’ın ilk sayfalarında aralasa da kendisini –“… var olmadığımı ve büyük ihtimalle kurmaca olduğumu fark ettiler. Ortak bir eser olduğum bile düşünüldü”[18]– intiharından sonra anlaşılmış her şey. Bir de intihar notu ile: “Nihayet kendimi bütünüyle açığa vurabildim.”
Bizden de bir iki örnek vermek gerekirse, Pessoa’nın bir gençlik fotoğrafını kendi fotoğrafı gibi göstermesi bir yana, sırtı dönük olarak televizyona bile çıkan Reşit İmrahor’u anmamak olmaz. Gergedan’ın 15. sayısında yayımlanan şiirinin üstüne kondurulan küçük yaşamöyküsündeki doğum tarihi bile meraklısı için bir ipucu. Ne çok isim saklı ceplerinde!

Gary
(Émile Ajar)
1891’de Rus bir baba ve Fransız bir anneden dünyaya gelen Lina Salamandre diğer örnek. 1920’li yıllarda kabarelerde şarkı söyleyen, gerçeküstü şairlere hayran olan, Ruth Huntky isimli gazeteci kadınla on yıl süren bir aşk ilişkisi yaşayan, Nisan 1938’de bir şair olarak ölen Salamandre. Haydar Ergülen’in kısa soluklu heteronimi.
Bir kimliğin açığa çıkması, bilinir olması yok sayılmasını gerektirir mi sorusu ortada. Émile Ajar’ı yok mu saymalıyız? Üstelik Bern Sözleşmesi takma isimlere bile fikri mülkiyet hakkı veriyorken. Öyle ya, Henri Beyle’nin değil Stendhal’in, Ettore Schmitz’in değil Italo Svevo’nun yazdıklarını okuyoruz ne de olsa. “Varlığımızın bütünüyle edebiyattan oluşmasını” önermiş Musil.[19] Ajar da Yalan-Roman’da benzer bir cümle kurmuştu: “Kuşkusuz bazı dışsal varoluş belirtileri gösteriyordum ama hepsi edebiyattı.”

Uzattığımın farkındayım, ancak izlerin tekrar belirginleşmeye başladığı bir yere geldim. Görünüyor ki, ismini yukarıda andığım Fransız felsefeci, eleştirmen Éric Bonnargent’un Casas Ros’a karşı yoğun bir ilgisi var. Edebiyat eleştirisi içerikli sitesinde hem kendisinin hem kendisi gibi bir eleştirmen, yazar olan Marc Villemain’in Casas Ros üzerine birçok yazısı mevcut.[20] Bonnargent, Vila-Matas’ın Casas Ros olmadığına dair yazısını değil yalnızca, Casas Ros ile buluşmasını da inandırıcı bulmaz. Bu gizemi çözmeye kararlı, bir dizi zorlukla mücadele ederek Casas Ros ile iletişime geçmeyi başarır sonunda. Birçok elektronik yazışma sonrasında, çalıştığı derginin editörünün de onaylamasıyla Casas Ros’un yaşadığı Meksika-Oaxaca’da bir barda buluşma ayarlanır. Meksika’ya beraber gittikleri Marc Villemain –Bonnargent’a göre kimilerince takma isim olduğu düşünülmektedir– içkiyi fazla kaçırınca buluşmaya gelemez. Gittiği barda karanlık olmasına rağmen Casas Ros’u tanımakta zorlanmaz. Maske takan tek kişi odur. Tuhaf; aynı öyküyü bir başka yazısında farklı anlatmış Bonnargent. Bu farklı anlatımda Villemain ile birlikte yine Meksika’da, bu kez Cuernavaca kentinde yapılan Latin Amerika edebiyatı konulu bir konferansa davet edilirler. Konferans sonrası gittikleri bir barda, bu defa ortamın sıcaklığına rağmen yüzünde bir maskeyle oturan kişi dikkatlerini çeker. İçkisini yudumlarken bir yandan da kendi kendine İspanyolca ve Fransızca konuşan bu kişi Casas Ros’dan başkası değildir. Tanışırlar. Uzun uzun edebiyattan, daha birçok şeyden söz ederler. Sonrasında yaptıkları üçlü söyleşi, sitelerinde mevcut.
