“Yaptığım her atış son atışım olabilir...”
Ernest Hemingway'in Nehrin Ötesine, Ağaçların İçine adlı romanı Volkan Ersoy çevirisiyle önümüzdeki hafta Bilgi Yayınevi'nden çıkıyor. Kitabın ilk bölümlerinden kısa bir Tadımlık sunuyoruz...
Ernest Hemingway, Nisan 1954. Lignano Pineta'da, Nehrin Ötesine, Ağaçların İçine romanında tasvir ettiği coğrafyada.
1
Gün ağarmadan iki saat önce yola çıktılar. Önden giden başka sandallar da olduğu için başlarda kanal boyunca buzu kırarak ilerlemeleri gerekmedi. Her sandalın kıç tarafında, karanlıkta görülmeyen ancak sesi işitilen bir kürekçi, elinde uzun boyna küreğiyle ayakta duruyordu. Avcı, öğle yemeğinin ve fişeklerinin bulunduğu kutunun üzerine sabitlenmiş olan avcı taburesine oturmuş, tüfeklerini sandaldaki ahşap yapay ördek yığınına dayamıştı. Her sandalın bir yerinde, içine canlı olarak bir veya iki dişi veya biri dişi, diğeri erkek iki yabanördeği tıkılmış bir çuval ve yine her sandalda, karanlıkta üstlerinden geçen ördeklerin kanat seslerinden huylanıp yerinde duramaz olan bir köpek vardı.
Sandalların dördü ana kanal boyunca kuzeydeki büyük lagüne doğru ilerliyordu. Bir beşincisi çoktan yan kanallardan birine sapmıştı. Şimdi de altıncı sandal güneye yönelmiş, henüz yüzeyindeki buz tabakası kırılmamış sığ bir lagüne doğru yol alıyordu.
Her yer buzlarla kaplıydı, rüzgârsız gecede aniden bastıran soğukla birlikte sular yeni donmuştu. Buz tabakası sandalcının küreği altında lastik gibi esniyordu. Sonra ansızın bir cam levha gibi kırılıyordu ama sandal yine de çok az yol alabiliyordu.
Altıncı sandaldaki avcı, “Bana bir kürek ver” dedi. Ağırlığını dikkatle dengeleyerek ayağa kalktı. Karanlıkta ördeklerin geçip gittiğini işitebiliyor, köpeğin huzursuzca kıpırdandığını hissediyordu. Kuzey yönünden diğer sandalların buzları kırarken çıkardığı sesler kulağına ulaşıyordu.
Kıçtaki kürekçi, “Dikkat et” dedi. “Sandalı devirme.” “Ben de sandalcıyım” diye cevap verdi avcı.
Sandalcının uzattığı uzun küreği aldı ve palasından tutabilmek için baş aşağı çevirdi. Küreğin palasını kavrayarak ileriye doğru uzandı ve sap kısmına vurarak buzu deldi. Küreğin sapının sığ gölün sert zeminine değdiğini hissettiğinde bütün ağırlığıyla enli palanın üzerine abandı. İki eliyle kavradığı küreği önce kendine doğru çekti, sonra sapını ileriye, pruva hizasına kadar uzatıp yeniden buzun içine sokarak buzları kıra kıra sandalı ilerletmeye başladı. Sandal bata çıka ilerledikçe buz, cam tabakaları gibi kırılıyordu. Kıçtaki sandalcı da sandalı açılan geçide doğru itiyordu.
Var gücüyle durmaksızın çalışan ve kalın elbiseleri içinde terleyen avcı bir süre sonra sandalcıya, “Atış fıçısı nerede?” diye sordu.
“İleride, solda. Bir sonraki koyun ortasında.”
“Artık o tarafa mı döneyim?”
“Sen bilirsin.”
“Sen bilirsin de ne demek? Bu suları sen tanıyorsun. Su bizi oraya götürecek kadar derin mi?”
“Şu anda sular çekilmiş durumda. Bilinmez ki.”
“Acele etmezsek biz oraya varmadan gün ağaracak.”
Sandalcı cevap vermedi.
