Yeji Y. Ham ile söyleşi:
“Sıradan hayata, ritüellere, hafızaya sızan bir ağırlık...”
“Benim için yolculuk ne basitçe özgürleşmekten ne de hapsedilmekten ibaret. Bu ikisinin arasında yaşamakla ilgili. Romanın etrafında dönüp durduğu şey de bu arada kalmışlık hali: Savaşın gölgesinin insanları nasıl geçmişle bugün, umutla korku, hareketle kısıtlanmışlık arasında bıraktığı.”
Yeji Y. Ham / Kore Savaşı sırasında Haengju kentinde siviller, 1951.
Kore asıllı Kanadalı yazar Yeji Y. Ham’ın Görünmez Otel romanı, bitmek bilmez Güney Kore-Kuzey Kore savaşına dair karakterler, yaratılan atmosfer ve olay örgüsüyle travma miraslarını anlatan çarpıcı bir ilk roman olarak yayımlandı. Görünürde sonu olmayan bir savaşın devam eden insani sonuçlarını irdeleyen Görünmez Otel, Güney Kore’deki köyünde sıkışıp kalmış, korkunç rüyalarla ve dehşetlerle boğuşan, ülkesinin gerçekleriyle ve yeni yeni anlamaya başladığı mirasıyla yüzleşmek zorunda kalan genç bir kadının gözünden anlatılıyor. Çağdaş Kore edebiyatının yeni nesil yazarlarının arasına güçlü bir hikâyeyle giriş yapan Yeji Y. Ham ile konuştuk.
British Columbia Üniversitesi’nden yaratıcı yazarlık alanında lisans, Brown Üniversitesi’nden edebi sanatlar alanında yüksek lisans derecesi almışsınız. Edebiyatla bağınızı ve edebiyata olan ilginizin, sevginizin dünyayı yorumlamakta, tecrübe etmekte sizi nasıl etkilediğini konuşarak başlayabilir miyiz?
Ben küçükken annem eve sık sık kutu kutu kitap getirirdi ve kız kardeşimle ben onları kapmak için mücadele ederdik – sanki kapağı ilk açan, orada anlatılan hayatı miras alacakmış gibi. Benim için edebiyat bir çalışma konusu olmaktan ziyade bir açlık olarak başladı: Hikâyeye kız kardeşimden önce ulaşmaya, kitabın kapısını açtığı dünyayı ele geçirmeye dair bir açlık.
Bu açlık daha sonra beni huzursuz eden, dünyanın bulundurduğundan daha fazlasını içerdiğini öne süren kitaplarda yankısını buldu. Petersburg sokaklarında yürüyen bir burun (Gogol), böcek olarak uyanan bir adam (Kafka), dört yıl boyunca yağmur yağan bir kasaba (García Márquez) – bu hikâyeler benimle kaldı. Sıradan olanı titreştirdiler, sanki yüzeyinin altında başka bir gerçek yatıyormuş gibi. Bu görme biçimi benim yazım tarzım haline geldi: Gözden kaçanlara, konuşulmayanlara, görülmeyenlere –sıradan bir küvetin bile asla taşımaması gereken şeyleri nasıl taşıyabileceğine– dikkat çekmek. Bu vizyonu hâlâ her sayfaya ve hayatıma taşıyorum.
Kanadalısınız, fakat kökenleriniz itibariyle Korelisiniz. Dünya edebiyatında Koreli yazar olarak var olmak özellikle 2000’li yıllarla beraber fark yaratmaya başladı. Yeni nesil yazarlar hem tüm tematik yapısıyla hikâyelerin farklı noktalarına değinmek istediler hem de ayrıca atalardan savaşla, diktatörlükle, soykırımla gelen, kuzey ve güney olarak ikiye bölünmüş mirasın hikâyelerini bambaşka yönleriyle ele aldılar. Yeni nesil Koreli yazarlar nasıl travmalar yaşandığını değil de, nasıl travmatik miraslara maruz kaldıklarını anlatmaya başladılar desem, ne söylemek istersiniz?