Hangi anlatım olursa olsun, Bonnargent şu kanıya varmış: Casas Ros, Vila-Matas değil. Boyuna posuna, mükemmel Fransızcasına bakarak temellendirmiş bu yargısını, Vila-Matas’ın “Ben Casas Ros değilim” yazısını eleştirme nedenlerinin tersine. Hem Casas Ros da Vila-Matas ile Roma’daki buluşmalarını doğrulamış. Yine de “Antoni Casas Ros var” cümlesinin sonuna iliştirivermiş uyarısını Bonnargent: “Bu isim kesinlikle takma bir ad olsa da.”
Başta sormuştum, yüzünü bilmediğimiz birinin yaşam öyküsüne inanılabilir mi diye. Şimdi, tanıştığımız, karşımızda otursa bile yüzünü göremediğimiz birinin anlattığı kişi olduğuna inanabilir miyiz sorusu çıkıyor ortaya. Bonnargent’un, ucuna bir çengel taksa da o gün için kâni olduğu düşünce, yani Casas Ros’un var olması, Vila-Matas ile karşılaşmasına kadar tatmin edici sayılabilir.
O sıralarda bulunduğu Roma’da Vila-Matas’ın Dublinesk romanını imzalayacağını duyunca imzanın yapılacağı kitabevinde almış soluğu Bonnargent. Sıra ona geldiğinde kitabı uzatıp Meksika’da Casas Ros ile buluşmalarından bahsetmiş kısaca. Dikkatlice bakmış Vila-Matas, gülümsemiş, kitabı imzalamış. Yüzü görünmeyen, şapkalı bir figürle süslenmiş olan imza ister istemez başka çağrışımlara kapı açıyor bir anda. Vila-Matas’ın Enigma’da, ismini vermediği son kitabının çıkması vesilesiyle Roma’dayken, Casas Ros ile buluşmalarından bahsettiği sayfalar geliyor akla. Casas Ros’un da Bonnergent’a bunu doğrulaması. Bonnergent’un Vila-Matas ile yine Roma’daki bir kitap tanıtımında bir araya gelmesi, yazarın jesti ve imzanın formuysa imzalayana değil imzalatana çeviriyor bu kez gözleri. Şüphe beliriyor: Oyuna gelmiş gibi görünen, oyunu kuran olabilir mi?
Montano Hastalığı’nda şöyle yazmış Vila-Matas:
… pek çok kişi olabilirim, çeşit çeşit kaderin korkutucu birleşiminden ve türlü türlü kökenin yankısından oluşabilirim: Bir yazar belki de –içinde yaşadığım çağın koşulları bunu gerektirir çünkü– er ya da geç şansını otobiyografiden değil de kurmaca bir otobiyografiden yana denemeye mahkûmdur…
Bir yargı peşinde olmadığımı söylemiştim. Çok isimli, Bonnargent’un da dahil olduğunu düşündüğüm bir oyuna dair oldukça fazla ipucu var. İmrahor’dan alışkınız. Antoni Casas Ros’un aslında kim olduğu da önemli değil artık. Almodóvar Teoremi üzerinden kendisine dair kurduğu cümleye katılıyorum:
Tüm özüm bu kitapta. Anlatacak kişisel bir hikâyem yok. Bu Antoni Casas Ros hakkında söyleyecek hiçbir şeyim yok.