Avcı içinden, Pekâlâ seni suratsız dallama diye geçirdi. Oraya varacağız. Yolun üçte ikisini geride bıraktık artık, kuş avlamak için buz kırmak zorunda kalacağından çekiniyorsan sana yazıklar olsun.
“Hadi işinin başına, dallama” dedi İngilizce.
Sandalcı İtalyanca, “Ha?” diye sordu.
“Hadi gidelim dedim. Ortalık aydınlanacak.”
Lagünün zeminine gömülü olarak oturtulmuş, meşe ağacından yapılma büyük fıçıya vardıklarında gün ağarmıştı. Fıçının etrafına çepeçevre eğimli bir toprak bordür yapılmış, üzerine de sazlar ve otlar dikilmişti. Avcı dikkatle bu bordürün üzerine atlayınca donmuş otların ayaklarının altında çıtırdayarak kırıldığını hissetti. Sandalcı, üzerine avcı taburesi sabitlenmiş fişek kutusunu sandaldan alıp avcıya verdi. O da eğilip kutuyu büyük fıçının dibine yerleştirdi.
Avcı kalçalarına kadar yükselen çizmeler ve eski bir muharebe ceketi giymişti. Ceketin sol omzunda kimsenin ne anlama geldiğini bilmediği bir arma vardı; apoletlerinde yıldızların söküldüğü yerlerin rengi hafifçe solmuştu. Fıçıya girdiğinde sandalcı iki tüfeğini ona uzattı.
Avcı, tüfekleri fıçının duvarına dayayıp diğer fişek torbasını ikisinin arasına, gömme fıçının iç duvarına çakılmış iki çiviye astı, sonra da tüfeklerini fişek torbasının birer yanına yasladı.
Sandalcıya, “Su var mı?” diye sordu. “Su yok” dedi sandalcı.
“Lagünün suyu içilir mi?”
“Hayır. Zararlıdır.”
Buzu kırmak ve sandalı ilerletmek için var gücüyle çalışmak avcıyı susatmıştı. Öfkesinin kabardığını hissetti ama kendine hâkim oldu ve, “Yapay ördekleri yerleştirmek için sandaldan buzu kırmana yardım edeyim mi?” diye sordu.
Sandalcı, “Hayır” diye cevap verdi ve sandalı vahşi bir tavırla ince buz tabakasının üzerine sürdü. Sandal ilerledikçe buz tabakası çatlayıp kırılıyordu. Sandalcı küreğin palasıyla buzu parçalamaya ve ardından yapay ördekleri sağına, soluna, arkasına atmaya başladı.
Heyheyleri üstünde diye düşündü avcı. Üstelik iriyarı bir yabaninin teki. Buraya gelene dek ben beygir gibi çalıştım. O ise kendi işini yaptı, başka bir şeye elini sürmedi. Bu adamın derdi ne ki? Bu onun ekmek kapısı değil mi?
Taburesini soluna ve sağına doğru en geniş görüş açısını kapsayacak şekilde yerleştirdi, bir fişek kutusunu açıp ceplerini doldurdu, kolayca erişebilmek için fişek torbasındaki fişek kutularından birini daha açtı. Siyah sandal ve küreğiyle buzu parçalayıp yapay ördekleri iğrenç bir şeyden kurtulmak istermiş gibi suya atan uzun boylu, iri yapılı sandalcı önünde, lagünün günün ilk ışıklarıyla parıldadığı noktada duruyordu.
Ortalık artık daha da aydınlanmıştı ve avcı, lagünün karşı kıyısının ona yakın kısmını suyun üzerinde ince bir şerit halinde görebiliyordu. O şeridin ötesinde diğer iki avlanma noktasının, daha ötesinde yine bataklıkların bulunduğunu, ardından ise açık denizin geldiğini biliyordu. Her iki tüfeğini de doldurdu, yapay ördekleri suya bırakan sandalın konumunu kontrol etti.
Arkasından yaklaşan birtakım kanat hışırtıları işitince çömeldi, sağındaki tüfeği sağ eline alıp fıçının kenarından yukarıya baktı, sonra kurşuni renkli gökyüzünden kanatlarıyla fren yaparak aşağıya, yapay ördeklere doğru kara noktalar gibi süzülen iki ördeğe ateş etmek için doğruldu.