Seul Tren İstasyonu'nda bir televizyonda Kuzey Kore'nin füze fırlatmasının görüntüleri, 18 Eylül 2024. Fotoğraf: AP Fotoğrafı/Ahn Young-joon
Ailem ben küçükken Kanada’ya taşındı ama savaş bizi hiç terk etmedi. Akrabalarımızla yaptığımız telefon görüşmelerinde, Kuzey’in her füze atışında artan korkuda yaşamaya devam etti. Yıllar sonra kız kardeşim Kore’ye döndüğünde, bana, “Burada ne olursa olsun, orada güzel yaşamayı sürdürmelisin” demişti. Sözlerinde hem sevgi hem de teslimiyet vardı; aramızda bir okyanus olsa bile korkunun ikimiz için de ortak olduğunu hatırlatıyordu.
Benim kuşağımdan yazarların travmanın kendisi hakkında değil, mirası hakkında yazdıklarını söylediğinizde bunu anlıyorum. Biz savaşları birinci elden yaşamadık ama savaşın bitmemiş halinin içinde yaşıyoruz – hiçbir zaman gerçekten sona ermemiş, her zaman geri dönme tehdidi olan bir çatışma bu. Bana miras kalan şey olaylar değil, onların kalıntılarıydı: Sıradan hayata, ritüellere, hafızaya sızan bir ağırlık. Bu romanı yazarken o görünmez ağırlığa bir şekil vermek istedim; tarihin yeniden anlatımını yapmak değil, günümüzde baskısını sürdürme biçimini anlatmaktı hedefim.
İlk romanınız Görünmez Otel’i yazmaya nasıl karar verdiniz? Sizi ilk romanınızı yazmak üzere masanızın başına oturtan ana sebepler neler oldu?
Görünmez Otel
çev. Sevinç Erzurumlu
Timaş Yayınları
Ağustos 2025
304 s.
Kitap son derece kişisel bir sebepten doğdu. İlk doğum günümde büyükbabam vefat etmiş. O günden sonra her doğum günüm onun mezarı başında, o toprak yığınının etrafında toplanan ailemle birlikte geçti. Çocukken doğum günlerimi çalan bu yabancıyı merak ederdim. Daha sonra babamdan onun bir Kuzey Koreli olduğunu, savaş sırasında işkenceye maruz kalıp kaçtığını, geride karısını ve bir daha hiç görmediği üç çocuğunu bıraktığını öğrendim. Bu mirastan –bölünmüşlükten, kayıptan– yola çıkarak Görünmez Otel’i yazmaya başladım.
Görünmez Otel’in Kore tarihinin korkularını ve travmalarını günümüze taşıdığını söyleyebilir miyiz? Çünkü dünya tarihinde bitmemekle nam salmış bir Kuzey ve Güney Kore savaşı var. Bireysele odaklanarak Yewon isimli bir kadının hikâyesini bu yüzden mi anlatmak istediniz?
Kore Savaşı’ndan sık sık tarih olarak bahsedilir, ancak bu bitmemiş bir çatışmadır ve her zaman geri dönme tehdidini barındırır. Görünmez Otel’in bu ağırlığı günümüze taşımasını istedim – politika aracılığıyla değil, bir kadının hayatı aracılığıyla.
Yewon yirmili yaşlarında, normal bir hayata özlem duyan genç bir kadın. Ancak bölünmüş bir ülkede doğmuş. Hiç çatışmaya girmemiş ya da düşman askeriyle karşılaşmamış olsa da, savaş ona parçalar halinde ulaşmakta: Kuzey’den gelen bir füze, ailesinin sessizliği, askere alınan bir erkek kardeş, atalarının kemiklerini temizleyen ve çocuklarının güvenliği için dua eden bir anne, yas tutma yükünden kaçan bir kız kardeş. Bu parçalar onu savaştan kurtarmıyor. Aksine, ona savaşın hâlâ beklediğini ve hayatına girmeye hazır olduğunu hatırlatıyorlar.
Yewon’u takip ederek savaşın sadece tarih kitaplarında olmadığını ya da muharebelerle ölçülmediğini göstermek istedim. Sıradan evlerin mahrem odalarında, bitmeyen kederde, nesiller boyunca tekrarlanan ritüellerde, tek bir kişinin taşıması gereken görünmez ağırlıkta savaşlar varlığını sürdürür.
