Yaşlanmanın Feminist Deneyimi
“Yaşlılığa 'kadınca' bakışın değişik yüzlerinden oluşuyor Yaşını Gösteren Kadınlar: Kabuğuna çekilme, kendini başıboş bırakma arzusu, dayanışmaya sarılma…”

Kitap kapağından ayrıntı: Hans Christian Andersen'in "Domuz Çobanı" adlı masalı için Lisbeth Zwerger'in yaptığı suluboya resim.
Bremen Mızıkacıları’nı kim bilmez? Yaşlandığı için eşeğinden kurtulmak isteyen bir değirmenci, değirmencinin kötü tutumuna dayanamayıp müzisyen olmayı, Bremen’e kaçmayı kafasına koyan bir eşek, eşeğin kaçarken, avlanamayacak kadar ihtiyarladığından sahibinin aşağılamalarına katlanamayan bir köpeği, ardından bir kediyi ve bir horozu da yanına alıp Bremen’de müzisyenlik yapmaya ikna etmesi… Bremen yolunda bir akşam bu dört hayvan hırsızların işgal ettiği bir ev keşfeder, eve yerleşerek geri kalan günlerini huzur içinde geçirmek için ayaküstü bir plan yaparlar; evin penceresine yaklaşıp en altta eşek, üstünde köpek, üstünde kedi, onun üstünde de horoz şeklinde bir canavar silüeti oluşturur ve aynı anda bağırmaya başlarlar. Bu canavar silüetinden ve bu bağırış çağırıştan korkan hırsızlar evi onlara terk eder ve bir daha asla geri dönmezler.
Masal bize, bütün hayatları boyunca emek harcayan, sömürülmediği noktadaysa hiç düşünmeden feda edilen hayvanların, korkularının üstesinden yaratıcılıkları, dayanışmaları ve azimleri sayesinde nasıl geldiklerini anlatır. Yaratıcılık demişken, herkes gibi ben de en yakınımdakine, solak olması, motor becerilerini bana ters gelen bir karmaşıklıkla gerçekleştirmesi yüzünden neyi nasıl yaptığını bir türlü anlayamadığım anneme getireyim meseleyi. Elimde bir iş görürken göz ucuyla bakıp: “İki ucunu tek kat yapıp çeksene” uyarısıyla mesaimin bir anda kolaylaşmasına, hızla batırıp batırıp çıkardığı örgü şişlerinin darbeleri arasında: “İşte şunu şuraya bunu buraya, aha bak, aha işte bu” derken hemen anlayacağımı düşünmesine, ağzının bir köşesine sıkıştırdığı sigarasıyla çorba karıştırmasına ya da çamaşır asmasına. 83’ünü sürüyor, ama onun “değişik bakış açısı”, bilgiyi edinme yöntemindeki içgüdüsel rahatlığı, ne iş yaparsam yapayım, “Acaba o nasıl yapardı?” ikirciğini yaratıyor bende.
Ama ne zaman yaşlanır insan? Dünya sağlık örgütünün belirlemesine bakılırsa, 65 yaşını geçtikten sonra mı? Yaşını Gösteren Kadınlar bir “erginlik” çağına odaklanıyor daha çok. 30’lardan itibaren 40’lı yaşlara “daha vaktim var” edasıyla, dürbünün dar ucundan geniş tarafa bakarken, 50’lerle birlikte ansızın idrak edilmeye başlanan yıpranmalar…İdrar kaçırma pedleri, dizlikler, bandajlar, korseler, bileklikler, bastonlar, yürüteçler, işitme cihazları, ayakkabı küçültücüler, el tutamaçları henüz ortalarda yok. Gerçi çoğumuz ölümle, ölüm ve üzüntüyle bağdaştırdığımız bu yıpranma aşamasından sonrasını düşünmekten kaçınırız. Peki Annie Ernaux, Seneler’i 68 yaşında yazmadı mı? Nathalie Sarraute, Çocukluk’u 83, Marguerite Yourcenar, Zenon’u 68, Madeleine Chapsal en güzel öykülerini, tiyatro oyunlarını 85, Claudie Hunzinger, Femina ödüllü romanı Un chien à ma table’ı 82…
