Yücel Kayıran’ın “Olanakta Sabotaj” başlıklı yazısı dolayısıyla:
Eleştiri kurtarır mı?
“Bu tutukluktan, tıkanıklıktan kurtulmak, sevgili Yücel Kayıran’a mahsus olmayıp, bugün, bütün bir Türk şiirinin meselesidir. Kuralları belli olan bir mantıkla değil, ancak, şiirin mantığına sadık kalarak bir yol alabiliriz.”

Vasili Kandinski, Bir Daire İçinde Daireler, 1923 (ayrıntı). / Yücel Kayıran
Orhan Koçak’ın sıkı bir okuru olduğumu söyleyemem; hele ki Enis Batur’a yönelik sarf ettiği Özel Harp Yayınları Genel Yayın Yönetmenliği yaftası faciasından sonra, artık yayınlanacak yazılarını okumamaya karar vermiştim. Gelgelelim düşündüğüm gibi olmadı, çoktan yapılması gerektiği kanaatini taşıdığım, hatırı sayılır bir süredir enaniyet arz eden tutumlarıyla temayüz eden sevgili Yücel Kayıran hakkında kallavi bir yazı yazdı. Enaniyet diyorum çünkü Doğu Batı Dergisi’nin şiir özel sayılarında moderatör olarak tercih ettikleri ve tercih etmedikleriyle, aynı şekilde bu sayılara yazdığı eşik-söz’de sayıların hazırlanışında bütün emeğin adeta kendisine ait olduğunu vurgularcasına tevazu gösteremeyeceğini beyan etmesi, eminim benim gibi birçok şiir okurunun tepkisini çekmişti.
Sadece ben değilim, Orhan Koçak da değerli şair Yücel Kayıran’ın enaniyetinden dem vuruyor yazısında; zaten Kayıran’ın ‘övüngen’ söylemine hayret ederek başlıyor yazısına. Çünkü poetika yazmak bir iddia ortaya koymaktır, Koçak’ın sözünü ettiği gibi ‘iddialar’ ve ‘imkânlar’ arasındaki makas tam da burada durmadan açılmaktadır: Okurunu yakalayamayan şair, şiirine yakınlık duymadığı için “şiirsel kamuoyu”na kızıyor. Bu aslında ne zamandır gündemde tutunamayan, konuşulması ihmal edilen bir konuydu. Fakat Kayıran böyle bir imkânı vesile bilip verimli bir açılım sürdürmek yerine doğrusu son derece duygu yüklü, kırgın, sitemkâr bir yazı yazdı. Spinozacı bir şair olduğu mu dersiniz, Koçak’ın maksadını üstünkörü nakledişleri mi dersiniz, hatta muhatabının bu vesileyle kendisinden nefret ettiğini fark etmesi ve dahası muhatabının yönteminin bir Erdoğan siyaseti olduğunu ciddi ciddi ikrar etmesi mi dersiniz, –aman Yarabbi–, bütünüyle hisli, içlenmiş bir karşılık vererek açılımı güdülecek bir konuyu elinin tersiyle itmiş oldu. Bazen olup olmadık yerde bir çıban gibi patlayan üslubundan hazzetmesem de kıymetli eleştirmen Orhan Koçak’la bir empati kurduğumu, aldığı yanıt karşısında düşündüklerinin onda yarattığı sıkıntıyı etimde kemiğimde duyduğumu itiraf etmeliyim.
Yücel Kayıran, yazısında, 2000’lerde yazılmış poetika metinlerinin Şubat 2003’te yayımlanan Felsefi Şiir’den sonra boy gösterdiklerini de söylüyor, bunların çoğunun ise sağ ve İslami kesimden geldiğini belirtiyor. Mesela Prensesleri Geri Çağırın gibi tuhaf, niçin yazıldığı hususunda şairinin dahi iler tutar bir gerekçesinin olmadığı bir şiirin müellifinin öncülü olmakla mı övünüyor Kayıran? Şayet böyleyse, iktifa ettiği ölçü, önem atfettiği kriter buysa, Allah selamet versin, söylenecek her şeyi bu esef verici tutumuyla sönümlemiş olur, fakat kendisini bunun ötesinde bir iddia taşımaya adamışsa ‘imkânlar’ ve ‘iddia’ların atbaşı ilerlemesi ve Türk şiirinin bulaklarını, beslendiği hassasiyetleri iyi tespit etmesi gerekir. Ancak Koçak’a karşılık olarak yazdığı yazısının bir dipnotunda, bunun tam aksine, şiirde yapılması beklenen şeyi eleştiriden medet umduğu kanaatini uyandırıyor:
Ankara’ya bir gelişinde, (2007 olabilir) Kızılay’daki Tavukçu’da oturmuştuk; Mehmet Taner, Orhan Koçak ve ben. Gecenin ana sorusu şuydu: “Neden eleştiri yazıyorsun; şairsin sen?” Ses tonundan, bir soruyu değil, bir sorunu dile getirdiği anlaşılıyordu. Turgut Uyar ya da Cemal Süreya niçin yazmış ise, ben de onun için yazıyordum. Dert edindiğim bir problemim vardı. Yalandan nefret ettiğim için de olabilir. Gerçeğin üzerindeki ideolojik perdeyi, daha doğrusu yalan dolanı, maskeyi indirmeyi seviyordum.
Kayıran naklettiği bu anekdottan tam olarak ne anlıyor bilmiyorum ama ben burada iki kıymetli ismin kendisine açık yüreklilikle meselenin özünü anlatmaya çalıştıklarını görüyorum. Ne kadar da güzel ifade etmişler hani: “Neden eleştiri yazıyorsun; şairsin sen?” Daha açıkçası, ‘Şiirde tekemmül edecek meramını niçin düzyazı uğrunda heba ediyorsun?’ demişler, daha da açıkçası “Be cancağzım şiirin olmadığı yerde teorinin sefaleti başlar,” demek istemişler. Sanıyorum Yücel Bey’in Koçak’a aynı güçte ve düzeyde bir karşılık verememesinin altında biraz da burada yatan, bir türlü aşamadığı kanaatini canlı tutan tutukluğu sebep olmuştur: Şiirin hasıl edemediği zemini eleştiriyle oluşturmak… Peki ya eleştiri böyle bir yetkinliği haiz mi? İnsanın kaçınılmaz olarak ‘biz’ ve ‘onlar’ ikilemine ayarlı olduğunu düşünüyorum. Eleştiri ‘biz’ içinde vuku bulan bir şeydir, ‘o’ (öteki) addedilen şey eleştirilmez, değillenir. Şiir yerine eleştiri yoluyla bir zemin oluşturmanın vara vara varacağı yer elbette salt kendi sığ şiir anlayışının olumlanması olacaktır.
Bu tutukluktan, belki de tıkanıklık demek daha doğru olur, kurtulmak, sevgili Yücel Kayıran’a mahsus olmayıp, bugün, bütün bir Türk şiirinin meselesidir. Kuralları belli olan bir mantıkla değil, ancak, şiirin mantığına sadık kalarak bir yol alabiliriz.
Önceki Yazı

Polemikçimizin yeni salvosu
“Yücel Kayıran, son çeyrek yüzyıldır şiir alanının birkaç öncüsünden biri. Poetikası ve esas olarak hayli geniş olan “felsefi şiir” kavramına kazandırdığı özgül anlam küçümsenebilecek gibi değil. İddiacılığa hiç ihtiyacı yok, ama şiir dışı yazıları iddia kipiyle dolu.”