Feridun Özgören’in ardından
“Birbirinden güzel enstrümanlar yapıyordu, özellikle de tanburlarının sesine doyulmazdı. Ayrıca kemençe, rebab, lavta, çeng, bendir ve ney yapmışlığı da vardır, iyi de ney üflerdi. Ama musıkiyle kalmadı, gitti Niyazi Hoca’dan ebru sanatını öğrendi. Marangozluğu vardı ya, kocaman tekneler inşa etti, o güne kadar görülmemiş ebatlarda ebrular yaptı.”
Feridun Özgören tekne başında (solda). Sağda, Feridun Özgören ile Nan Freeman’ın ortak çalışmalarından biri.
Belli bir yaştan sonra, “belli bir yaştan sonra” kalıbını çok kullanır olur insan. Belli bir yaştan sonra yorgun düşülür, beden kendi başına buyruk olur, başka öncelikler edinir. Belli bir yaştan sonra “bir gün...” hayalleri kurmak zorlaşır. Belli bir yaştan sonra insan ölümlülüğünün daha bir farkına varır, önünde sonsuz olduğu zannını veren bir yol görünmez olur. Belli bir yaştan sonra arkadaşlar bir bir kaybolur, kimisi başka diyarlara, kimisi Hakk’a yürür gider. Kayıplarım arttı bu yıl, belli bir yaşı aşmış olduğumu hatırlatırcasına.
Bu hafta da Feridun Özgören’i toprağa verdik. Çoğunuz bilmez kim olduğunu, ve işte Türkiye’nin talihsizliği böyle insanların yeterince bilinmemesi zaten. Elini neye atsa mükemmel yapan, ama “mârifet iltifâta tâbi” olduğu, Türkiyemiz ise iltifat bahşetmekte oldukça pinti davrandığı için hak ettiği ilgiyi görmeyen ve bu nedenle yaptıklarından bir bir soğuyan, duyduğu kederi zaman zaman öfke şeklinde ifade ettiği için de dostlarını gereksiz yere kırabilen biriydi Feridun. Evet, beni de kırmışlığı vardır. Ama severdik birbirimizi çok.
Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydu, Amerika’nın kalburüstü yüksek öğretim kurumlarından Michigan Üniversitesi’nde biyo-istatistik doktorası yapmak üzere Amerika’ya gelmişti eşi Tülay ile. Ama ben onunla tanıştığımda –sanırım kırk yıl kadar önce olmalı– istatistiği bırakmıştı, musıki ile meşguldu. Birbirinden güzel enstrümanlar yapıyordu, özellikle de tanburlarının sesine doyulmazdı. Ayrıca kemençe, rebab, lavta, çeng, bendir ve ney yapmışlığı da vardır, iyi de ney üflerdi. Zaten yakın dostu Niyazi Sayın başta olmak üzere kimlerle birlikte çalmıştı bir bilseniz: İhsan Özgen, Cinuçen Tanrıkorur, Şehvar Beşiroğlu, Derya Türkan... Allah uzun ömür versin, Niyazi Hoca ile Derya Bey hayatta hâlâ, diğerlerini çoktan kaybettik.
Musıki çalışmalarını Amerikalı akademisyenlerle de sürdürdü uzun yıllar, Bob Labaree, Fred Stubbs gibi. Sonra Cambridge Musıki Cemiyeti’ni kurdu, yani şaka yollu, resmen değil. Buralarda yaşayan Türkiyelilerle muntazaman bir araya gelir, birlikte çalışırlar, zaman zaman konser verirlerdi.
Ama musıkiyle kalmadı, gitti Niyazi Hoca’dan ebru sanatını öğrendi. Marangozluğu vardı ya, kocaman tekneler inşa etti, o güne kadar görülmemiş ebatlarda ebrular yaptı. Sonra son örneklerini Necmeddin Okyay’ın 1950’li yıllarda verdiği yazılı akkâseli ebrulara merak saldı; o kadar başarılı oldu ki, Harvard’ın Houghton Kütüphanesi, Boston’un Güzel Sanatlar Müzesi, birçok önemli kurum eserlerini koleksiyonlarına kattılar.
O halde, diyeceksiniz, Türkiye’nin “geleneksel sanatlar” camiasında hatırı sayılır bir yeri vardı mutlaka. Hayır, yoktu. Ebruya dair Türkiye’de yayınlanan kitapların çoğunda adı bile geçmez. Sonradan başkalarının da yapıp ün kazandığı büyük yazılı ebruları ilk onun başardığı söylenmez örneğin, yok sayılır Feridun. Neden mi? İşte efendim, yok kitre yerine deniz kadayıfı kullandığı için, yok kâğıtları şap kaplayarak boyaların akmasını önlediği için, yok “geleneksel” repertuvarda olmayan renklere tevessül ettiği için... Eee, ne olmuş? Eskiler yenilik yapmamış mı sanki? Hatib Mehmed Efendi’yi neden hatırlıyoruz bugün? Necmeddin Efendi’nin yazılı, Mustafa Düzgünman’ın natüralist çiçekli ebruları iyiydi de, Feridun’un yenilikleri mi battı sanat softalarımıza? Yoksa eskiden yapılan yenilikler caiz de şimdikiler mi gayrimeşru? Sanatçıların gırtlağını sıkan bu gelenekçiliğin bir numaralı kurbanıdır Feridun Özgören. Kadir bilmez bir dar görüşlülüğün kurbanı.
Hem sonra, ikinci eşi Nan Freeman ile birlikte yaptığı ebru çerçeveli karakalem resimlerdeki, ebrunun dokusuyla çiçeklerinkinin uyumu gerçek bir sanatkâr hassaslığının işaretidir. Osmanlı sanatında değil ama gerek İran, gerekse Hint-Müslüman kitap sanatlarında minyatür-hat-ebru birlikteliğine sıkça rastlanır. Çok beğenilmişti o tablolar Amerika’da.
Uzun yıllar ebru tarihi üzerine bir kitap hazırladı, doğru bilinen bir sürü yanlışı tek tek düzeltti. Sonra onu bile terk etti, Türkiye’deki gelenekçilere lâf anlatamayacağını bildiği için. Umarım çalışma arkadaşı Güliz Pamukoğlu hitamına erdirir o önemli projeyi.
Nasıl olduysa 2016 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne lâyık görüldü ama rahatsızlığı nedeniyle seyahat edip mükâfatı geleneksel sanatlarımızın o büyük hâmisinin elinden alamadı. Hele şükür! Bazen hastalanmak da Allah’ın lûtfuna dönüşebiliyor gayri.
Seneler önce rahmetli Edip Cansever ile sohbet ederken Türkiye’deki “çağrılmayan Yakup”ların dramını nasıl şiirleştirdiğinden söz etmişti. Şöyle der o ünlü şiirinde:
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Kaç milyon çağrılmayan Yakup var kim bilir Türkiye’de, değerleri bilinmeden göçüp giden?...
Feridun Özgören, Boston’daki Forest Hills mezarlığının Müslümanlara ayrılan bölümünde yatıyor. Bu taraflara gelenlerden bir ziyaret, bir Fâtiha niyaz ediyoruz. Çok görülmez umarım bu ricamız.