Simone de Beauvoir da Yaşlılık’ı 1970 yılında, 68 yaşında, tüketici patlamasının ortasında yazdı: Yaşlılar varlıklarını inkâr eden, hiçbir faydalarının olmadığına onları ikna eden sistem ve toplum tarafından yoksullaştırılıyor, hakları gasp ediliyor, görmezden geliniyordu. Satın alma gücünün temel sosyal gösterge olduğu bir toplumda yaşlılar ayrı bir sınıftı ve fiziksel gerileme kişinin ait olduğu sosyal sınıfla bağlantılıydı. Bir yanda biyolojik, diğer yanda kültürel bir olgu olarak yaşlılık vardı. Beauvoir’ın serzenişlerine katılan Didier Eribon, 2023’te kaleme aldığı, ev kadını ve işçi olan annesinin hayatını, yıllar içindeki fiziksel çöküşünü ve gelişinden birkaç hafta sonra öldüğü bir yaşlı bakımevine yerleştirilmesini anlattığı kitabı Vie, vieillesse et mort d’une femme du peuple’de onun bu düşüncelerini somutlaştırır: Başından beri kendisine hiçbir şey sunulmayan bir kadın, annesi; yaş aldıkça toplumsal yaşamdan silinen bu annenin yaşamı ve onun gerçekliği. Bireyi, onun arzularını ezen totaliter bir dünya… Ve hiç değişmeyenler: Sağlık personelinin, bakıcıların ve diğer profesyonellerin yetersiz olduğu huzurevleri, yaşlılara kötü muamele, bakım kurumlarındaki kaynak yetersizliği, bu kırılgan insanların sırtından kâr düşüncesi, bir araya gelip sendika kuramayan yaşlı hakları savunucuları.
Eribon’un yabancısı olmadığı benzer sorunlar kadınların ağzından, mektup şeklinde ilerleyen Yaşını Gösteren Kadınlar’da da ifade ediliyor:
“Öte yandan biliyorum ki örgütlenme, özellikle yaşlı feministler ve LGBT+’lar için hayati önem taşıyor. Zira memlekette bakım ve destek hizmetleri tamamen aile temelli inşa edilmiş durumda. Yaşlılara ve hastalara bilhassa kız çocukları bakmakla yükümlü tutuluyor. Peki ya benim gibi anti-natalist bireyler ne yapacak? Yarın hastalandığımda ya da daha da yaşlandığımda atanmış ailemden kimse olmayacağına göre bakım ve desteğe nasıl ulaşacağım?” (“Feminist Köyleri, Komünleri Kuvveden Fiile Çıkarmak”, Evren, s. 157)
Ama bakım emeğini sorgulayan ya da bunu kendi hayatlarının büyük bölümünü işgal etmeyecek denli sınırlandıran kadınlar bu kez başka hangi duygusal yükleri üsteniyorlar?
“Ben taammüden annemle bakım alan-veren ilişkisini sadece zorunlu hallere bırakıp, gündelik bakım emeği işini erkek kardeşime delege ederek annemle uzun süre yetişkin ilişkisi kurma denemelerime giriştim. Fakat işte yaşlılık öyle bildiğimiz bir süreç değilmiş. Babamın artık annemin hayatında olmaması (ölüm) annemi bize doğrudan bağımlı kılmıştı. Çok huzursuzdum. Öyle delege ederek kafadan silinmediğini, yaptığımı çok savunmama rağmen içimin sıklıkla ezildiğini, bazen küçük suçluluk belirtileri bile gösterdiğimi fark ettim. Oysa tüm yaşamı kadınların suçluluk duygusundan kurtulmasına dair organize etmeye çabalayan bir ideolojiye sahip değil miydim? (“Serüvenci Yaşlılık”, s. 151, Evun)
Bremen Mızıkacıları adalet duygumuza hitap ediyor ve bizi, başka duyarlı varlıklara merhametimize kalmış köleler gibi nasıl davranabildiğimizi yeniden düşünmeye buyur ediyordu. Ama bir yandan da hayvanların itirazında temsil edilen, bugün bize sunulan aşırı sömürüden, aktif hayattan kaçışın, daha az zahmetli bir hayata başlama daveti olarak görülen emekliliğin alegorisiydi; birleşip dayanışarak kendilerini sevdikleri uğraşlara, müziğe, isterlerse aylaklığa hasredeceklerdi. Artık işe yaramaz olduklarına hükmedilen bu hayvanlar ölümü beklemeyi, içlerine kapanmayı reddediyor, zamanımızın çarpık bakış açısıyla başkaları değil, kendileri üzerinden deneyimliyorlardı yaşlılığı. Yaşını Gösteren Kadınlar’da yaşlanmak, yaş almak, olgunluk kazanmak, bilgelik ve bilginin edinilmesi derken, yaş ve getirdiklerinden kaynaklı deneyimlerini yine “birlikte” düşünüyor kadınlar. Mektuplar, yaş kemale erdikçe bunu inkâr eden, sırtımızı dönen bizler için güzel örneklerle, yüzleşmelerle dolu.