Romanı görünmez bir otel imgesi üzerine kurgulamanızın sebebini anlatmak ister misiniz? Üstelik baş kadın karakter Yewon’un rüyalarında ortaya çıkan ve tüm kapıları kilitli bir otel burası.
Otel imgesini seçtim, çünkü hem tarihsel hem de psikolojik bir ağırlık taşıyor. Görünmez Otel kısmen Seul’deki Chosun Otel’den esinlendi. Burası şehrin en eski otellerinden biri ve hâlâ Kore’nin karmaşık tarihinin izlerini taşıyan bir yer. Ne de olsa otel geçici bir yerdir, gidilecek yerler arasında bir duraktır, asla kalıcı bir ev değildir. Ancak romanda bu geçicilik hissi kalıcılığa dönüşüyor: Kısa bir durak olması gereken yer sonsuza uzanıyor. Kore Savaşı da böyledir – on yıllara yayılan bir savaş ve bir son sanılan bir ateşkes. Otel bu duraklamanın bir sembolü haline geldi: Terk edilmiş, boşaltılmış, koridorları zamanla yıpranmış, içinde insanların hâlâ beklediği bir yer.
Oteli merkeze yerleştirmek, tüm bu çelişkileri tek bir mekânda tutmamı sağladı. Koridorları boş, odaları harabe halinde; güvenlik değil, huzursuzluk hâkim. Yewon çıkmak istiyor ama tüm kapılar kilitli. Elinde tek bir gizemli anahtar var ve onunla kendi odasını bulması gerekiyor. Bu görüntü aklımda kaldı – kaybolma ve yerinden edilmeyle şekillenen bir yapının içinde bile kendine ait bir alan talep etme ihtiyacı var.
Yewon’un hikâyesi hem şimdinin, güncelin içinde yol alıyor hem de geçmişin hayaletleri, gölgeleri arasında kendine çıkışlar arıyor. Vizyonu geniş bir kadın aslında; yapmak istediği şeyler var. Yewon’u yaratma, onu etiyle kemiğiyle var etme ve ona tüm geçmiş travmalara rağmen bir vizyon yaratarak onun hikâyesini yazma süreci nasıl ilerledi?
Yewon özgürlüğü arzulayan ama tamamen kendisine ait olmayan bir korkuyla yaşayan bir kadın. Geçmişin gölgelerini taşırken bir yandan da daha geniş bir geleceğe uzanıyor, hatıralar ve olasılıklar arasında sıkışıp kalıyor. Başlangıçta onu tam olarak göremedim. Kendini ancak hikâye ilerledikçe gösterdi. Onu keşfederken, kendi geride bıraktığımı sandığım anılarımın yeniden canlandığını fark ettim – kız kardeşim ve ben babamızın bir an önce kırk iki yaşına gelmesini diliyorduk, böylece savaş çıkarsa askere alınma yaşını geçmiş olacaktı. Bir yandan ailemiz parçalanma ihtimaline karşı sessizce bir buluşma yeri üzerinde anlaşıyordu. Bu korkuları geride bıraktığıma inanıyordum ama Yewon aracılığıyla geri döndüler. Ben yazdıkça o değişti, ama daha da fazlası, o da beni değiştirdi – beni savaşı bir kenara bırakmaya çalışan birinden, onun varlığıyla yüzleşmeye ve gerekli dürüstlükle yazmaya istekli birine dönüştürdü.
Yewon’un annesi, ablası ve Bayan Han var. Görünmez Otel için birkaç nesli kapsayan kadınların hikâyesini anlatıyor diyebilir miyiz? Çünkü hem Yewon’un kendi hikâyesi çok güçlü hem de diğer neslin kadınları, özellikle annesi ve Bayan Han ile ilişkisi çok güçlü bir rota üzerinden anlatılıyor.