Başını eğdi, tüfeğin namlusunu havada geniş bir kavis çizerek aşağıya, ikinci ördeğin epey ilerisine doğrultup tetiği çekti, sonra atışının sonucuna bakmadan tüfeğini yumuşakça kaldırdı, sola doğru tırmanışa geçen diğer ördeğin iyice yukarısına ve soluna nişan aldı. Tetiği çektiğinde ördeğin havada iki büklüm olduğunu ve buz kırıklarının içindeki yapay ördeklerin arasına düştüğünü gördü. Sağına baktığında ilk ördeğin de aynı buzların üzerinde kara bir leke gibi durduğunu fark etti. İlk ördeğe sandalın epey sağındayken, dikkatle ateş ettiğini, ikincisini ise, sandalı ateş hattına hiçbir şekilde sokmadığına emin olmak için, sola doğru iyice yükselmesine izin vererek vurduğunu biliyordu. Bu, sandalın yeri tümüyle dikkate alınarak, konumuna saygı gösterilerek, tam olması gerektiği gibi yapılmış mükemmel bir ikili atıştı. Kendinden memnun bir biçimde tüfeğini doldurdu.
Sandaldaki adam, “Bana bak” diye seslendi. “Sandala doğru ateş etme.”
Avcı kendi kendine, Çattık yahu! diye söylendi. Gerçekten tam bir belaya çattık.
Sandaldaki adama, “Sen yapay ördeklerini suya bırakmana bak” diye seslendi. “Ama acele et. Hepsini suya atmadan ateş etmeyeceğim. Tam başımın üstünden geçmezlerse tabii.”
Sandaldaki adam bir şey söylediyse bile işitmedi.
Avcı, Anlayamıyorum dedi kendi kendine. Bu oyunun kurallarını biliyor. Gelirken üstüme düşeni, hatta daha fazlasını yaptığımı da biliyor. Hayatımda bir ördeği bundan daha güvenli, daha dikkatli bir biçimde vurmadım. Bu adamın nesi var böyle? Yapay ördekleri suya indirmesine yardım etmeyi de önerdim. Canı cehenneme.
Sandalcı şimdi sağ tarafa geçmiş, hâlâ öfkeyle buzları parçalıyor, ahşap yapay ördekleri, her hareketinde içindeki nefreti belli edercesine suya fırlatıyordu.
Avcı kendi kendine, Keyfini kaçırmasına izin verme dedi. Sonradan güneşte erimezlerse bu buzların arasında zaten pek atış yapamayacaksın. Muhtemelen sadece birkaç ördek avlayacaksın, o yüzden keyfini kaçırmasına izin verme. Kaç sefer daha ördek avlayabileceğini bilmediğine göre hiçbir şeyin keyfini kaçırmasına izin verme.
Bataklığın oluşturduğu uzun burnun ötesinde gökyüzünün ağarışını izledi, suya gömülü fıçının içinde dönerek buz tutmuş lagünün ve bataklığın ilerisine baktı, uzakta karlarla kaplı dağları gördü. Alçakta olduğundan dağların etekleri görünmüyordu ve dağlar ovadan dimdik yükseliyordu. Dağlara doğru bakarken yüzünde bir esinti hissederse güneşin yükselişiyle birlikte o taraftan bir rüzgâr eseceğini ve rüzgârdan rahatsız olan bazı kuşların kuşkusuz denizi aşıp oraya geleceğini biliyordu.
Sandalcı yapay ördekleri yerleştirmeyi bitirmişti. İki küme halindeydiler: Bir kısmı tam önünde, güneşin doğacağı sol tarafa doğru kümelenmişti, diğer kısmı ise avcının sağında kalıyordu. Sandalcı şimdi de ayağına bir sicimle ağırlık bağlanmış dişi yaban ördeğini suya bırakıyordu. Çığırtkan kuş başını suya daldırıp çıkararak sırtını ıslatmaya başladı.