“Avantajları var mı yaşlılığın diye de çok düşünüyorum. Yani bilmiyorum nasıl bir avantajı olabilir… Bilme, anlama, bağlantılar kurmada artan beceri ve önceki deneyimlerin, bazılar acı verici olsa da, rehberliğiyle bunları daha erkenden görme imkânı?
Tabii yaşla ilgili düşünürken, sürekli bir geçmişle, geçmiş olaylarla bağ kurma, aradan geçen sürenin ne kadar olduğuna ve etkilerine takılma gibi şeyler kafama takılıyor ve heyecanlanıyorum. Aslında yaş almak bu mu acaba diye düşünmeden edemiyorum olayları hatırladıkça. Aradan geçen süre bir yandan heyecanlandırıyor beni ama bir yandan da aslında bir şey anlatıyor sanki… Kuşaklar arası çatışmayı, farklılaşmayı, en hafif deyimiyle birbirini anlamama halinin nasıl bir şey olduğunu hissettiğim, hatta çok iyi anladığımı düşündüğüm bir bakış verdi bana… Örneğin 12 Eylül deneyimi… Gençliğimiz değil mi?
Bu hissedişe yaşa ilişkin algı diyebiliriz belki de. Aslında diğer yaşlara ilişkin algımız bulunduğumuz yaşla çok ilgiliymiş gibi geliyor bana… Yaşadıkça, yani yol aldıkça her şey daha yakın geliyor sanki… 40 yaşında biri artık çok genç biri gözünde. Ama 70 yaşındaki biri de öyle artık…
İşte böyle dönüp dolaşıp yine kabullenişe geliyorum… Yapabilirliğini, yapabildiğin kadarını kabul etmek… Biteceğini kabul etmek. Yaşamın ya da yaşının gerçekliğiyle yüz yüze gelmek aslında. Böyle olduğunda biraz daha sakinleşebilir miyiz acaba? (“Geçip Gitmekte Olanlar, Gülsen”, s. 131-132)
Gülsen’in son paragrafta söylediklerini Çiçero’ya bağlamamak olmaz; bütün hayatımız boyunca bilinçsizce de olsa ölüm düşüncesiyle yaşarken, yaşlılıkta bunun geldiğini, bir bitişe doğru gittiğimizi görecek vaktimiz olur der filozof. Ölümün yaklaşmasına hazırlanmanın gerekliliğini, ondan korkmamak için onu küçümsememeyi de ekler:
“Bence sonu olan bir ömür uzun sürmüş sayılmaz. Çünkü sona varılınca geçmiş zaman akıp gitmiştir; elde kala kala erdem ve dürüstlükle kazandığın şey kalır. Ya öyledir, saatler geçer gider, günler, aylar, yıllar hepsi geçer ve geçmiş zaman hiç geri gelmez. Geleceği de bilemezsin. Bize verilen ömür ne kadar olursa olsun, hoşnut olmak gerek. Bir oyuncunun hoşa gitmesi için oyunun bitmesine gerek yoktur, oynadığı perdede beğenilmesi yeter; işte bilge bir insan da yaşamının alkışlanmasına kadar yaşamak zorunda değildir. Çünkü bir ömür, kısa da olsa iyi ve onurlu olarak yaşamaya yetecek denli uzundur…”
Bir taraftan yaş konusuna verdiğimiz anlam, bir taraftan belli yaş insanlarının ekonomik, fiziksel, ruhsal bakımdan yaşadıkları, etraflarındakilerin onlara yaşattıkları ve yine onlara yönelik “muhtaç, hasta, sevimsiz” bakışı bana başka bir masalı, daha doğrusu yıllar evvel bir film festivalinde izlediğim çizgi filmi hatırlattı: Perili köşk misali, çöktü çökecek bir evde cadı olduğu söylentileri dolaşan ihtiyar bir kadın yaşamaktaydı. Onu evden çıkarıp yüzünü görmek isteyen mahalleliler kimi zaman tehditle, kimi zaman kapısını yumruklayarak, kimi zaman ellerine geçirdikleri taşla, sopayla, hatta hortumla su sıkarak, hatta hatta daha ileri gidip, komik-ironik-sürrealist biçimde fütürist, ışıklar saçan, garip görüntülü gelişmiş silahlarla kapısını açtırmaya çalışıyordu. Gelgelelim ihtiyar kadın aklı ve zekâsıyla bu saldırıların hepsini geri püskürtmenin bir yolunu buluyordu. Denenecek ne