Yewon’un hikâyesi etrafındaki kadınlardan ayrıştırılamaz. Yewon kederin ve ritüellerin fiziksel olarak hissedildiği bir evde büyür. Annesi atalarının kemiklerine gömülmüş, onları temizliyor ve cephedeki oğlu için dua ediyor; sanki bu günlük tekrarlanan hareketler onu güvende tutabilirmiş gibi. Bir zamanlar Kuzey’den kaçmış olan Bayan Han, asla geri dönemeyeceği bir evin acısını taşıyor; hayatı kayıplar kadar hayatta kalma çabasıyla da tanımlanıyor. Yewon’un Seul’deki kız kardeşi yas tutmanın yükümlülüklerinden uzaklaşarak bu ağırlığın tamamen dışına çıkmaya çalışıyor. Ve en yakın arkadaşı Min, gündelik hayatın en küçük eylemlerine tutunuyor, –tırnaklarını boyuyor, başka bir gelecek hayal ediyor– ancak bu sıradan alanın bile ritüel tarafından tüketildiğini görüyor.
Bu kadınların her biri için çocuk meselesi farklı şekillerde su yüzüne çıkıyor: Nasıl korunmalılar, nasıl yas tutulmalı, korkularla birlikte nasıl yaşanmalı… Yewon kendini bu seçimlerle ölçmekten alıkoyamıyor. Savaşın mirasını üzerine alıyor ve anne olursa neyi çocuğuna aktarıp aktarmayacağına da kendisinin karar vermesi gerekeceğini biliyor. Tüm bunlar onu geçmişten kurtarmıyor. Bunun yerine ona savaşın çözülmemiş olduğunu, asla bitmediğini ve gelecek hayallerini tehdit ettiğini hatırlatıyorlar.
Yewon’un Bayan Han ile yaptığı yolculuğu ve bu yolculuğun romana katkısının önemini konuşmak istiyorum. İki kadının yolculuğu, kötü olanı arkada bırakarak bir tür uzaklaşma, özgürleşme yolculuğu olarak da okunabilir; fakat bir sınır hapishanesinde Bayan Han’ın kardeşini ziyarete gittikleri için hapsedilmişlik imgesinin de ön planda olduğu bir yolculuk bu. İki kadının yolculuğunu nasıl yorumlarsak doğru bir yorum olur?
Yolculuğun iki gerilimi de barındırması gerekiyordu: Kaçış ve tutsaklık. Yewon için bu yolculuk evden ayrılmak ve şehirde başka bir hayat hayal etmek için bir şans gibi geliyor. Bayan Han içinse geçmişinin ağırlığını taşıyor: Bir zamanlar Kuzey’den kaçmış, açlık ve dehşeti geride bırakmış, ancak Güney’e tek başına, ailesi olmadan varmıştı. Şimdi bu yolculuğa kardeşini tekrar görebilmenin kırılgan umuduyla çıkıyor, ancak daha önceki kaçışının travması hâlâ bu umudu gölgeliyor. Aralarındaki konuşmaların çoğu arabanın içinde gerçekleşiyor. Araba ilerleyen ama aynı zamanda onları hapseden bir alan; bu yüzden yolculuk özgürlük ve hapsedilme arasında asılı kalıyor. Hapishaneye ulaşmaları bu paradoksu keskinleştiriyor: Hareket, yeniden bir araya gelme umudunun imkânsızlığa dönüştüğü, tutsaklıkla tanımlanan bir yerde sona eriyor. Benim için yolculuk ne basitçe özgürleşmekten ne de hapsedilmekten ibaret. Bu ikisinin arasında yaşamakla ilgili. Romanın etrafında dönüp durduğu şey de bu arada kalmışlık hali: Savaşın gölgesinin insanları nasıl geçmişle bugün, umutla korku, hareketle kısıtlanmışlık arasında bıraktığı.
Romanın kadınları olduğu kadar, erkekleri de önemli. Yewon’un kardeşinin orduda olması ve ondan haber alabilmenin zorluğu, Bayan Han’ın kardeşinin sınır hapishanesinde olması… Savaş boyunca kadınlar yok sayılmış, fakat sistem erkeklerin üstünden de çok kötü geçmiş. Savaşın şiddetinin sınırı bu anlamda yok, çünkü insan olarak kimsenin değeri yok. Bu durumu erkek karakterlerin hikâyelerini okuduğumuzda görüyoruz diyebilir miyiz?