Avcı, sandalcıya, “Kenarlardan biraz daha buz kırmak iyi olmaz mı?” diye seslendi. “Ördekleri buraya çekecek kadar su yok.” Sandalcı cevap vermedi ama lagünün çevresi boyunca buzun çentikli kenarlarını küreğiyle kırmaya başladı. Buzu bu şekilde kırmanın bir faydası yoktu ve sandalcı bunu biliyordu. Ama avcı bilmiyordu ve, Onu anlamasam da keyfimi kaçırmasına izin vermemeliyim diye düşünüyordu. Kendime hâkim olmalı ve bunu yapmasına izin vermemeliyim. Yaptığım her atış son atışım olabilir ve hiçbir beyinsiz orospu çocuğunun bunu mahvetmesine izin vermemem lazım. Sinirini bozma çocuk diyordu kendine.
2
Ama o artık bir çocuk değildi. Elli yaşındaydı, Amerika Birleşik Devletleri Ordusu’nun bir piyade albayıydı ve bu ava çıkmak için Venedik’e gelmeden bir gün önce girmesi gereken bir sağlık muayenesinden geçmesine yetecek kadar manitol heksanitrat[1] almıştı. Nasıl bir sağlık muayenesinden geçmesi gerektiğini kendisi de bilmiyordu ya, Bir sağlık muayenesinden geçmek için demişti kendine.
Ona bakan doktor durumu oldukça şüpheli bulmuştu. Ama muayene sonuçlarını iki kere kontrol ettikten sonra kayda geçirdi. “Biliyor musun Dick” dedi doktor. “Bu endike değil; aslında göz içi ve kafa içi basıncı açısından kesinlikle kontrendike.”[2] Avcı, daha doğrusu o gün henüz bir avcı olmayan, sadece potansiyel bir avcı ve Amerikan Ordusu’nda generalken rütbesi indirilmiş bir piyade albayı olan avcı, “Sen neden bahsediyorsun, bilmiyorum” dedi.
Doktor, “Seni uzun zamandır tanıyorum Albay” dedi. “Veya belki bana uzun bir zaman gibi geliyor.”
“Evet, uzun zamandır tanışıyoruz” dedi Albay.
Doktor, “Şarkı sözü yazarları gibi konuşuyoruz” dedi. “Ama bu kadar nitrogliserinle yüklüyken herhangi bir şekilde heyecana kapılmanı veya bir kıvılcım başlatacak herhangi bir şey yapmanı hiç önermem. Yüksek oktanlı yakıt taşıyan tankerler gibi arkana elektriğini boşaltacak bir zincir takıp sürükletmek gerekiyor.”
“Kardiyografi sonucum iyi değil miydi?” diye sordu Albay.
“Kardiyografin mükemmeldi Albay. Yirmi beş yaşındaki bir adamınki gibiydi. Hatta on dokuz yaşındaki bir delikanlınınki gibi bile diyebilirim.”
“O zaman derdin ne?” diye sordu Albay.
Bu kadar manitol heksanitrat bazen bir miktar bulantıya yol açıyordu ve Albay muayenenin bir an önce bitmesini istiyordu. Ayrıca uzanıp bir Seconal almaya da can atıyordu. Üzerinde büyük baskı bulunan bir müfrezenin uygulayabileceği küçük taktiklerle ilgili bir talimatname yazsam yeridir diye düşündü. Keşke ona bunu söyleyebilseydim. Niye kendimi yargıcımın insafına bırakmıyorum ki? Bunu hiç yapmıyorum dedi kendine. Her zaman suçsuzum diyorum.
Doktor ona, “Kafana kaç kere darbe aldın?” diye sordu. “Biliyorsun ya” dedi Albay. “Dosyamda yazılı.”
“Kafana kaç kere vurdular?”
“Aman yahu!” dedi, sonra da, “Ordu adına mı soruyorsun, doktorum olarak mı?” diye sordu.
“Doktorun olarak. Başına dert açmaya çalıştığımı sanmıyorsun herhalde?”
“Hayır Wes. Özür dilerim. Ne öğrenmek istemiştin?”
“Başına aldığın darbeleri.”
“Gerçek olanları mı?”
“Seni bayıltanları veya sonradan hatırlamadıklarını.”
“Belki on kez” dedi Albay. “Polo oynarken aldıklarımı da sayarsak. Üç aşağı beş yukarı.”
“Seni zavallı hergele” dedi doktor. Sonra da, “Yani, Sayın Albayım demek istedim” diye ekledi.