kadar hoyrat yol varsa denendi, ancak hepsi nafileydi; “deli, cadı, hortlak, öcü” kadın kimseye geçit vermiyordu. En sonunda küçük bir çocuk çıkıp ihtiyarın kapısını açtırabileceğini söyledi. Mahallelinin alaylı bakışları arasında kadının kapısına yaklaştı, sonra en sevecen, en tatlı haliyle: “Lütfen kapıyı açar mısınız? Hepimiz sizi çok merak ediyoruz” diye seslendi. Küçük bir sessizliğin ardından kapı yavaşça açıldı. Elbette bu tecrübeli, sevimli ihtiyar mahallenin gözdesi oldu, kim hangi işe başlarsa başlasın, yazının başında annemden bahsederken “Acaba o nasıl yapardı?” merakım gibi, bu defa yardım istemek için onun kapısını çaldı. Bu da bir masal tabii. Bir süre önce bir toplu taşıma aracında gördüğüm, ensesine topladığı dipleri beyazlaşmış saçlarından, dudaklarının üstünü kaplayan tüylerden, kilosundan, etlerin birikip kalın bir bilezik gibi durduğu şiş ayak bileklerinden yaşını çıkaramadığım bir kadının, yine kendi yaşında ya da biraz daha yaşlıca bir kadınla yaptığı sohbet değil:
– Nasıl durumu?
– Sürekli yatakta kalmaktan bağışıklığı kalmamış dedi, hazırlıklı olmak lazımmış. Ama tanıdı beni, elimi tuttu.
– … Sözleri gitmiyor kulağımdan… Sol dizimin ağrısından duramıyorum, tam dizimin altında… Şehir hastanesine gidiyorum.
– Bu saatte mi?
– N’apıcan, hepsinin işi çıktı… Geldi mi üst üste geliyor.
Aksu’nun kitapta söylediği gibi, yaşlılığın ne demek olduğunu söyleyebilmek için belki de insana değil, dünyaya bakmak lazım:
“Hayatın genişlemesi” ya da “daralması” da öyle bir klişe olabilir. Daha çok insan, daha çok toplantı, daha çok kitap, daha çok yolculuk… Bunlardan artık eski zevki almıyorum, bunun yaşlanmakla bir ilgisi var mı, bilmiyorum da. Ha, şöyle bir ilgisi olabilir: Sandalye tepelerinde eskisi kadar uzun oturamıyorum, herhangi bir şeylere binip herhangi saatlerde uzun yollar gitmeyi göze alamıyorum, ucuz pansiyonlarda kalmayı da. Tabii eskiden sinir olduğumuz “kenara para koyma” mevzu var… Ama sorarım sana, bütün bunlar benimle mi ilgili sadece? Dünyayla da bir ilgisi yok mu? Sanki onun kuralları hiç değişmezmiş de o kurallara uymak zorundaymışız… Basamak yüksek diye otobüse binemeyenler varsa basamağı alçaltacaksın… İnsanların dizleri ağrıyorsa, gidebilecekleri yakın ve ucuz fizik tedavi merkezleri olacak!” (“Yaşlılığın Başlangıcı”, Aksu, s. 196)
Ve şimdi gel de Monika Maron’u, Animal Triste’i anımsama:
“… Şimdi yüz yaşındayım ve hâlâ yaşıyorum. Belki daha doksanımdayımdır, tam olarak bilemiyorum ama herhalde yüze varmışımdır. Benim hâlâ var olduğumu, hesabımın işletildiği banka hesabı dışında kimse bilmiyor. Ayda bir kez banka gişesine gidiyorum ve küçük bir meblağı alıp geliyorum. Çok tutumlu yaşıyorum, yine de her defasında gişedeki memur artık param kalmadığını söyleyecek diye korkuyorum… Artık dünyayı kendime dert etmiyorum ve şu anda hangi zaman diliminde olduğunu da bilmiyorum… Bazen pazar kuruluyor, en çok o zaman alışveriş yapmaktan hoşlanıyorum, çünkü insanlar arasında en az o zaman dikkat çekiyorum. Hiçbir zaman tanıdıklara rastlamıyorum, zaten onları tanıyabileceğimden de emin değilim. Muhtemelen hepsi de çoktan ölmüşlerdir.” (s. 7)
…
“Dermansız kalça kırışıkları, karında ve uylukların iç kesiminde yumuşak, dalgalanan et, derinin altında küçük topaklar halinde çözülen bağ dokusu.”