Romanda erkekler de savaşın şiddetinden kurtulamıyor. Yewon’un erkek kardeşi askere alınıyor, gençliği zorunlu görevde tükeniyor. O, ülkenin dört bir yanında daha yaşamaya başlamadan ölüme hazırlanmaya zorlanan sayısız genç erkek arasında yer alırken, annesi evde kalıp korkunun sürekli ağırlığını taşıyor. En çok da yokluklarıyla var oluyorlar; ailelerinden, kurabilecekleri geleceklerinden koparılıyorlar.
Bayan Han’ın erkek kardeşi başka bir kayıp türünü gözler önüne seriyor. Yıllar süren özlemin ardından onu kavuşmada değil, bir hapishanede buluyorlar; tekrar buluştuklarında artık çok geç oluyor. Alınan şey geri getirilemez; geriye kalan başka bir kopuş, mühürlenmiş başka olasılıkları barındırır.
Benim için savaş kendini muharebelerden çok bu kırılmalarda gösteriyor: Kırılan hayatlar, kopan ilişkiler, engellenen olasılıklar. Kadınlar sessizlik ve keder içinde beklerken, erkekler göreve, esarete ve belirsizliğe mahkûm ediliyor. Savaş zaman içinde askıya alınmış bir şekilde devam ediyor; şiddeti kimseyi affetmiyor.
Hangi ülke edebiyatını daha çok tercih ederek okuyorsunuz? Hangi yazarları severek okuduğunuzu da sormak istiyorum.
Bir ülkenin edebiyatını diğerine tercih edebileceğimi sanmıyorum – sınırların ötesinde okumak beni cezbediyor. Beni harekete geçiren şey, çocukken hissettiğim açlığın aynısı: Her kitabın başka bir hayata açılabileceği hissi. Çeviri metinler sadece yazarın değil, çevirmenin de sesini taşıyarak bu hissi artırıyor; böylece okuma eylemi diller arasında, dünyalar arasında bir geçiş haline geliyor.
Son zamanlarda deneysel Çinli yazar Can Xue’yi, Bruno Jasieński gibi Polonyalı sesleri ve Miyuki Miyabe gibi Japon yazarları okuyorum. Orhan Veli ve Bilge Karasu gibi Türk edebiyatçıları keşfetmekten de büyük keyif aldım.
Beni okumaya iten şey farklılığa duyduğum açlık – her kitabın kendi kültürünün ve tarihinin ağırlığını taşıdığı ama yine de sınırların ötesine, ortak bir şeye seslenmenin bir yolunu bulduğu duygusu.
Yeni roman çalışmalarınız var mı?
Şu anda iki proje üzerinde çalışıyorum. Biri, bir adamın bir okyanusu sürüklemesi ve arkasında bir çocuğun yürümesiyle başlayan bir roman. İnancın nasıl oluştuğu, kırıldığı, çarpıştığı ve ağırlığının gençlerin üzerine nasıl çöktüğü hakkında bir hikâye. Diğeriyse bir mezarı çevreleyen çam ağaçlarından oluşan bir orman için kullanılan Korece bir kelime olan Doraesol adını taşıyan bir kısa öykü koleksiyonu. Her iki eserde de –yeryüzünde sürüklenen okyanuslar, bir şehre doğru yürüyen çam ağaçları– aynı soru devam ediyor: İnanç ve ölüm içimizde nasıl hareket ediyor ve nasıl geride bıraktığımız miraslara dönüşüyor!
Önceki Yazı
Taksitle Ölüm: Karnavalesk bir komedya
“Burroughs, Sade, Genet gibi yazarların aksine, aşırılıkları içselleştirilme gayreti içine girmez Céline. Kahramanımız Ferdinand ne yapıyorsa zoraki yapar; eyledikleriyle bir türlü özgürleşemez; hiçbir hürriyet söylemine sahip değildir.”
Sonraki Yazı
Şiir ve renk,
Emily Dickinson ile Mary Cassatt
“Şiirin ressamı ve resmin kadın şairi daima nefes aldıkları sanatlarına sarılırlar. İkisinin de yaşadığı görme problemleri ya da yaşamın sevdiklerini ellerinden bir bir aldığı acı, onları işlerinden alıkoyamaz. Çünkü onlar birer kâşiftir…”