Albay, “Artık gidebilir miyim?” diye sordu. “Evet Albayım” dedi doktor. “İyi durumdasınız.”
Albay, “Teşekkürler” dedi. “Tagliamento Nehri’nin ağzındaki bataklıklarda benimle ördek avlamaya gelmek ister misin? Mükemmel bir av sahası. Cortina’da tanıştığım birkaç sevimli İtalyan gencine ait.”
“Şu sutavuklarını avladıkları yer mi?”
“Hayır. Bu sahada gerçek ördek avlanıyor. İyi çocuklar. Av da iyi. Gerçek ördekler. Yeşilbaş, kılkuyruk, yabanördeği. Biraz kaz da var. Çocukken memlekette çıktığımız avlar kadar iyi.”
“Ben çocukken sene yirmi dokuz ve otuzdu.”
“Bu senden işittiğim ilk acımasız söz.”
“Öyle demek istemedim. Sadece ördek avının iyi olduğu zamanı hatırlamıyorum. Ayrıca ben bir şehir çocuğuyum.”
“İşte senin tek lanet olası kusurun da bu ya. Henüz ciğeri beş para eden bir şehir çocuğuna rastlamadım.”
“Cidden böyle düşünmüyorsunuz değil mi Albay?”
“Elbette hayır. Öyle düşünmediğimi pekâlâ biliyorsun.” “Sağlığınız gayet iyi, Albay” dedi doktor. “Sizinle ava gelemeyeceğim için üzgünüm. Ateş etmesini bile bilmem.”
“Bırak yahu” dedi Albay. “Bilmesen de olur. Zaten bu orduda kimsenin ateş etmesini bildiği yok. Bana eşlik etmene memnun olurdum.”
“O kullandığınız ilacı takviye eden bir şey vereyim size.” “Öyle bir şey var mı?”
“Aslında pek sayılmaz. Ama ona benzer bir şeylerin üzerinde çalışıyorlar.”
“O zaman bırakalım da çalışsınlar” dedi Albay.
“Bence bu takdire değer bir yaklaşım, efendim.”
“Hadi oradan” diye karşılık verdi Albay. “Benimle gelmek istemediğine emin misin?”
“Ben ördeklerimi Madison Bulvarı’ndaki Longchamps Lokantası’nda buluyorum” dedi doktor. “Yazın klimalı, kışın sıcak üstelik ve sabahın köründe kalkıp uzun paçalı içlikler giymem gerekmiyor.”
“Pekâlâ şehir çocuğu. Bunun zevkini hiç anlayamayacaksın.”
“Hiç anlamak da istemedim zaten” dedi doktor. “Sağlığınız gayet iyi, Albayım.”
Albay, “Teşekkürler” deyip çıktı.
(s. 11-20)
NOTLAR:
[1] Tıpta damarları açmak için kullanılan bir bileşim. [ç.n.]
[2] Endike, tıpta sağlığını kaybeden hastanın sağlığını yeniden kazanması için verilen ilaçtır. Kontrendike ise ilaç tedavisi gerekmesine karşın hastaya yarardan çok zarar verme ihtimali yüksek olan ilacın kullanılmasının önerilmemesi durumudur. [ç.n.]
Önceki Yazı
Yağmur Altında Yüzmek'ten:
“Gökteki Ay’ı gösteren parmakla
Ay’ı birbirine karıştırmamak”
Yağmur Altında Yüzmek: Dört Büyük Rus yazarla Edebiyat Dersi'nde George Saunders iyi bir öykünün yapıtaşlarını incelemek için Rus edebiyatının büyük yazarlarını mercek altına alıyor. Çehov, Turgenyev, Tolstoy ve Gogol’ün öykülerine eğilerek kurmacanın nasıl işlediğini ele alan ve önümüzdeki günlerde DeliDolu tarafından basılacak olan kitabın giriş bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 22
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bir Katilin Günlüğü / Bugünü Resmetmek / Çırak Sihirbaz / Dönüyor Zaman / Kuşlarım Üşüyor / Özgürlüğün Biyolojisi / Rock Wagram / Türkolmak / Yunanistan’da Milli Mitoslar / Zor Zamanda İstanbul’da Kültür Hayatı