Bu sene çıkacak olan kitabıyla hakkındaki tartışmalar alevlenebilir belki yine. Türkçeye çevrilirse, Casas Ros’un yüzü olarak metne bakmaktan başka bir seçeneğim yok kendi adıma. Başa dönecek olursam, insanın bir hayatının olması için bir yüze ihtiyacı var mı gerçekten? Yazdıklarım yeter demeye getiriyor Casas Ros. Haklı belki de. Pessoa için “Bir portre ressamı olsaydı, kendi portresini nasıl yapardı?” diye sormuştu Saramago.[21] Yüzün bilinmesi de yetmiyor demek.
NOTLAR
[1] Antoni Casas Ros, Almodóvar Teoremi, çev. Öncel Naldemirci, Sel Yayıncılık, 2022.
[2] Antoni Casas Ros, Son Devrimin Güncesi, çev. Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, 2015.
[3] Jung’cu ekole dair çalışmalardan oluşan İnsan ve Sembolleri’nde geyik avının cinsel içerimine dair “Korucu” isimli şu İngiliz halk şarkısının sözleri örnek gösterilir:
Kaçırdı elinden vurduğu ilk geyiği
Öptü yendiği ikincisini
Üçüncüsü genç bir adamın kalbine kaçtı
Arasındadır o yeşil yaprakların
[4] Ayşe Arzu Korucu, “Freudyen ve Jungiyen Yaklaşımlarla Anne Olgusu”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Mart 2019, 23(1): 133-143.
[5] Carl Gustave Jung, Dört Arketip, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul, 2019.
[6] “Le Théorème d’Almodóvar d’Antoni Casas Ros: «Il suffit de regarder assez longtemps pour transformer l’horreur en beauté»”, buzz-litteraire.com
[7] Enis Batur, Kum Saatından Harfler – Sokulgan Okur İçin İçbükeyler, YKY, İstanbul, 2001.
[8] Ergun Kocabıyık, Aynadaki Narkissos-Herşey ve Hiçbirşey Olarak Yüz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2017.
[9] Éric Bonnargent, Antoni Casas Ros ile röportaj, Anagnoste.blogspot.com, Kasım 2011
[10] Antoni Casas Ros, Karanlığı Arşınlayanlar, çev. Elif Gökteke, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2019.
[11] Enrique Vila-Matas, Montano Hastalığı, çev. Seda Ersavcı, Jaguar Kitap, İstanbul, 2017.
[12] Antoni Casas Ros, Enigma, çev. Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2022.
[13] Enrique Vila-Matas, “El catalán desfigurado”, El Pais, 30 Mart 2008
[14] Xavi Ayén, “La pasarela de los escritores falsos”, Jot Down Magazine
[15] Bkz. enriquevilamatas.com
[16] Henri Michaux, Açı Direkleri, çev. Engin Soysal, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2001.
[17] Oğuz Demiralp, “Bir Başkası Olarak Kendisi”, Kitap-lık, Sayı 45, Ocak-Şubat 2001.
[18] Émile Ajar, Yalan-Roman, çev. Roza Hakmen, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2021.
[19] Robert Musil, Niteliksiz Adam 2, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019.
[20] bkz. Éric Bonnargent, “Antoni Casas Ros, Enrique Vila-Matas et moi”, anagnoste.blogspot.com
[21] José Saramago, Defterler, çev. Nesrin Akyüz, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2014.
Önceki Yazı

Zihnin geniş arazisinde bir kurmaca
“Sema Aslan, Geniş Arazide Bir Ben’de sanki kurmacadan hikâyeyi çekip alıyor, tam olarak almasa da hayli eksiltiyor, bize 'güzelce anlatma'yı ve anlatmanın içindeki hikâyeyi bırakıyor.”
Sonraki Yazı

Amerikan maksimalizmi (I):
Infinite Jest – edebi katatoni
“Çağını temsil etmeyen, tüm temsiliyet rejimlerinin çöktüğü ve her şeyin eğlenmekle bağlı ve boğumlu hale geldiği bir çağda kaleme alınmış, buna karşın kapsayıcı, kuşatıcı, basitçe atmosferik olmayı kesmeyen bir makus roman...”