“Ne mutlu ki vücudumun şu sıralar sergilediği sefil görüntüyü bilmiyorum. İyice zayıfladım ve yatakta yan yattığımda sert kemikler canımı acıttığı için yorganı dizlerimin arasına kıstırmam gerekiyor.” (s. 9-10)
Yaşlılığa “kadınca” bakışın değişik yüzlerinden oluşuyor Yaşını Gösteren Kadınlar: Kabuğuna çekilme, kendini başıboş bırakma arzusu, dayanışmaya sarılma… Yine duygularının hiçbirine kilit vurmuyor, devam ediyorlar yollarına. Hep sokaktalardı, kürtajın yasaklanmasına karşı, şiddet gören kadınlar ve çocuklar için, kadın işçilerin sağlığı adına, 8 Martlarda… Düşünmemizi sağlayacak madeni hep onlar çıkardı, gece yürüyüşlerinde pankart hazırladılar, bildiri yazdılar, en gençleri bu bildirileri okudu; küçük bir kız çocuğuyken başlamıştı sorular, yaş aldıkça devam etti, şimdi erginliklerinde, gerçek güçlerini yitirdikçe sahte kükremeler çıkaran vahşi hayvanlar gibi değil, kendi sesleriyle dile getiriyorlar yaşamın bu evresini…Yani, biz onların gençliklerini de biliriz.
KÜNYE:
Yaşını Gösteren Kadınlar: Yaşlanmanın Feminist Deneyimi
der. Hülya Üstün, Hatice Erbay, Gülsen Ülker, Dilek Alıcıoğlu Cömert, Bilgen Tümen, Aynur Demirdirek
Katkılar: Zeynep Esmeray, Zekiye Karaca Boz, Zehra Çınar, Yasemin Özgün, Ülkü Özakın, Şöhret Baltaş, Şener, Sebahat Tuncel, Özgür Can sunata, Nilüfer Yılmaz, Necla Akgökçe, Nazlı Azapçı, Mehtap Doğan, Latife Demirci Kahya, İmge Meral Yaman, İdil Soyseçkin, Hülya Üstün, Hatice Erbay, Handan Koç, Gülseren Pusatlıoğlu, Gülsen Ülker, Fatma Nevin Vargün, Fatma Bayram, Evun Sevgi Okumuş, Evren Paydak, Esra Koç, Dilek Alıcıoğlu Cömert, Cevahir Özgüler, Bilgen Tümen, Beril Eyüboğlu, Aysel Kılıç, Aynur Demirdirek, Aksu Bora.
Dipnot Yayınları
2024
200 s.
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
- Simone De Beauvoir, La Vieillesse, Gallimard, 1970
- Didier Eribon, Vie, vieillesse et mort d’une femme du peuple, Flammarion, 2023
- Monika Maron, Animal Triste, çev. Mustafa Tüzel, Alef Yayınları, 2018
- Çiçero, Yaşlılık Üzerine, çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları, 2023
Önceki Yazı

Çağdaşını tanıklığa çağırmak:
Nazar Büyüm’ün Agos yazıları
“Nazar Büyüm, belleğinden topladığı karşılaşma/temas anlarına, entelektüel uğraşlarına ve birikimine, yazdığı günün bir büyük tarih içindeki yerine dair düşüncelerine değinen bu köşe yazılarında ‘ben’ demeden yazabilmeyi başaran bir tatlı söz ustası, kendini gizlemediği halde köşe mekânının odağına da almayan bir hoşsohbet anlatıcı.”
Sonraki Yazı

Feridun Özgören’in ardından
“Birbirinden güzel enstrümanlar yapıyordu, özellikle de tanburlarının sesine doyulmazdı. Ayrıca kemençe, rebab, lavta, çeng, bendir ve ney yapmışlığı da vardır, iyi de ney üflerdi. Ama musıkiyle kalmadı, gitti Niyazi Hoca’dan ebru sanatını öğrendi. Marangozluğu vardı ya, kocaman tekneler inşa etti, o güne kadar görülmemiş ebatlarda ebrular yaptı.”